Söyleşi: Yusuf Çopur
Necati Mert: İnsan ve merhamet. İnsan ve şefkat. İnsan ve sükunet. Biçimler, üsluplar değişse de onun değişmeyenlerinden tüm bunlar. Öykücülüğümüze kendi rengini katmış bir yazar. Önemli bir durak. Yazıyla yaşam arasında hayatın tam kalbinde. Ve Erdem Dönmez’in ifadesiyle, kendinden önceki birikime yabancı kalmaması ve geçmişe bağlılığının yanı sıra yazın hayatındaki yenilikleri kendi söylemi ve duruşuyla yeniden üretmesi nedeniyle edebiyatımızda müstesna bir yerde.
Necati Mert’le Şule Yayınlarından çıkan son öykü kitabı Fincan Fincanla üzerinden onun öykü serüvenini, farklı yönleriyle, konuştuk.
Öykü bir söz olarak, bir eylem, durum olarak gelir bulur beni, diyorsunuz. Bu süreci biraz açabilir misiniz?
Öyle sözler, eylemler, durumlar vb vardır, insanı çarpar, ben de çarpılırım, yüreğim acır; “İşte bu yazılmalı derim” içimden. Ne ki hepsini yazamam; beni çarpanın, yüreğimi acıtanın, başkasını da çarpması, yüreğini acıtması için zaman gerekir: plan yapacak, kişi bulacak, kelime seçecek ve sözü uzatmadan anlatacaksın. Bir ressam gibi. Fasulye satan bir köylü kadının bir sözüdür bana “O Gözle” adlı öykümü yazdıran. “Köprü Başında” adlı öyküm, tanığı olduğum bir sarkıntılık olayına dayanır. “Bir de Kızımız Var Bizim” de vakitsiz bir ölümün ardından yazılmıştır. Bazen de öykü adeta kurgulanmış düşer, kolay yazarım; “Birkaç Saat İçinde” bunlardan biridir mesela. Peki, beni güldüren sözler, durumlar yok mu? Var elbette, ama böyle öykülerim az –sayılı: “Organize”, “Semiramis’in Tülleri” falan.. Ben daha çok örtük mizahı seviyorum galiba.
Kurgu/gerçeklik ve biyografi ilişkisi ile diğer kurgu öğelerini incelediğimizde bunlar arasında yakın mesafelerin olduğunu görüyoruz son kitabınızda da. Bu bir tercih midir, yoksa öykücülük serüveninizin doğal bir sonucu mu?
Benim öyküm yaşadıklarıma, gördüklerime ve dinlediklerime dayanır. Çoğun, birinci tekille yazarım; nedeni, ‘ben-anlatıcı’ gerçekliği, içtenliği daha kolay vermekte bana göre. Ama getirdiği sıkıntılar da var. Anlatılanların benim başımdan geçtiği sanılıyor hep. Neredeyse “Ben bir gol kralıyım” cümlesiyle başlayan bir öykü yazsam, gol krallığıma da inanılacak. Fakat “Park” adlı öyküm böyle algılanmadı.
Neden?
O öyküdeki anlatıcı da “ben” zamirini kullanır oysa;, ama bu “ben” park’ın kendisidir –bu görüldü. Gelgelelim özne-kişi’nin insan olduğu öykülerde anlatıcı ile yazar arasındaki ayrılık görülemiyor –nedense.
Aralarında hiç mi ilişki yok?
