Söyleşi: Aynur Kulak
Fuat Sevimay, dördüncü kitabı Benden’iz James Joyce ile kitapçı raflarındaki yerini aldı. Bundan önce kaleme aldığı Aynalı, Kapalıçarşı, Anarşık romanlarından farklı olarak James Joyce’u ve James Joyce kitapları çevirmenini hikayenin merkezine yerleştiren Fuat Sevimay edebiyatseverlerin karşısına son derece merak uyandırıcı bir romanla çıkmakta.
İthaki Yayınları tarafından yayımlanan ve 512 sayfa olan Benden’iz James Joyce, James Joyce’un tam da Gezi Parkı olayları esnasında, 2013 yılında İstanbul’da çevirmeniyle karşılaşıp sıradan bir günde içine düştüğü kaotik ortamı nasıl yaşadığını konu ediniyor. James Joyce’un tüm kitaplarını özellikle de, dünya edebiyat literatüründe çevrilmesi en zor kitaplar arasında yerini alan Finnegen Uyanması’nı çevirerek edebiyat dünyamız için çok kıymetli katkılarda bulunan Fuat Sevimay’ın İstanbul’da James Joyce ile gerçekleştirdiği buluşmayı gözünüzden kaçırmayın, mutlaka okuyun derim. Tabii ki Fuat Sevimay ile gerçekleştirdiğim bu çok kapsamlı söyleşiyi de…
Sizinle başlamak istiyorum. Edebiyat ile yolunuz nasıl kesişti? İngilizce İşletme bölümünden mezun oluyorsunuz. İlk olarak çeviriler mi yapmaya başlıyorsunuz mesela yoksa edebiyat hep vardı zaten, çeviriler ve yazma konusu hep paralel mi gitti dersiniz?
Aslında yazarlık veya çevirmenlik önceleri aklımda ve hayalimde olan şeyler değildi. İyi okurdum, hepsi bu. Sonra can sıkıntımı gidersin diye yazmaya başladım. İlk yazdığım şeyleri ne yapacağıma dair pek bir fikrim dahi yoktu o zamanlar. Sonra o öyküler ödül alınca biraz daha yüklendim ve arkası güzel geldi. Çeviriyle hepsinden sonra buluştum.
Çevirdikleri kitaplarla özel bağı olan (kişisel bağ kurmayı kast ediyorum) çevirmenler var. Bir de sadece çevirdiği kitaplarla değil, o kitapların yazarlarıyla da çok özel bağlar kuran çevirmenler var. James Joyce ile sizin yolunuz ne zaman kesişti?
Joyce’u aslında ta lise yıllarında okumaya başladım. Kadıköy Anadolu Lisesinde, Sanatçının Gençlik Portresinin aslını ders kitabı diye okumuştuk. Ulysses ve bir de kimsenin okuyamadığı kitabı (Finnegan Uyanması) varmış diye o günlerden aklımda kaldığını biliyorum. Sonra edebiyatla okurluğun ötesinde ilgilenmeye başladığımda, ikinci çevirdiğim kitap Joyce’un Eleştiri Deneme Yazıları oldu. O sayede yazarın günlük hayatımıza sirayet eden yönüne temas şansım olunca arkası da geldi.
Yeni yayınlanan Benden’iz James Joyce romanınızla devam etmek istiyorum. Başrolünü James Joyce’a vereceğiniz (veya başrolü James Joyce ile paylaşacağınız) bir hikaye yazma fikri ilk ne zaman zihninizde oluşmaya başladı?
Finnegan ve Ulysses çeviri süreçlerinde, bu kitaplara dair sözlük veya rehber kitap hazırlamam, hatta özellikle Finnegan’ın çeviri sürecinin güncesini tutmam yönünde çokça talep gelmişti. Oysa ben pek öyle sözlük, rehber, açıklama insanı değilimdir. Benim işim gücüm kurgu ve hayaller. O nedenle dedim ki kalksın gelsin kendi anlatsın anlatacağı bir şey varsa. Dolayısıyla hikâyenin ilk hali de romanda ilerlediği şekliyleydi ama elbette yazdıkça bir dolu karakter, kent, tarih ve olay da yavaş yavaş dahil oldu mevzuya.
Semt Beyoğlu, mekan Galata/Tünel/Taksim meydanı güzergahı, yani İstiklal Caddesi; yıl 2013, tam da Gezi Parkı olaylarının yaşandığı zaman dilimi. İstiklal Caddesi’nde kendini bulan James Joyce’a bir çevirmen eşlik etmekte. Yani siz. Roman ile ilgili tüm bu malzemeyi birleştirdiğimde ütopik bir roman yazmak istediğiniz fikrine kapıldım. James Joyce’un da karakter özelliklerine ve eserlerine baktığımızda ütopik olması gibi. Halbuki seçilen mekanlar, yaşanılan olaylar ve kişiler son derece gerçekçi. Ne dersiniz?
