Söyleşi: Hatice Balcı
Feridun Andaç’ın deneme-anlatı türündeki eseri “Paris Bir Yalnızlıktır” geçtiğimiz ay Eksik Parça tarafından yayımlandı. Andaç, Avrupa’da yıllar boyunca sayısız kente gitmiş; fakat bu kentlerin hiçbirinde Paris’teki kadar rahat edemediğini söylüyor. Bu kente her gelişinde, kentin labirentinin derinliklerine dalıyor ve bunu yaparken bir yandan da kendi labirentini kurcalıyor sanki. Paris’te gördükleriyle, hatırladıklarıyla, okuyup yazdıklarıyla mutlu oluyor. Biz de Andaç’la onun Paris’ini ve kentteki yazı yolculuklarını konuştuk.
Kitabınızı okurken anlıyoruz ki Sartre ve Camus’yu ilk gençlik yıllarında keşfetmeniz sizi Fransız Devrimi’ni incelemeye götürmüş. Oradan da Aydınlanma Çağı metinlerine. Sonrası Paris’e sayısız gidiş gelişleriniz ve kente dair tanıklıklarınız… Dünya değiştikçe insanların işlerine, mesleklerine, ilişkilerine, uğraşlarına, aşklarına, alışkanlıklarına, aile yapılarına bakışları da değişiyor. Paris’e ilk defa hangi yıl gittiniz ve o gün bugündür Paris yaşamında bu anlamda özellikle gözlemlediğiniz dikkat çekici dönüşümler, değişimler oldu mu?
1980’lerin sonu. Bir geçiş kenti gibi gelmişti ilkten. Ama asıl 1994’tür Paris’i yaşamam. Keşfetmenin büyüsü ile gelen her şey. İnsanın elinden tutup hiçleşme sanrısının kıyısından sizi çekip alan kentler vardır; işte Paris öyle bir kent olarak hayatıma yansıdı. Yaşayan, yaşatan bir kent. Bir yanda düşler, ötede yaşananlar…
Yaşanmayan bir zamanı öteleyen bir kenttir benim için. Eğer yaşarsanız varsınızdır orada. Ötesi gölgesiz zaman, gelip geçersiniz; salt “gittim” le kalırsınız.
Değişenle değişmeyen, dönüşenle dönüşmeyen iç içedir bu kentte. Kendi Paris’inizi yaşamak için size alan açandır andığım da. Görmek istemediğinizi görmez, yaşamak istemediğinizi yaşamazsınız. Şunu diyebilirim, siz nasıl hissederseniz Paris size kendini öyle ele verir.
Özcesi kendi olan kenttir. Öyle çok heyecan aramayın, ama size bu duygunuzu geliştirmek için alan açan, nefes veren kenttir; özgürleştiğinizi hissedersiniz orada.
Her şeyini sıklıkla değiştiren bir kent olarak çıkmaz karşınıza, bir bakıma onaran/koruyan/taşıyan kentler öyledir. Yıkım zamanlarını geride bırakmış, yerleşmiş arınık bir kente dönüşmüştür. “Eski kent” kavramı günümüzde sıklıkla dillendirilir, doğrudur da. Yani mekânsal hafızasını koruyan kenttir Paris. Belki de bana iyi gelen bir yanı da budur!
Kitabınızın ismi onu elimize alır almaz Hemingway’in “Paris Bir Şenliktir” ini çağrıştırıyor. Biliyoruz ki Hemingway severek okuduğunuz yazarlardan biri ve okura da onu hatırlatmak istiyorsunuz sanki. Hemingway’in Paris’i ile sizinkini birbirinden ayıran kalın çizgiler veya tam tersine belli kesişim noktaları var mı? Varsa nedir onlar?
Doğrusu bu adı çağrıştıran her şeyi bir yana bırakarak yazdım. Ki, yaşayarak yazdım. Bu da tümüyle Paris’te gerçekleşti. Bir nazire olsun diye düşünmedim. Öyle ki, kitaba bu adı seçerken kendi içimdeki duygunun tınısına dönüp baktım.
