Barbarları beklerken bir şeyler içmez misiniz? | Erdinç Akkoyunlu

Ağustos 21, 2020

Barbarları beklerken bir şeyler içmez misiniz? | Erdinç Akkoyunlu

Çin’den yayılan önce akciğerleri, sonra da tüm iç organları zedelediği anlaşılan ama bu korku yetmezmiş gibi şimdi de beyni ve kemikleri de etkisi altına alan gizemli, korkutucu ama o oranda da insanların vurdumduymazlığı ile eş değer bir salgın hastalık, tıpkı Orta Çağ romanlarının kurgusundaki bir gerçek dışılık gibi her yanımızı sarıyor. Henüz nasıl geldiğini evlerimizde gönüllü ve zorunlu hapis günlerinde anlamadığımız yaz, tüm gücünü kullanarak nem artışı ve sıcak hava dalgalarıyla üzerimizde hükümdarlığını kurmuşken, bizi damla damla tüketirken birden hava bozuyor. İstanbul’a şehrin kârdan sonra en hatırlı misafiri olan yağmur iniyor. İşsiz günlerimin sabahına gözümü açtığımda, havanın kin tutan bir yürek gibi karardığını ve neye kızdığı belli olmayan sinirli mizaçlılar gibi kükrediğini görüp duyuyorum. Kendi kendime “Barbarları Beklerken‘i yazmak için bundan daha iyi bir sabah olamazdı” diyorum.

Nitelikli bir romanla karşılaşmak, insanın kendisinin dahi bilmediği benliğinde saklanan gizemlerle karşılaşmakla aynı tecrübe demek. Güney Afrikalı (Beyaz ırktan) Yazar John Maxwell Coetzee’nin romanlarını okumak da, insana ruhunu gösteren bir aynanın karşısında durmakla eşdeğer bir çabaya den geliyor. Bu yazı, daha iyi anlaşılabilmek için yazarı pek istemese de edebiyat dersine benzer bir takım kuram açıklamalarıyla dolu olacak. Çünkü nitelikli edebiyatı, öyle benim gibi bir yasadışı edebiyat eleştirmeninin serbest makalesi açıklamaya yetmez ve bu düpedüz yazara da, okura da haksızlık olur. Üstelik Barbarları Beklerken romanını okumayanlar için de fazlasıyla spolier içerecek bir metinden kaçmak da olası değil.

Anlatmadan anlatmak

Batı edebiyatı artık bu sanatta gidilecek yeni yol ve yöntem kalmadığını düşündüğünde, yani bugün bizim Klasikler dediğimiz giriş-gelişme-sonuç yöntemiyle yazılmış, Tanrı yazarın yani metnin her noktasında sesi duyulan ve her olaya müdahale eden anlatıcının daha ilk andan itibaren karakterleri önce fiziksel özellikleri, sonra da ruhsal durumlarıyla betimlediği çalışma disiplini eskimişti. Ve Batı edebiyatı artık Klasikler sınıfına kesilecek yeni bir bileti hak edecek yazar kalmadığını, bu türün alıcısı olan bir okur kitlesi kalmadığından hareketle kavrayınca, edebiyatta yeni yöntemler aramaya başladılar. Bu da kabaca bir tarihle 1950 sonrasına denk geliyor. Ki zaten dünya yani dünyanın kendilerinden ibaret olduğunu düşünen ve kültürünü yönettiğini varsayan Batı (aynı zamanda da Rusya) 1910’dan 1945’e kadar iki büyük savaş çıkarıp 100 milyon kişiyi bomba atıp parçalamakla meşguldü. O günlerde savaştan nispeten uzak ABD dışında Batı edebiyatında üretim parmakla sayılacak denli azdır. O metinler de çoğu savaştan etkilenmeyeceklerini düşünüp Belçika’ya göçen Avrupalı yazarların (başta Stefan Zweig gibi) ayakta kalmak için para kazanma adına metin ürettiği vakitlerdi. Ezcümle Avrupa edebiyatı dünyayı, bireyi ve edebiyat sanatını sorgulayıp, metinde yeni yollar aramaya 1950 sonrası başladı ve nitelikli edebiyat için üretken bir yöntem bulma süreci geçirirken elde ettikleri formüllerden biri de ‘Anlatmadan Anlatmak’ oldu.