Anlatıcı, yazarın sadece ve sadece sözcüsüdür. Bütün ilişki bundan ibarettir. Kurgu’ya gelince: Kurgu sinemayla girdi edebiyata. Montaj demek. Yani parçaları bir sıra hâlinde dizmek, yerli yerine koymak. İyi de edebiyat, sinemadan önce parçaları kendi hallerine mi bırakmıştı? Hayır. Parça deyin, malzeme deyin fark etmez, metne, öğelerini bir plan üzre alıyordu kudema’nın yazarı. Kurgu’su buydu. Ben kurgu’yu böyle anlıyorum: Plan. Diyeceğim bir haber yazısında bile bu anlamda kurgu vardır. Fakat günlük hayatın gerçeklerinden veya biyografiden yararlanmış metinler, sözgelimi benim öykülerim, kurgusuz, görülebiliyor. Hiç olur mu? Hayat, konuşmaz. Hayatın içinde saklı olanı, bin bir yol aça aça yazar konuşturur. Gösterir. Edebiyat budur. İsa Çelik’e sordular: “Fotoğrafı nasıl yakalıyorsunuz?” Cevabı, “Beni ilgilendiren bir şeyle karşılaştığımda, dört köşesine dört çarpı koyup pencere oluşturuyor, deklanşöre basıyorum” dedi mealen. Elbette öyle yapacak. Bir kara kutuya sığar mı hayat, sığar mı dünya? Gereği de yok. Hayat bütün karmaşasıyla işte –buyurun seyreyleyin.
Biyografiye dayanan öyküler, hatta romanlar bile, kurgudan uzakmış gibi algılanıyor. Edebi bir metinde kurgusuzluk mümkün mü?
Hayata, gerçeğe, biyografiye yaslanan öykülerin kurgusuzluğundan söz edenleri ayıplıyorum. İnsafsızlık ediyorlar. Nedir onların anlattıkları? Gerçek değil, biyografi değil. Ya ne? Olmayan bir şeyi varmış gibi yazmak. Tasarlanmış olanı anlatmak; kurgu’ya başat bir rol vermeden olmaz belki. Ama böyle de olsa, yapılan, sonuçta yine kurgudur. Yani plan, seçme, ayıklama, sıralama vb.
Diyeceğim benimkiler gerçeği kurgular, entelektüellerinki tasarlanmışı. Biri gerçektir, öteki “kurmaca” Zurnanın zırt dediği yer işte burası: kurgu ve “kurmaca”
Uzattığımın farkındayım, ama izninizle son bir şey daha: Metinle yazar/gerçek arasında bir “kurgu mesafesi” vardır. Buna dikkat edilmezse vah ki vah! Gerçek, edebiyata bu mesafeyle girer ancak.
Nasıl sağlanır bu? Birini anlatayım: “Beni Yazmışsın” adında bir öyküm var; Heceöykü’nün 91’inci sayısında çıktı. Yazar, bir işportacıyla yaptıkları ağız kavgasına da yer verir öyküsünde. Etrafını saran meraklı okurlara da okur öyküsünü. İçlerinden biri sorar: “Anlattığınız gerçek mi, sahi mi? Bunlar oldu mu?” İşportacı da oradadır, yazar ona döner, konuşmasını bekler. İşportacı konuşur: “Gerçekte böyle olmadı, fakat anlattığı adam, fazlasıyla ben.”
Sosyalist bakış açısıyla toplumun geçirdiği değişimi ve sonuçlarını işlediğiniz ve teknik olarak toplumcu gerçekçiliği kullandığınız ve 1999’da yayımladığınız öyküler toplamı, Gramofonlar, Radyolar, Teypler‘den Fincan Fincanla’ya baktığınızda neler söylemek istersiniz?
Sosyalist bakış açımı bugün de taşıyorum. Bırakmadım. Sömürü varsa sosyalizm de olacak çünkü. Hep mi olacak sömürü? Bugüne kadar böyle oldu, bugün de böyle. Gelecekte ne olur kestiremiyorum. Fakat kapitalizmin katlanılır bir sömürüye razı olabileceği, hatta Marx’ın öngörmediği bir eşitlikçi düzene adım atabileceği de aklıma gelmiyor değil. Bunun 70’li yılların sosyalizmi ile ilgisi nerede? Yok, hiç yok. Sosyalizm bugün bana dar geliyor, gömleğini giyemiyorum. Ama bugün bile ondan aldığım ilhamla yazdığım öyküler var.
