Okuma eylemini “en az yazmak denli” önemli bulan Marx’a göre, yetkili yazar varsa, yetkili okur da olmalıdır. Yetersiz ve niteliksiz doktora tezleri “halk ile tin, yaşam ile bilim, özgürlük ile insan” arasına girmektedir; Alman yazınında Lessing yetkin yazardır (Karl Marx ve Dünya Edebiyatı s. 52- 53); çünkü bu yazar yapıtlarında toleransı, çoğulculuğu, insancılığı, eleştirelliği ve ayrımlaştırmayı yazınsallaştırır. Marx, insancıl bir gelecek kurmak için, var olan her şeyi “acımasızca” eleştirmek ve böylece değişimin ve ilerlemenin yolunu açmak için uğraşır.
Friedrich Schiller, ‘İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine’ adlı yapıtında sanattan haz duyma ile sanatsal duyumsama arasında doğru orantılı bir ilişki olduğunu şöyle anlatır: “Müzik önce insanın müzik duyusunu uyandırmalıdır… Ancak müzik için bir kulak, biçimin güzelliğini görmek için bir göz gerekir.” Marx bu sözlere gönderme yaparak, şu belirlemeyi yapar: “Sanattan haz almak için, sanatsal olarak eğitilmiş olmak gerekir”; çünkü insan ancak güzelliğin kurallarıyla uyum içinde şeyleri biçimlendirebilir; onlara estetik nitelik kazandırabilir. Böylece, sanat gelecek umudunu yeşertebilir; ancak toplumsal-politik kökenli sorunları ve çirkinlikleri tek başına ortadan kaldıramaz.
Marx ve yazıncılar
Marx’ın önemsediği, alıntıladığı ya da gönderme yaptığı sayısız yazıncı arasında Heinrich Heine hep en baştadır. Paris yıllarında bu iki savaşımcı arasında kalıcı bir yakınlaşma oluşur. Marx’ın Paris’ten ayrılırken, Heine’ye yazdığı mektupta (12 Ocak 1845) bu yazıncıyı “bavuluna koyup birlikte götürmek istediğini” dile getirmesi, bu dostluğun anlatımıdır. Kızı Elanor Marx da babasının Heine’ye şair olarak hayranlık duyduğunu, içten bir yakınlık beslediğini aktarır (s. 69). Heine’nin bazı anlatımlarını yazılarında kullanmıştır. Heine’nin ‘Dokumacılar’ şiiri, Marx için “eski halk şarkılarından yeni proleter şiire geçişi” simgeler. Marx ayrıca Heine’nin ‘Almanya: Bir Kış Masalı’ adlı yapıtının son okumasını yapar (s. 71).
Biçim ile içerik arasında nasıl bir ilişki vardır?
Marx bir yazısında (3 Kasım 1842) yazınsal üretim ve değerlendirim açısından önem taşıyan şu belirlemeyi yapar: “Biçim, içeriğin biçimi değilse hiçbir değer taşımaz.” Filozofun şu tümceleri de biçim-içerik diyalektiği kapsamında değerlendirilebilir: “Tutku hemen duyumsanır; kötü yazılmış mektuplara yol açar. Heyecanlı bir aşığın sevgilisine yazdığı mektup iyi bir biçem örneği sergilemez; ancak tam da ondaki bu anlatım karmaşası, aşkın, yazar üzerindeki gücünün en açık, en belirgin, en dokunaklı göstergesidir. Aşkın yazar üzerindeki gücü, sevdiğinin ona uyguladığı güçtür. Bu nedenle, tutkulu bir bulanıklık ve sonsuz bir biçem karmaşası, sevgilinin gururunu okşar; çünkü dilin aldatıcı, herkesçe erişilebilir ve dolayısıyla güvenilmez doğası; yakın, bireysel, duyusal ve zorlayıcı bir öz-yapıya bürünerek, duygunun tümüyle güvenilir bir göstergesine dönüşür.” (s. 72).