Peki neydi bu? Coetzee’nin bugünkü yazımıza konu Barbarları Beklerken romanı, üzerinde güneş batmayan imparatorluk İngiltere’nin sömürgesi olan Güney Afrika’da geçen bir metin. Romanda ne imparatorluğun adı, ne de hikayenin geçtiği memleketin ismi zikredilmez. Kaldı ki Anlatmadan Anlatma tarzında karakter ismi, yer yöre adları ve olay betimlemeleri kural gereği yoktur. Ama biz okur olarak Coetzee’nin bir Güney Afrikalı Beyaz Yazar yani orayı sömürmeye gelmiş ve ülkenin asıl sahibi olduğu iddiasındaki bir İngiliz kökenli insan olduğunu biliriz. Olayın zaten Güney Afrika’da geçtiği de malumumuz. Öte yandan bu tür Anlatmadan Anlatma romanları okurun tarihsel bilgisini de yokladığı için, romanı okumadan evvel Güney Afrika’da İngilizler tarafından yapılan dil, din ve insani sömürü hakkında az çok bilgi sahibi de olunca, bu kez romanın başkarakteri olan bir taşra sınır kasabasının Hakim’inin tabi ki İmparatorluğun Beyaz işbirlikçilerinden biri olduğunu biliriz. Artık bunu Coetzee’nin anlatmasına gerek yok.

Görüldüğü üzere Anlatmadan Anlatma kuramında, eğer Barbarları Beklerken romanını J.M. Coetzee değil de Victor Hugo yazıyor olsaydı, elimizde 4 bin sayfadan oluşan, 6 ciltlik bir roman bulunurdu. Önce Hugo bize Güney Afrika’daki yerli siyah ırk ve sömürgeci beyaz yönetici sınıfı betimlemeye başlar, ardından olay dizisinin ucunu gösterir, biz artık hikaye nerede başlayacak diye üçüncü cildi hatmederken meselenin daha ilk cümlede ortaya çıktığını kavrayarak elimizdeki metne yapışırdık. Ama şimdi Coetzee’nin hakkını yemeden devam edelim:

Yeni form bulmak

Bu yazarın, ki onu okumaya beni iten sebep 2003 yılında aldığı Nobel Edebiyat Ödülü değildi, her metni birer kuram üzerinde duran, özellikle üslup biçimselliği ile ön plana çıkan ama genelde Dostoyevski tarzı bir içsel durum anlatısını önceleyen romanlardan ibaret. Ki burada Dostoyevski parantezini genişletmek şart, Coetzee’nin en iyi metninin Petersburglu Usta adlı yine Dostoyevski’nin üvey oğlunun cinayetini ele alan ve öznesinin de bizim edebiyat atamızın oluşturduğu romanı olduğunu söylemek gerek. Bir başka değişle; Coetzee, Batı edebiyatının ‘yeni form bulalım’ anlayışını kendi Nobel’e varan formülü ile ele alır: Bu da klasiklerin en büyüğü olan Dostoyevski’nin durum analizi tarzını, tıpkı onun yaptığı gibi ele alan fakat bugünün çağdaş edebiyat anlayışı olan ‘Az cümleli, az betimlemeli, fakat büyük siyasi olayları ele alırken bunu yapmıyormuş gibi duran’ kavramı kullanmasından kaynaklı bir çabanın ürünü.