Gramofonlar…da beni utandıracak bir öykü yok. Hatta sevdiklerim de var: “Mustafa’nın Karesi”, Kürsü”, “Oruç Satmak”, “Paytoncu Şevki Amca” gibi. Sevdiklerim de dâhil, bu öyküleri yeniden yazmak isterim. Onlarda okura güvenmediğimi, lafı uzattığımı görüyorum. Fakat ilginçtir. O kitaptaki öykülerden üçü üç ayrı antolojide yer almakta. Yine ilginçtir, “Mustafa’nın Karesi” kırk küsur yıl sonra bile beğenildi, değerlendirildi.
Minnacık Bir Uçurum’da değişim ve modernleşme temasının daha özelde kentleşme sorunsalı üzerinden işlendiği öykülerde teknik olarak da ilk dönemden farklılıklar göze çarpıyordu. Sanırım bu sorunsal son kitabınızda temel öğelerden biri olarak yine altı çizilen bir problem olarak kendini gösteriyor?
Evet, değişim, modernleşme, Doğu-Batı, taşra, esnaf hayatı, kentleşme, aile… benim vazgeçemediğim konular. Gramofonlar…’dan on dört yıl sonra, kendi imkânlarımla yayımladım Minnacık Bir Uçurum”u. Bu süre içinde araya sözü geçer ustalar da girdi; İstanbul’a öykümü kabul ettiremedim. Üç yayınevinden döndü kitap.
Geceye Uçurulan Güvercinler, olaydan ziyade durum ağırlıklı öykülerden oluşuyor ve bu anlamda öykücülüğünüzde yeni bir değişime işaret ediyordu. Son öykülerinizde ise bu durum çoğaltılan “an”lar olarak karşımıza çıktığını görüyoruz. Durumdan an’a geçiş ve bu çoğaltım hakkında ne düşünüyorsunuz?
Minnacık Bir Uçurum 1980’li yıllarda yazıp bir kenara koyduğum öykülerden oluşur. Geceye Uçurulan Güvercinler”i de yine kendi imkânlarımla 1996 yılında yayımladım. 1990’lı yılların öyküleridir çoğu. Ya da şöyle: Bu iki kitap o on dört yıl içinde yazdıklarımdan oluşur. On dört yıl içinde neler gördüm, neler geçirdim… Kırgınlıklar… Küslükler.. Bir çeşit “sükût suikastı”. Neden olay öyküsünden vazgeçtim? Niçin durum öyküsü? Valla ben de bilmiyorum. Memduh Şevket Esendal’ı severim, çok severim. Çok etkilendim ondan; nedeni acaba bu mudur?
Gönüller Küçüldü ile kitap adlarınız kısaldı. Nasıl ki bu kitapla cümleleriniz de kısaldı. Türk öykücülüğü, bugün, öncesinde hiç olmadığı kadar dili ekonomik kullanıyor. Modern insan tahammülsüz, ayrıca çok eksikli bugün. Eksile eksile olgunlaştığımız söylenebilir mi, ne dersiniz?
Doğru diyorsunuz: İlk üç öykü kitabımın adları üçer kelimeden oluşur. Yine doğru diyorsunuz: Cümlelerim kısaldı. Öykü kelime ekleye ekleye değil, kelime eksilte eksilte yazılır. Zannederim bu eksiltmeyi kitap adında da yapmışım. Gönüller Küçüldü’den sonraki öykü kitabımın adı ise, tek kelimelik: Zamansız. Gramofonlar…’ı geçiniz; öykü kitabına verilecek ad değil bu; “Tamircinin El Kitabı” gibi bir şey. Tekin Sönmez: “Sen esnaf üzerinden değişimi, dönüşümü yazıyorsun; Gramofonlar… kitabın için ideal bir ad” dedi; zaten kitap fikrini kafama sokan da o, itimat edip dinledim –yaptığım yanlışmış. Ama Minnacık Bir Uçurum ile Geceye Uçurulan Güvercinler’i çok severim. Ucu açık adlardır. Çağrışıma kucak açarlar falan. Demeden geçemeyeceğim, Abdullah Harmancı’nın beğendiği en güzel öykü kitabı adı da Gönüller Küçüldü’dür.