İnsan nasıl sanatçıya dönüşebilir?
Marx ‘Elyazmaları’nda (1844) sanat ve yazını, insanın öz varlığıyla ayrılmaz bağı içinde değil, “dışsal bir yarar ilişkisi” içinde düşünüldüğünü belirtir ve yaşam gerçeklerinin anlaşılmasını sağlayan üretim alanları arasında sayar. Bu nedenle, yazınsal yapıtların toplamı olan yazın, diğer insan ürünleri ve etkinlikleriyle ilişkisi içinde ele alınmalıdır. Yazınsız, şiirsiz kalmayı, birçok şeyden yoksun kalma olarak değerlendirir. Yazın çirkinlikleri örtmek için araç olarak kullanılabileceği gibi, Shakespeare, Cervantes, Heine, Goethe gibi büyük yazarların yapıtlarında değişik yoğunluklarda görüldüğü gibi, gerçeklerin açığa çıkmasına da katkıda bulunabilir (s. 75).
‘Elyazmaları’, Marx’ın insanın, öz emeğinin ürününe yabancılaştırımı kuramını, bir başka anlatımla, emek sömürüsünü kuramlaştırdığı kitabıdır. Filozofun anlatımıyla, işçi, işinde özünü ne denli harcar ve güçsüzleşirse, kendi karşısında yarattığı nesneler dünyası o denli güçlenir. İşçi özünü, emeğini nesneye katar; ancak bu nesneler kendisine değil, başkasına, kapitaliste aittir. Bu süreçte nesneler değer kazanırken, emek değersizleşir. “Emek güzellik üretir; ama işçiyi kötürümleştirir.” Emek ürünü olan nesneler, kapitalizmde emekçiyi insanlığından uzaklaştıran yaşam dünyasına dönüştürülür. “Eshilos’un Prometeus’un köleleri insana dönüştüren ‘ışığın meskeni’, işçi için artık yoktur.” Marx’ın bu bağlamda Eshilos’un ‘ışık meskeni’, Goethe’nin ‘insanlığın Sınırları’ şiirinde sözünü ettiği ‘dayanaklı, sağlam yeryüzü’ eğretilemelerini kullanması ilgi çekicidir (s. 77).
Kapitalizm, parayı her şeyin ölçütüne dönüştürmeye ortam hazırlar. Para ile her şey alınabilir. Bu düzende insanın gücü, paranın gücü kadardır. Bu bozucu etki, büyük ölçüde sanat ve yazın için de geçerlidir. Bu nedenle, nasıl ki insan insanlaşmak için paranın gücünü alt etmek zorundaysa, sanatçı da sanatçılaşmak için aynı şeyi yapmalıdır. Marx bunu örneklendirmek amacıyla, Shakespeare’in ‘Atinalı Timon’ adlı yapıtında “paranın özünü yetkin biçimde” yansıttığını dile getirir (s. 79). Görüleceği gibi, Marx için tüm sanatlar, dolayısıyla yazın, insanın özünü ve yaşam koşullarını değiştirmeye ortam hazırlamalıdır.
Halk anlatıları, tarihsel-toplumsal koşulların ürünü olan yazıncılar
Halk anlatılarını çok önemseyen Marx, yazın ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi değerlendirirken, bir anlatıyı, anlatılan dışsal nesne ile karşılaştırma kabalığına düşmez; çünkü insanların gerçekliği yorumlayışının, “yazının ham maddesinin önemli bir parçası” olduğunu bilir. Yazınsal eleştiride kurgusal karakterlerin salt düşünce ve eylemlerinin değil, içinde yaşadıkları toplumsal-kültürel çevrenin, konuştukları dilin kurgulanmasının da önemsenmesi gerektiğini vurgular.