Her yazarın kendi zamanı, zamanının ruhu ve kenti algılama biçimi vardır. Üstelik Hemingway “yitik kuşak” ın hiç de “yitik” olmayan bir adamı olarak gitmişti Paris’e. Ve kendini bir yazar olarak var etmek için didinip duruyordu.
Bunları Paris’te hâlâ sürdürenler vardı, görünce, ürkmedim; ama öylesi bir sürüklenişi seçmek benim doğama uygun değildi.
Sakinlik, keşif, içsesinin tınısında yaşayarak yazmak/düşünmek vardı benim için. Katılacağın hayatlardansa gidip yaşayacağım yerler vardı öncelikle benim için. İnsanlar ise işte o yerlerde ve zamanlardaydı. Her adımda birbirimize doğru yürüdüğümüz, kenti birlikte keşfettiğimiz insanlardan söz ediyorum; ama sanmayın ki çoktular, olsaydı sıkılır alıp başımı giderdim. “Azlık” tan yanayımdır hep, patikalarda gezinmek, kendi patikanı açmaktan yana… İşte Paris size bu bilinci aşılayabilen kentlerdendir.
Sözün bir yerinde, Paris’e bakarken orada olup da bizde olmayanı, bunun niçinlerini de araştırırız diyorsunuz. Edebiyatınızı besleyip coşturmak adına, Paris’te “bulunma” halinin İstanbul’la kıyaslandığında size sunduğu ve Paris’in asla kaybetmediği “olanak” nedir?
Şurası kesin ki; Paris’e yazmak/yaşamak/kendi sesinde yolcu olmak için gittiğim zamanlar benim Paris’imi ortaya çıkardı. Daha da önemlisi size yitmeyen bir mekân duygusu vermesi, tarih bilincinizi diri tutması o kentin doğasında olan bir şey. Edebî bellek ise size gitmeyi öğretir; neye nasıl bakabileceğinizi… İşte o süreçte de düşünür, okursanız ancak karşınıza çıkar kent. Ama Paris buna da açık kenttir. Zira kent okuma bilginiz varsa eğer size bir kılavuz olabilir bu kent.
İstanbul’la kıyaslanabilecek bir kent olmadığını söyleyebilirim. İstanbul’un enerjisi, dokusu, heyecanı bambaşka. İçinden deniz ve nehir geçen kentler asla karşılaştırılamaz gibi gelir bana. Su oralarda başka başka akar, dalgaları da, kıvrımları da; hatta insanları da bambaşkadır. O nedenle, uzunca süre yazadurduğum “Benim İstanbul Çağım” anlatısında bu karşılaştırmayı yapmamla birlikte, bir kıyasın yanlışlığını düşünürüm hep.
Varlığının birikimini her bir yerinde hissedersiniz Paris’in. Ayırmaz şuyu buyu, o nedenle taşıyıcıdır; ortak miras olarak görür tüm yaşamsal birikimi. Bunu görmek, hissetmek bile insana iyi geliyor orada.
Anlatıda ilerlerken bazı sayfalara bir süre sonra yeniden dönüp bakıyoruz. Bu sayfalar, okurlara kentle ilgili gezi rehberi çıkarma fırsatı veriyor. Örneğin benim için Michel-Ange’deki La Fontaine Sokağı; Cafe De Flore; Hugo, Balzac, Rodin evleri, Dali Müzesi ilk fırsatta görülesi yerler arasında…Resim ve heykelle içli dışlılığınızın yansıra özellikle La Fontaine Sokağı’nı anlattığınız sayfada “yabancılık” duygusunu aşabilmek için böylesi mekânlara bağlanmak kaçınılmaz diyorsunuz. Paris’in sizin ilgi alanlarınızı da içine alan ve burada birçoğunu da sayamadığımız bütün o mekânları yazarken, yaratırken sizi nasıl etkiliyor, tetikliyor?