Zamansız, öyküye yeni tanım getirme üzerine geliştirilen teknikler ve türler arası geçişin ilk belirgin adımı belki de öykücülüğünüzde. Postmodern öykü eğilimlerinin ilgi gördüğü veya dikkat çektiği bugünden Zamansız’a baktığımızda neler söylenebilir?
Benim öykü okuru önüne adam gibi çıkışım Gönüller Küçüldü iledir. Adnan (Özer) E dergisinin başında; benden genç öykücülerin öyküleri üzerine yazmamı istedi. Gençler öykü gönderecek, ben de onlara şöyle yapın! aman sakın ha! şöylesini hiç mi hiç yapmayın, diyeceğim. Tatsız bir şey. Kitap tanıtma yazıları gibi. Eleştiri değeri olmayan karalamalar. Adnan’a bunları söyledim, “Böyle değil de şöyle yapalım Adnan” dedim, “dergiye gelen öykülerde neler eksikse: diyalog, kişileştirme, kimlik, öykü kişisi, ilk cümle, öykü boyu, sahneleme.vb, bunlara dair didaktik bir metin oluşturayım; son paragrafı da amatörlerin öyküleri için kullanayım. İlk yazıyı götürdüm: “Hissetmek, Hissettirmek ve Sadelik”. Adnan beğendi; yazı, E’nin 3’üncü sayısında yayımlandı, tarih: Ağustos 1999. Bizim şehir, harap. Yollar yollara karışmış. Evlerde kimsecikler yok. Her pencereden, sakin günlerde tutmaya kıyamadığımız, önünde sigara içemediğimiz, o canım perdeler, darağacındaki peş peşe mahkûmlar gibiler. Evimize yirmi iki ay giremedik. O yazılar kırkın üzerindedir, yirmi ikisi çadırkentte, köy evlerinde, emanet adreslerde yazıldı. Nasıl oldu bilmem, dergi bir iç fırtınasına girdi, dağıldı. Kapandığını Refik Durbaş’tan duydum; “Çerçeve Öykü” dergideki son yazım oldu. E’deki bu yazılar, dergi için hazırladığım ama gün görmemiş iki yazı ve önsöz yerine, “Hikâye Etrafında” başlığı altında bir giriş eklenerek” Nisan 2006’da,Hüseyin Su’nun himmetiyle Öykü Yazmak adı altında Hece’de kitaplaştırıldı. Kitabın okur tarafından fena halde tutulduğunu biliyorum. Yayınevinin de şikâyeti yok. Büyük konuşmayayım, zannım o ki dergi kapanmasaydı, o yazıları hâlâ yazıyor olacaktım.
Tekin Sönmez Bir Bir Değilken; Şükran Kurdakul, Sosyalist Kültür Ansiklopedisi’ne yazdığım maddeler için, May Yayınevi adına telif ödediler. En büyük telifi de Oda Yayınları’nda iki baskı yapan Hindinin Biri için Celal Bayar Satar’dan aldım.
Bunları niçin anlatıyorum? Telif ödemeyen dergiler var; yazı istiyor ama teliften söz açmıyorlar. Kimi de telif verilecektir notunu düşüyor jeneriğe, ama defalarca hatırlatılmadıkça vermiyor. Telif veren gayet az. Adnan, E dergisi, Gendaş Kültür verdi. Bana verdikleri belki sembolikti –olsun. Öyle durumdaydım ki dergi benden para istese vermeye hazırdım.
Adnan’ın yanında Hasan Öztoprak; bir gün pat diye “Ağbi yav, kimlerin kitaplarını basmadık, sen dergide de yazıyorsun, bir dosya hazırla, getir, basalım” dedi. Gönüller Küçüldü’nün Temmuz 2002’de çıkış hikâyesi de böyle.
Sormadınız ama Adnan’ı anmamak, bendeki hakkını sükûtla geçiştirmek büyük densizlik olur.
Allah Allah! Siz Zamansız’ı sormuştunuz diğil mi? Lafı nerelere götürdük!