Aslında Joyce söz konusu olduğunda “ütopik” kelimesini kullanmamamız gerek belki. Çünkü yazdıkları fevkalade gerçek ve gerçekçidir. Joyce eserleri hakkında yaratılmış, kimsenin işine yaramayan saçma bir efsane var ve bu nedenle çok acayip, içinden çıkılmaz şeylermiş gibi düşünüyoruz bazen. Halbuki hiç alakası yok ve bu Joyce’un da asla istemeyeceği bir şey. Çünkü hem kendi yazdıklarının ve hem de genel olarak sanatın daima halk ile buluşması gerekliliğinden bahseder. Yani Joyce’un Gezi zamanı İstanbul’a gelmesi de sonuna kadar gerçek. Hayal edebildiğimize göre.
Yukarıdaki soruya istinaden, Benden’iz James Joyce’u sanki Joyce’u dünya genelinde de tartışıldığı üzere (okunamaması, okunsa bile anlaşılmaması, dilinin zannedildiği gibi akıcı olmaması vb…) kalıplarının dışına çıkarmak için yazdığınız fikrine kapıldım. Aynı şekilde Gezi Parkı olaylarını kurguya dahil etmeniz de bu yönde düşünmemi sağladı. Benden’iz James Joyce’u tam tersini anlatmak ve anlaşılmasını istemek için mi yazdınız?
Evet haklısınız, Joyce gibi yazarları anlamamak işimize geliyor belki. Yani iliğimizi kemiğimizi sömüren şu çağda, söz konusu sanat olunca, tüm o yorgunluğumuzu bir süreliğine unutturacak, kolay, ucuz, tüketip atacağımız kitapların, filmlerin, resimlerin peşine düşüyoruz. Joyce’a (veya benzerlerine) kafa yor, anlamaya çalış, zor işler bunlar. İşte burada Benden’iz James Joyce’un asıl derdi devreye giriyor; Zor dediğimiz ne? Dayatılan zor ve saçma hayatı yaşayıp anlık yalanlara kaçmak mı yoksa iyi eserlere biraz kafa yorup bu anlamsız zorluğun farkına varmak mı? Yani Joyce’un biraz zorladığı doğru ama sonrasında elde edeceğimiz bakış açısı ve değişen algımız paha biçilemez. Tercih bizim.
James Joyce varlığıyla yokluğu çok belli olmayan, gölgeli haliyle İstiklal Caddesi’ni arşınlarken etrafında olup biten karmaşayı anlamaya, bunun üzerine kafa yormaya çalışıyor. Kendisi İrlandalı ve İrlanda tarihinin de mücadelelerle dolu bir geçmişi var. Gezi Parkı olayları ve bu olayların toplum üzerindeki etkisini gerçekten de James Joyce’un yazmasını ister miydiniz?
Joyce’a vekaleten ben yazdım diyelim 😊 Aslında Joyce’a dair bilmemiz gereken en önemli şeylerden birisi de hayatını her türlü iktidar fikrine karşı yaşaması ve eserlerini de bu doğrultuda yazması. Britanya tacına karşı, Papalığın ve kilisenin ritüellerine karşı, İrlanda milliyetçiliğine karşı, edebi iktidarlara karşı. Gezi’nin de boğucu iktidara karşı önemli bir direnç olduğunu düşünürsek, Joyce’un belirmesi için oldukça uygun bir zaman dilimi olduğunu söyleyebiliriz. Joyce da o günleri gözlemliyor ve baskıya maruz kalıyor.
Yazdığı eserlerle klasik anlatım biçimini alt üst eden, tüm dünya edebiyatını etkileyen yazarla ilgili zor okunan, anlaşılmayan, başka dillere zar zor çevrilebilen, hatta metinleri tam anlamıyla çevrilemeyen yazar algısı neden hala kırılamıyor?