Gitmek karşılaşmaktır, derim. İnsanda merak ve keşif duygusu varsa eğer, yaşama cesaretiniz artıyor. Gitmek sırlı, korkulu bir şey olmaktan çıkıyor. İnsana gitmeyi de öğreten bir şeydir bir kente gitme duygusu. Bazen tersi de olur. O nedenle derim ki; kent bir kadın gibidir, keşfedilmeyi bekler.
Ve adımladığım yerin anlamını düşünen, notlar alan, görmeyi önceleyenimdir. Sokakları, binaları çizerim adeta… Anlamaktır benim işim. Düzyazı kentte kurulur derim. Etkilenmek, öğrenmek, keşfetmek için giderim. Yani görmeyi de iş edinirim. Kentin doğasını anlamaya veririm kendimi; pasajlarından kaldırımlarına, müzelerinden cafelerine, kitabevlerinden ağaçlarına değin gözlemevime ve duygularıma yansımasını isterim. O nedenle Paris düş ve düşüncelerimin açık kentidir. Çünkü orada düşünce haritanız biçimlenir, duygu eğitiminden geçersiniz. O nedenle sinema, tiyatro, kütüphane, müze, orman, alanlar, simgesel yapılar, kutsal yerler, vb. olmadan bir keti kurabilir misiniz; işte insan da tüm bunlarla donanarak gelişir. Sanayileşme modern kentleri böyle kurdu, antikiteden miras aldıklarını günümüze böyle taşıdı. Sokrates, Platon, Aristoteles nasıl çıktı sanıyorsunuz; Sartre, Balzac, Stendhal, Flaubert…
Bir kenti var eden değerlere bağlanmışımdır, bunlarla biçimleniyorsunuz adeta. Etkilenme ise kaçınılmaz.
Paris’i anlatırken metninizde yer verdiğiniz imgeleri, izlenimleri, kavramları idrak ettiğimiz anda bir de bakıyoruz ki okur olarak kendimizi sorguluyoruz: Ne yaptığımız, nasıl yaşadığımız, hayatımıza neleri aldığımız veya geride bıraktıklarımız gibi…Yazarken metninizde bu şekilde sorgulayan, sorgulatan bir yapı oluşturmayı nasıl başardınız?
İçselleşerek yazmanın ötesinde elbette içsesinize göre bir yaşama ayarındasınızdır. Adeta sesinizle dünyanın bütün seslerini karşılıyorsunuz. Renkler, görüntüler birer birer akıyor belleğinizden.
Sonra gidip kaldığım her mekânda olmazsa olmaz masalarım, çalışma araç gereçlerim vardır. Çoğunlukla orada başlar, kurarım yazacaklarımı. Sonra yollara düşerim başka yerler, mekânlar için… Yazarak yaşamak / yaşayarak yazmak için gittiğimin bilincindeyimdir. Sözcüklerden başka hiçbir şey beni ayartamaz!
Kurguya inanırım. Eril ve dişil kentler size kurma biçimi öğrettikleri gibi duygu aşısı da yaparlar. Tıpkı Paris-İstanbul gibi!
Paris’in aydınlığı kadar karanlığı da kendine çekiyor sizi. Sözcüklere taşıdığınız biçimiyle kentte kapıldığınız “sanrı”ların yanısıra bazen öteleyen, sarsan, acıya, melankoliye sürükleyen anlar yaşıyorsunuz. Bu ikiliğin dilinizi, üslubunuzu yenileyen, besleyen kaynaklardan biri olduğunu söyleyebilir miyiz?