Evet, dediğiniz gibi, Zamansız’da öyküyü yeniden tanımlamaya çalışıyorum. Çoğun tanımına uygun öyküler yazdım. Yeni tekniklerle karşılaştıkça, postmoderni öğrendikçe onları da kullandım. Ne ki teknik heveslisi değilim, öyküyü tekniğe indirmem. Postmodern değilim; getirdiği imkânları kullanırım ama. Yeter ki getirilenler, benim hissettiğimi okura hissetirmekte bana yardımcı olsun.
Gramofonlar…’dan beri denemeyle de ilgiliyim. Öykümde deneme, denememde öykü vardır. Baştan dudak bükülüyordu türler arası geçişkenliğe –şimdi serbest. Geçişkenliğe mesafeli duranı polis götürüyor. Siz Zamansız’da hangi öykülerinöykü tanımını zorladığını düşünüyorsunuz, bilemem. Ben, “Hatıraltı”yı, “Bir Delikanlı Kedinin Soysuzlaşması”nı ve illa ki “Zamansız”ı sayarım. “Zamansız”da tiyatroyu kattım öyküye. Ama “Minnacık Bir Uçurum” adlı öykümde de vardı tiyatro. Diyeceğim dergilerde görünmediğim o on dört yıl içinde denemediğim metot kalmadı.
14 Mayıs 1982’de Adapazarı İl Halk Kütüphanesi’nde düzenlenen Sait Faik Anma Günü’nde yaptığınız “İstanbul-Taşra” konuşmanıza değinmek istiyorum. Daha sonra bu konuşmanız için “Benim edebiyatçı kimliğimin, toplumcu-gerçekçilikten, bu gerçekçilik içinde daha özel bir yere kayışı bu sözlerle başlar. Başlar da bunun bedeli ödettirilir bana.” dediniz. Neydi bu “bedel” ve bu günden geriye baktığınızda bu “bedel”i öderken neler yaşadınız?
Taşrada her şehrin, her meseleye maydanoz olan ekâbir takımı vardır. Kırantadırlar, kostak kostaktırlar. Yaşları, tanınmışlıkları vardır, biraz da paraları. Hele ki bir de serbest meslek sahibi iseler –yanlarına yaklaşmak yürek ister. İşte 1982 yılında bizim şehrin soyluları, ölümünden yirmi sekiz yıl sonra Sait Faik’i hatırlayıp memleketinde anmak ister. 12 Eylül Sıkıyönetim günleri devam etmektedir. Ama soylular korkmaz. Hatta bir profesör aracılığıyla devrimci gazete “Cumhuriyet”le de temas kurarlar. Oktay Akbal gelir, Tahsin Yücel gelir, Salim Şengil gelir, masa başına geçerler, Sait Faik’i anlatacaklar. Yav, memleket bu kadar önemliyse Kerim Korcan nerde, Faik Baysal nerde, ben nerdeyim? Yazarlığımın onuncu yılındayım, beni yazardan saymıyorlar. Faik Baysal’la Kerim Korcan’ın adını bile duymamışlar. Gelen yazarlar da, sayıyı çoğaltmayı istememiş olmalılar, bizimkileri uyarmıyor. Daha önce Kerim Korcan’la görüştüm, “Faik Baysal’ı da ikna edin, birlikte gelin” dedim. Kerim Korcan geldi, 12 yıl siyasi mahkûm olarak hapis yatan Adapazarlı romancımızı tanıttım münevverlerimize. Kerim Korcan’a söz verdiler, onun üstelemesiyle bana da. Vali orda, Tümen Komutanı orda, Kurmay Başkanı orda, yanları sıra sivil protokol yani kentsoyluların saz heyeti de orda. Yaptığımız bir çeşit korsan eylem.