Marx/Engels ‘Kutsal Aile’de çalışan sınıfların düzyazı ve şiirde yeni bir yazın geliştirdiklerini dile getirirler. Yazınsal yapıtın, somut yaratıcısının tarihsel-toplumsal konumu gözetilerek doğru alımlanabileceği konusunda ipuçları verirler. Marx’a göre, yazınsal yapıtların dönüştürücü etkisi ancak böyle ortaya çıkarılabilir. Bu bakımdan yazın ve nesnel koşulların ürünü olarak ortaya çıkan yazan özne, duyumsama ve estetikleştirme gücüyle, okurda nesneli değiştirme gücünü ve coşkusunu geliştirir.
‘Feuerbach Üzerine Savlar’, nesnel ile öznelin etkileşimi açıklamak açısından ipuçları sunar. Yaşam koşulları, bilinci biçimlendirir; ancak öz-bilinçli insan koşulları değiştirebilir. Bu ilke, toplumsal edimleriyle yaşamı biçimlendiren yazarlar ve okuyucular için de geçerlidir. Hegel’den esinlenen Marx’ın ‘Savlar’da vurguladığı gibi, “insanın gerçek doğası, toplumsal ilişkilerin toplamıdır.” Marx, bu belirlemesini, ‘Paris’in Gizemleri’ adlı yapıt kapsamında yazınsal üretim ve alımlama kapsamında eleştirel edim açısından verimlileştirmeyi dener (s. 101). Her türlü eleştirel etkenliği, edimin bir biçimi olarak tanımlar. Yazar ve okur, eleştirel edimde hem özünü geliştirir, boyutlandırır, hem de böylece, toplumsallaşmış insanlık bilincinin gelişmesine katkıda bulunur. Marx’ın “Sanatın, hukukun, bilimin tarihi yoktur” belirlemesi, sanatın/yazının tarihsizliği olarak anlaşılmamalıdır. Bu belirleme, sanatın ve yazının, her şeyi kapsayan insanlık tarihinin, insanlığın toplumsallaşma uğraşının tarihi olarak anlaşılmalıdır; çünkü eleştirel edimiyle değişen ve değiştiren salt insandır.
Lassalle veya ‘tarihsel’ nasıl yazınsallaştırılmalıdır?
Prawer kitabının ‘Tarihsel Trajedi’ bölümünde Lassalle’ın Franz Sickingen adlı trajedi denemesini ele alır. Buradaki anlatımla, anılan oyun “tumturaklı, beceriksiz yazılmış, klişe dolu, hem karakter yaratmanın inceliklerinden, hem de şiirsellikten” yoksundur. Trajedinin kahramanı, Franz Sickingen, 15. yüzyıl Alman Köylü Savaşları döneminde yaşamış bir şövalyedir. Marx anılan trajedi denemesine ilişkin mektubunda (19 Nisan 1859) yazın anlayışını serimleyen şu değerlendirmeleri yapar: “Trajedinin bütünleştirimi ve eylemlerin gelişimi etkileyicidir. Duygu yönü güçlü olan okuyucuları daha fazla etkileyebilir. Nazım türünde yazmaya karar verdiğine göre, hece ölçülerini biraz daha sanatsal örebilirdin. Bu eksik, ‘profesyonel şairleri’ şaşırtabilir. Resmetmek istediğin çatışma, yalnızca trajik değil, 1848- 49’daki devrimci partinin çöküşüne neden olan çatışmanın ta kendisi. Dolayısıyla, bunu modern bir trajedinin eksenine yerleştirme kararını tüm kalbimle destekliyorum.” Konunun, ele alınan çatışmayı anlatmaya elverişli olmadığını dile getiren Marx’ın açımlamasıyla, anılan şövalyenin “çöküşüne neden olan şey kandırmaca değildir.” O şövalye “çökmekte olan bir sınıfın temsilcisi olarak var olan koşullara karşı, daha doğrusu o koşulların yeni biçimine karşı isyan ettiği için yenik düşmüştür.” Goethe de ‘Götz von Berlichingen’ adlı trajedisinde benzer bir izleği yazınsallaştırmıştır.