Hal böyle olunca, tarihi verilmeyen fakat bizim 1900’lerin ilk yarısı olduğunu kavradığımız tarihte Güney Afrika’nın bir sınır ilindeki sulh hakiminin başından geçen hikaye, daha merak edilen bir noktaya ulaşıyor. Roman, sulh hakiminin bölgeye Barbarlar’ı yani Güney Afrika’nın balıkçılık, toplayıcılık ve tarımla geçinen yerlilerini İmparatorluğa karşı baş kaldırma potansiyel suçunu daha gerçekleşmeden önlemek üzere yollanan Albay Joll’a eşlik etmesiyle başlar. Albay Joll, beraberindeki atlı birlikle bir yanı çöl olan uçsuz bucaksız İmparatorluk diyarında Barbar avına çıkar ve birkaç hafta sonra beraberinde sulh hakiminin yörenin en sessiz sakin topluluğu olduğunu herkesin bildiği bir grup yaşlı, kadın ve çocukla geri döner. Sürekli kendini sorgulayan, yaşadığı hayattan hiç hoşnut olmayan, kendine mutluluk arayan ama bunun için hiç ama hiç çabalamayan sulh hakimi, bu düzenli ve dengeli hayatı sürdürürken, Albay Joll’un çoluk çocuk demeden Barbarlar’a işkence etmesine sessiz kalır. Bir müddet sonra Barbarlar sanki doğada yaşamanın en güzel örneğini insanlara gösterenler kendileri değilmiş gibi kasabanın ortasındaki mahkemenin de bulunduğu kışladaki hayata alışır, çocuklar mutfağa girip şeker dilenir, kadınlar tüm gün uyuklar, adamlar mutlulukla gülümser. Fakat Albay Joll, aldığı emirler üzeri İmparatorluğa karşı başlatılacak büyük Barbar isyanında rol alacaklarını farz ettiği bu insanlar üzerinden onları kör etmeye, uzuv koparmaya varan sorgu yöntemlerini uygulayınca açlıktan bebekler ölmeye başlar.

Bu duruma sessiz kalış adalet dağıtmak üzere hayatını tüketen fakat İmparatorluk’un katı kuralları karşısında kendi yargıçlığının tek celselik hükmü olmayan sulh hakiminde içsel bir kırılmaya sebep olur. İşte Coetzee, Nobel Edebiyat Ödülü ve 2 kez de İngiliz dilinde yazan yazarlara verilen Booker’ı nasıl hak ettiğiniz bize gösteriverir. Karakterini bize Yeşilçam filmlerinin zihnimize kodladığı haksızlık karşısında kendinden geçen başkarakteri gibi büyük bir gösteri ile yapmaz. Öncelikle durumu günlecre umursamaz, ama ölen çocuğu da aklından çıkaramaz. Joll başka bir yöreye Barbar yakalamaya gittiğinde ise sulh hakiminin karşısına dilencilik yapan bir kadın çıkar. Bu kadın ile yolları birkaç kez kesişir ve kadının kör olduğunun farkına varır. Onu tüm kasabanın gözleri ve dedikodusu önünde kendi lojmanına alır.

Dostoyevski olmak

Barbar kadın gençtir, güzeldir, seksidir, fakat gözleri çıkacak isyanı öğrenmek için işkence yapan Albay Joll tarafından çakmakla kör edilmiş, sonra da dağlanmıştır. Bu körleşmeden kendini sorumlu tutan ama bunu alt metinde veren sulh hakimi, kadının dilencilik günlerindeki paçavralarını yırtıp atar, onu her gece yıkamaya ve kremlerle ovalamaya başlar. Aslında kadın bu rahat yatak ve yemek için kendini sulh hakimine sunmaya hazırsa da, hakim kendi yaşlılığını, kadının gençliğini ve ona yapılan işkenceyi sorgulayarak geçen günlerde buna yanaşmaz. Fakat bu yıkama ve yağlama seanslarında kadının da kendini sırf ihtiyaçlarını karşılayan kişiye bu hizmetin devamını sağlamak için sunma arzusunun yerini sulh hakimine duymaya başladığı aşkın cinsel arzusu alır. Bunu fark eden hakim ise aradaki yaş farkından, kasabalının evine bir sürtük kapattığı dedikodusunun etkisine değin pek çok etmenden ötürü ve çok da içinden gelmediğinden işin sonunu cinselliğe dökmez. Ama Barbar kadına aşık olduğunu da gizleyemez.