O gün şunu öğrendim: Türkiye’de bir İstanbul var bir de taşra. Hatta taşra hiç yok. Onlarınki yazarlık da bizimki sanki arzuhalcilik. Bunun aynen devamını istiyor İstanbul, kontrolünü de taşradaki müritleri üzerinden yapıyor. Tezkireciler İstanbullu şairleri “şehrî” diye mübalağa eder, taşra şairlerini ise memleketleriyle hafife alırlardı; bizimki de bu hesap: Kapağı İstanbul’a atamadın mı ilelebet Adapazarlısın! Sadece dükalığın değil şehrinin insanları gözünde de taşralısın. Hiç unutmam: Kütüphane’den çıktık: Kerim Ağbi, ben iki de edebiyat öğretmeni arkadaşım. Yürüyoruz; öğretmenlerden biri diğerine, “Biz de edebiyat öğretmeniyiz, gel, bir toplantıyı da biz dağıtalım!” demez mi! “Sıkar!” diye yapıştırdım, “dediklerimi demeye edebiyat öğretmenliğin yetmez.”
Olay Reha Öz tarafından “Cumhuriyet”te duyuruldu, fısıltı gazetesiyle yayıldı. Haddimi bilmezliğim bu kadarla kalmadı; merkeze karşı öfkemi, Ankara, Bursa, Trabzon taşrasındaki dergilerle de sürdürdüm. Sen misin sürdüren! Gramofonlar… 1979’da, Minnacık Bir Uçurum 1994’te çıktı; aradaki on dört on beş yıl, neler çektim, ben bilirim. Tanıl Bora’ya selamla; bu taşra övgücülüğü doğru muydu? Evet, taşra homojen değildir; taşrada ilkellik, lumpenlik bugün de kol gezmektedir. Merkezin, taşrayı dışlamasına karşı bir refleksti benimki. Bugün taşra yine başlıca konularımdan. Kıyasıya eleştiriyorum. Yalnız içeriden bir eleştiri bu –görülmeli.
O gün şunun da tanığı oldum: Türkiye’de hiç kimsenin sahih bir duruşu yok. Ne taraftar, takımıyla ne partili, partisiyle ne de dernek üyesi, derneğiyle dürüst bir ilişki içinde. Statün varsa her yerdesin, yoksa hiçbir yerde. Ya da şöyle: Hiyerarşideki yerin kadarsın. Ondandır, iki rakip kulüp başkanı altlarındakilerle olamayacak kadar canciğer olabilirler.
Öykücülüğünüzde değişmeyen bir noktaya, Abdullah Harmancı’nın ifadesiyle, insanlara merhametle, şefkatle bakan, tatsız tuzsuz olayları bile bir gülümseme havası içinde anlatan tavrınıza değinmek isterim.
Günlük hayatımda pek sıcak değilim; ama öykümde şefkat, merhamet ve sakinlik varsa buna sevinirim. Edebiyat da zaten bu değil midir?
Yaşamın her yönü öyküye dâhil Necati Mert’te. Ayrıntılar, günün telaşının içinde süzülüyor ve hafif bir tebessümle kimi zaman hüzünle insana dokunuyor. Hüznü duygu olarak son kitabınızda biraz daha hissettim dersem yanılmış olur muyum? Sükûnetli bir hüzündü hissettiğim.
Gönüller Küçüldü, Zamansız ve son öykü kitabım Fincan Fincanla yayınevi arayıp da bulamadığım yıllarda dosyada tuttuğum öyküler değil. Bu üç kitap basım tarihlerine çok yakın dönemlerde yazılmış öykülerden oluşur. İlki 2002’de, ikincisi 2011’de, üçüncüsü 2020’de yayımlanır. On sekiz yılın öyküleridir bunlar. Bu on sekiz yılda yaşadıklarım var onlarda: Taşranın 2002 yılındaki büyük yürüyüşüne sevinmiş, fakat selefleri kadar olmasa da, onlara çok yakın dışlayıcılık göstermeleri karşısında da üzülmüşüm. Sevincin ve hüznün peş peşe hızlı bir aksiyon-reaksiyon diyalektiği içinde oluştuğunu söylemiyorum elbette. Ama alttan alta dönemle yakından ilişkili. “Sükûnetli bir hüzün” diyorsunuz –doğru. “Sükûnet” ve “Hüzün”. Şaire inanırım: “hüzün ki en çok yakışandır bize / belki de en çok anladığımız”.