Yazmak için kenti, bir yeri, bir mekânı seçenlerdenimdir. Özenirim demem, özenle kurarım o dünyayı. Ve seçilmiş bir yalnızlığı yaşamak için gitmişimdir. Kendime verilmiş bir şey gibi kurmam. Adeta bir resim çizer gibi çizer, tasarlarım günümü. O nedenle Paris benim yazma auramı kıvandıran kenttir. Düzeni, uyumu, insanların ve seslerin birbirlerine dokunmadan akışını severim burada.
Adeta kabuk değiştirme mevsimlerime denk gelir bu tür gitmelerim. O tür bir inancım vardır ve o kent beni kendine çeker, bazen o kabuk kırılır, hatta altındaki deri de değişmeye başlar, bir tür renk değiştirir!
Nefes alırsınız anlayacağınız. Birçok kenti gören/yaşayan, hatta deneyimleyen biri olarak söylüyorum bunu.
Kitabınızı okurken Paris’i görme biçimlerimiz çeşitleniyor. Bu biçimlerden biri de “beden”leşen Paris. Üstelik siz tam emin olamasanız da bu kent yaratıcı aşklarıyla, aşıklarıyla büyük ölçüde bir kadın bedeni. Tam şu anda, -kenti de özlemişken- hayallerinizde nasıl bir kadın Paris?
Kentsiz kadın, kadınsız kent olur muydu? Sanmam! Peki Paris’le hep özdeşleştirilen “aşk”a ne demeli?
Burukluk ve acı geliyor sonra, sonrasında neşe…
“İz bırakan yara da bırakır,” diyen şair de bu kentlidir. O nedenle böylesi kentlerin sokakları, mekânları, insanlarının yüzleri, doğası, bulutları hep başkadır benim için.
Örneğin Paris’ten geçip gittiğim Liegé de öyleydi bir zamanlar benim için. Ama o kadın o kentten kopup gidince ben de uğramaz oldum. Flulaştı her şey benim için. Oysa Paris’te bunu kalıcı, derin, içli biçimde yaşarsınız. Size sadık bir kenttir. Alır kucaklar, hatta yaralarınızı sarar.
Sinemaya meraklı olduğunuzu biliyoruz. Sormadan edemeyeceğim: Ne zaman izleseniz sizi kendi Paris’inize götüren kült filmleriniz hangileri?
Doğrusu Fransız “yeni dalga” sından ilk izlediğim filmler benim sinemaya tutkumun başladığı yıllara denk gelir. Ve çoğunu hiç anlamazdım. Ama inadına izlerdim. İstanbul’a gelip gidip Sinematek’i bulduğumda karşıma ilk çıkan kişi kimdi biliyor musunuz? Onat Kutlar.
O tarazlı sesiyle elimden tutup dar bi salonvari yerde önde bir yer açıp oturttu Godard’ın Serseri Âşıklar filmini birlikte izledik. Paris orada belleğime kazındı diyebilirim… Tabiî sonraları başka birçok Fransız filmi geldi…
Fellini’yi, dahası İtalyan “yeni gerçekçi” sinemasıyla karşılaşana kadar Fransız sineması benim için vazgeçilmezdi, çünkü mekân duygusuna dayalı öyküler bana etkileyici geliyor, hatta duygu dilimi/görme biçimimi eğitiyordu. 400 Darbe, Son Metro, Unutulmayan Sevgili (FrançoisTruffault), Cherburg Şemsiyeleri (Jacques Demy), Hiroşima Sevgilim, Savaş Bitti (Alain Resnais), daha sonraları François Ozon filmleri…
Son olarak ekleyecekleriniz var mı Sayın Andaç?
İşte şimdi size Paris’e gitmek duygusundan söz edebilirim. Bu bende birkaç hafta önce başlar, hatta ay bile diyebilirim. Öyle çantamı alıp zıp diye gitmem Paris’e. O duygu önce içimde mayalanmalı. Sonra da kalkıp giderim sorgusuz sualsiz.
Anlaşılan yakınlarda yine bir Paris yolculuğunuz olacakJ Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkürler…
edebiyathaber.net (23 Temmuz 2020)