Bir müddet sonra hakim, yanına birkaç asker alarak kadını Barbarlar’ın yanına götürüp, eski özgür hayatına kavuşturmaya ve kendi ruhunu da özgür bırakmaya karar verir. Burada Coetzee, romanın ikinci fazına geçerek ilk bölümde insanın kendi ile savaşının yanına bu kez de dünya kuruldu kurulalı beri hiç bitmeyen insanın doğa ile savaşını ele alır. Romanın ikinci bölümünde Güney Afrika’nın ne zorlu bir doğaya sahip olduğunu o bitmek bilmeyen yolculuktaki betimlemesi tam kıvamındaki kısa cümleleri ile anlatır. Alt metinlerde de Barbarlar’ın aslında rahat şehirlerde yaşayan sömürgeci barbarları bu topraklara sahip olarak nasıl korkutabildiği saçmalığını ele alır. Sonunda kadınla yolda birkaç kez sevişen sulh hakimi, onu Barbarlar’ın yanına bırakıp geri döner.

Barbarları Beklerken 211 sayfalık hacmine karşın, Coetzee’nin edebi zekası gereği içinde 5 farklı romanın bulunduğu bir metin. Her fazda ayrı bir romanı okuma şansını okura veren Coetzee, sulh hakiminin kışlaya geri dönüşünde bu kez onu Barbarlar ile gizli görüşme yapmak, bir Barbar kadın ile devlet görevlisine yakışmayacak münasebetler kurmak suçlaması ile genç bir yüzbaşı tarafından hapsedildiğini anlatır. Her imparatorlukta hukuk, o imparatorluğun işine geldiği şekilde hüküm sürdüğü için hakkında bir iddianame hazırlanmadan yani mahkeme safhasına bir türlü geçilmeden sulh hakimi bu iki alçaltıcı suçlama ile hapis tutulur. Hakim de bunun farkındadır ve günlük hayatındaki değişimleri anlatırken ve artık romanımızın hakimin tuttuğu günlükten oluştuğunu Coetzee bize ifade ederken, beri yandan da hakim hukuksuzluğa isyan eder. Bir an evvel yargılanma talebini dile getirirken, öte taraftan da çıktığı ve başına bela açan yolculuktan dem vurur, kızı neden götürüp de Barbarlar’a bıraktığı için kendine kızmaya başlar. Burada Dostoyevski tarzı bir iç hesaplaşmanın yanı sıra, hakim kişinin suçlu kişi olarak aynı insanın iki farklı pozisyonda nasıl toplumca konumlandığının anlatısı daha sonra Barbarlar’ın çıkarttığı öne sürülen bir savaşla başka bir hal alır. En nihayetinde İmparatorluk’un istediği olmuş Barbarlar ayaklanmıştır. Fakat haberler tek sesli kaynaktan geldiği için güvenirliği sorgulanmak yerine kabul görür. Ardından bu savaş hali sürerken, sulh hakimi işkence üstadı Albay Joll’un geri dönüşü ile kasabalının gözünde bir daha orada kalamayacak denli bir aşağılanma cezasına çarptırılır. Ve roman sonuna doğru ilerler.

Özgün mü özgür mü

Barbarları Beklerken, Coetzee’nin en iyi metinlerinden,  İngiliz edebiyat kurumlarınca da tescillendiği hali ile 1900’lü yılların en iyi yirmi romanı arasında sayılmasından öte bizim için farklı anlamlar taşıyor. Bugün bizim edebiyatımızda da Batı formu ön planda tutulup Anlatmadan Anlatma hali süregelirken bu çok ustalık isteyen aynı zamanda okurun da niteliği ile ancak kıymetlenebilecek tür, ne yazık ki birkaç yazarın tekeline kalmış gibi. Ve sanki bu türde üretilmeyen metinler değersiz gibi görünüyor. Oysaki her metin kendi edebi türünü beraberinde doğurur, her metnin yazılışı, iklimi, üslubu farklıdır. Ve tüm romanlar hep bir başka romanın içinden çıkar, büyür ve nitelikli ise kendi yolunu, okurunu bulur. Siz siz olun, tek tipçi akımları izlemek yerine okurken de yazarken de özgün olun. Hatta daha çok özgür olun. Tıpkı Barbarlar gibi…

Kaynak: J.M.Coetzee, Can Yayınları, Çev. Dost Körpe

Erdinç Akkoyunlu – edebiyathaber.net (21 Ağustos 2020)

Yorum yapın