Bu eserinize kadar sığlığa düşmeden karşıt yönleri değerlendirerek kurgunun imkânlarından yararlanarak insan gerçeğini dile getirdiniz. Bu yaklaşımınızda da öykücülüğümüze kendi renginizi kattınız. Bu eser, taşradan öte, belki şehirden öte, insanın kendi gerçekliğini ve kırgınlıklarını mekânlaştıran bir yapıya sahip. İnsanın kalbi, yüreği, gönlü; öykülerin yeri, zamanı hatta karakterleri. Bu noktada bu eserin diğerlerinden bu yönüyle farklı olduğunu düşünüyorum, ne dersiniz?
Hiç sığlığa düşmediğimi söylüyorsunuz. Çok teşekkür ederim. “Bu eser, taşradan öte, belki şehirden de öte, insanın kendi gerçekliğini ve kırgınlıklarını mekânlaştıran bir yapıya sahip” de diyorsunuz, bunun için de teşekkür ederim. Fincan Fincanla’nın ilk bölümü “Koydan Ötesi Deniz”de, ne kadar bağımsız görünseler de birbiriyle hayli ilişkili beş öykü yer alır. İlk öyküyü yazarın sözcüsü anlatır, ötekileri öykü kişilerinin kendileri. Kırgınlıklar, sevinçler, bekleyişler, umutlar, kaçışlar, saklanışlar, çıplaklıklar… harman edilir. Yüzleşmek gereklidir. Kendimle yüzleşirim zaman zaman. Davranışlarım, sözlerim arasında çelişkiler yakalarım. Bunları önceki öykülerimde de yapmış olmalıyım. Fincan Fincanla’da kişilerim alt bilinçleri sakınılmadan çıkarılmış demek.
“Cümlelerimiz basit olmazsa, fen dilinden kaçmazsak, yani diyeceğimizi sadelik içinde demezsek ne olur? Duyduğumuzu duyurmak için dil aramış oluruz ki bu da içtenliğe gölge düşürür.” Sözleriniz üzerinden öykü yazanlara neler dersiniz? Basit cümle nedir? Hisleri duyurmak için dil arayışı engelinden nasıl kurtulunur? Yazarın hissetmesi ne demektir?
Cümle Ömer Seyfettin’indir. “Öykü Noktası” yazılarının ilkinde kullanmıştın. Ömer Seyfettin’in, genç öykücülere dediği şu: Cümleniz basit olsun, bu bir: fen dili olmasın, bu da iki. Yani, “sade dil”le yazın, diyor Usta, didaktik dili asla kullanmayın. Peki, “sade dil” nedir? “Arı dil” mi? Bu hikâye uzun. Bunu bir başka söyleşide kurcalayalım; şu kadarını söyleyebilirim şimdi: Ömer Seyfettin’in cümlesinin bugüne çevirisi şudur: “Nurullah Ataç’ın tilcikleriyle yazmak zorunda değilsiniz.
”Genç öykücülere benim her zamanki öğüdüm şudur: Eski yeni, sol sağ, iler geri demeden bütün hikâyecileri de. Çevirileri de. Ancak Türk dilinin hikâyesini yazmak zorunda olduğunuzu unutmayacaksınız. Açayım: Borges’in yürüdüğü yolda, onun öyküsünden daha güzelini, sözgelimi labirentlerine, masallarına, dünyanın bütün kültürlerine kadar uzanır, Borges’in fevkinde öykü yazabilirsiniz. Ama ö öykü Türk dilinin öyküsü olmaz.
Okuma önerisi: Erdem Dönmez’in Necati Mert; Hayatı, Öykücülüğü ve Eserleri başlıklı yüksek lisans tezi yazarın tüm yazı serüvenini ayrıntılı ve sıcak bir dille ele almış. Öykücülüğümüz için çok önemli olan bu anlamlı çalışma hem yazarın hem de hikâyeciliğimizin önemli duraklarına dikkat çekiyor.
edebiyathaber.net (13 Temmuz 2020)