Hep söylerim, Ulysses’te alt tarafı iki adam Dublin sokaklarında dolanıyor, bir kadın da evde bekliyor, anlaşılmayacak hiçbir şey yok. Mevzu şurada karışıyor; bu adamlar neden böyle dolanıyor diye düşünmeye başladığımızda zorlanıyoruz. Halbuki popüler kültür bize, yorma kendini diyor. Al şu kahramanı, o dünyayı kurtarsın, savaşlar kazansın, aşık olsun, her şeyi halletsin, sen de izleyip mutlu ol. Joyce ise diyor ki, neyin kahramanı deli, kahraman falan yok, kendi hayatına bak. O iki adam sensin ve bir günde sen neler yaşıyorsan onları yaşıyorlar. Bir de elitistler var, onların savı da Joyce’u anlamak için bütün dünyayı okumuş olmamız gerekiyor. Evet, Joyce gerektiğinde çok derindir ama hiç öyle bir dolu şey bilmemize de gerek yok. Bildiğimiz kadarı yeter, önemli olan kendi farkımıza varmamız. Sonrası emin olun kolay.
Henry James, Oscar Wilde, Luigi Pirandello ve Italo Svevo eserlerinin çevirilerini de yaptınız Ülkemizde yayıncı kuruluşlar çevirmene veya çeviri işine gerekli önemi veriyor mu? Mesela, şunlar şunlar olsa veya yapılsa Türkiye’de yayıncılık çok daha farklı yerlere gelir, güçlenir diyebileceğiniz maddeler var mı?
Aslında bu konuda benim aykırı bir cevabım var. Bizdeki çeviriye dair sorun, haddinden fazla çeviri yapılıyor olması. Farkında değiliz ama dünyanın hemen her şeyini çeviriyoruz. Bu konudaki öncü ülkelerden biriyiz. Ve ne yazık ki arada bir dolu çerçöp de çevriliyor. Çok değerli eserlerin ve çok çok iyi çevirilerin (ki bu anlamda dünyanın en başarılı dillerinden biriyiz) arasına, gayet gereksiz kitaplar ve kötü çeviriler de karışıyor. Çevirinin kültürler arası alışveriş olduğunu düşünürsek bu alışverişte hep kazık yiyoruz. Yayıncıların kesinlikle daha az çeviri yayınlamasını ve bizim buraların genç, yetenekli yazarlarına daha fazla şans tanımalarını isterim ki dengeyi yakalayalım.
James Joye’un Finnegen Uyanması eserini dilimize ilk siz kazandırdınız. Ki dünya literatüründe çevrilmesi en zor eserler arasında yerini alıyor. Yukarıda saydığım yazarlar ve James Joyce dışında tüm eserlerini çevirmeyi çok istediğiniz başka bir yazar var mı? Veya yazardan bağımsız olarak kitaplar da olabilir.
Ben çevirmenlik serüvenimi daha ziyade yazarlar üzerine kurdum ve bu seçimimden dolayı, o isimlerde uzmanlaşmış olduğumu düşünerek, çok memnunum. Joyce dışında Italo Svevo’nun çok eserini çevirdim ama çeviri dükkanını kendi adıma kapattığım için başka bir yazara daha bu şekilde yoğunlaşacağımı sanmıyorum. Bir de çeviriye dair şöyle bir algı vardır ya; şu yazarın şu kitabı çevrilmemiş, çevrilse de kültür dünyamız aydınlansa. Hayır. Çevrilmesin arkadaş. Emin olun dünya kadar çeviri yapıyoruz ve hiç de öyle unuttuğumuz bir eser falan yok. Bu konuda dünyanın sayılı ülkelerinden biriyiz ve bu gereksiz bir hassasiyet. Artık merceği daha çok kendi edebiyatımıza (ve yakın coğrafyaya) tutmanın zamanı.
Tüm dünya bu yıl pandemi ilanı ile çok önemli bir kırılma yaşadı. Etkileri uzun sürecek bir kırılma. Sizce tam olarak ne yaşadık? Bundan sonrası için yeni oluşumlar özellikle edebiyat adına, yeni hikayeler, kurgular, dil, anlatım nasıl bir değişim/gelişim sergileyecek?
Ne yaşandığını ve ne yaşanacağını pek bilemiyorum. Tuhaf ve aşina olmadığımız bir şey olduğu kesin. Ama şu, bundan böyle olumlu ya da olumsuz anlamda bambaşka bir dünya olacak, her şey değişecek algısı da bana inandırıcı gelmiyor. En azından olumlu anlamda ille de bir şey değişecekse, bu kendimizden başlayacak. Pandemi ile doğanın dengesini düşünmeye başladıysak, doğayı katletmeyi bırakmamız gerekecek. Çok aciz olduğumuzu fark ettiysek, edebiyatta ve sanatta bireyci metinlerin, egoist yazarların peşini bırakacağız. Ama hayır, deli gibi tüketmeye devam edersek de tükenip gideceğiz. Yani her şey bize bağlı.
edebiyathaber.net (13 Temmuz 2020)