Marx, Goethe’nin bu yapıtına gönderme yapar ve şu görüşleri dile getirir: O zavallı şövalye, “şövalyelik ile imparatorlar ve prensler arasındaki karşıtlığı yeterli bir biçimde sergilemiştir ve Goethe de onu oyununun kahramanı yaparak doğru bir iş yapmıştır.” Sickingen prenslere karşı savaşıyorsa, “tarihsel olarak haklı olsa da Don Kişot’tan başka bir şey değildir. İsyanına bir şövalyelik davası olarak girişmiş olması, bir şövalye olarak isyan ettiğinden başka bir şey göstermez. Eğer isyanına başka türlü girişmek istemiş olsaydı, daha başından itibaren doğrudan kentlere ve köylülere seslenmesi gerekirdi.” Bir başka anlatımla, Sickingen, gelişimleri şövalyeliğin yadsınmasını anlatan kentli ve köylülerle birliktelik kurmaya yönelmeliydi. Böyle bir yönelim ise, onun kendi sınıfına karşı olması demektir.
Marx belirlemelerini sürdürür: “Dolayısıyla, eğer çatışmayı ‘Götz von Berlichingen’de zaten serimlenmiş olana indirgemek istemiyorsan, o zaman Hutten ve Sickingen kendilerini devrimci olarak düşündükleri için ve 1830’ların eğitimli Polonya soyluları gibi, bir yandan gerici sınıf çıkarlarını temsil ederken, diğer yandan da kendilerini devrimci fikirlerin sözcüsü durumuna getirdikleri için gizlenmek zorundaydılar. Öyleyse, devrimin aristokratik temsilcilerinin, senin oyununda olduğu kadar ilgi odağı olmasına olanak tanınmamalıydı. Özellikle köylülerin ve kentlerdeki devrimci öğelerin temsilcilerinin de arka planda ciddi ölçüde etken olduğu gösterilmeliydi. O zaman en modern fikirlerin en saf biçimde konuşmasına çok daha fazla olanak tanımış olacaktın. Oysa şimdi merkezi fikri oluşturan şey, dinsel özgürlüğün yanı sıra, sivil (kentli) birliktir. O zaman kendini daha fazla Shakespeareleştirmek zorunda duyumsayacaktın. Oysa şimdi en ciddi kabahatinin, bireyleri zamanın ruhunu anlatan birer sözcü gibi kullanarak, Schillerleşmek olduğunu düşünüyorum. Sen bir anlamda, senin Franz von Sickingen gibi, Lutherci şövalyelerin muhalefetini, Münzerci pleplerinkine üstün görmek gibi diplomatik bir hataya düşmüş değil misin?”
Marx, şu belirlemesiyle yazınsal eleştirinin temel ilkelerinden birini vurgular: “Daha ötesi, karakterlerinde ‘karakteristik’ bir öğe göremiyorum… Karakterin daha sağlam ve daha ön planda olduğu başka bir dönem olmuş muydu 16. yüzyılın dışında? Hutten’ın sadece ‘şevki’ temsil ettiğini görüyorum ve bu çok sıkıcı. O aynı zamanda akıllı değil miydi, şeytani bir kavrayışı yok muydu? Ve bu yüzden senin elinde büyük bir haksızlığa uğramış olmuyor mu?
Ayrıntıya girmek gerekirse: Karakterlerin orada burada kendileri hakkında düşünmeye fazla düşkünler; bu da senin Schiller tercihinden kaynaklanıyor.” Marx burada bir yazınsak yapıtın omurgasını oluşturan karakter çözümlenmesini ayrıntılandırır; dizleri tek tek ele alır, değişiklikler yapılmasını, fazlalıkların atılmasını önerir.
Yazarın kitapla ilgili diğer yazısı için>>>
Onur Bilge Kula – edebiyathaber.net (14 Ağustos 2020)