Hepimiz birilerinin hikâyelerinde kaderimiz onun ellerinde olan birer kahramanız.
Kitabımı bu cümleyle bitirdim. Niye yazmıştım bu hikâyeyi? Yazdığım şeyin bir kurmaca mı, rüya mı, hayal mi ya da gerçekliğinden kaçtığım kaskatı, soğuk, bir kıymık gibi zihnimde dolaşan, sisler ardında duran korkunç bir yüz mü olduğuna emin değildim. Sigaramın dumanının havada çizgiler çizip sonra orada olmasına rağmen gözden kaybolduğu gibi bu düşünce de zihnimde dolaşıp sonra kayboluyordu.
Sigaramın közü parmağımı yakınca çıkıp geldim beni girdabına çeken düşüncenin kör kuyusundan. Küllüğe bastırdığım izmarit değildi aslında sönüp yok olmasını ve bir daha bu vücuda sirayet etmemesini istediğim 27 yıllık bir hayaletti. Masamdan kalkarken onu kâğıtlarda ve küllükte bırakmanın hissini yaşamaya çalıştım.
“Suçlu değilim.” demek istedim, kendime güvenerek ama bu iki kelime suçlu olduğunu bildiği hâlde suçsuzluğunu iddia edip kurtulmaya çalışan bir zavallının ağzından çıkmıştı adeta. Mutfağa girdiğimde hayaletin ürpertisi vardı hâlâ üzerimde. 27 yıllık baykuş motifli kupama kahve suyunu koyarken buhar, gözlüğümde ince bir sis oluşturmuştu. Gözlüğümü çıkarıp tezgâha koyduktan sonra çekmecelerde silmek için bir bez ararken kapıda bulanık bir suretin öfke dolu bakışlarla bana baktığını fark ettim. Tüm bedenim kaskatı kesilmiş, gerçeklikle hayalin ortasında korkuyla donakalmıştım. Kapıdaki suret topallayarak içeri geçerken “Ben kahve içemiyorum henüz onun için zahmet etme.” dedi. Bir elimle gözlüğü ararken bulanık, renklerin karmakarışık olduğu, zamanın bir yavaşlayıp bir hızlandığı, soluk alıp vermede zorlandığın gerçek olmadığını bildiğin ama gerçekliğini tüm zerrelerinde hissettiğin bir kâbusun verdiği hisle ayaklarım sanki bana ait değillermiş gibi sureti takip edip beni odaya götürdü. Odanın kapısından görünce korkudan kaskatı kesileceğini bilen ama merakını yenemeyen birinin hissiyle kafamı uzattım. Haki yeşili kapaklı koltukta oturuyordu işte. “Hadi gelsene.” dedi elini belli belirsiz bir şekilde havada sallayarak. Ayaklarım onun sözlerine itaat ediyordu. Havada süzülürcesine ilerledim ve yanındaki tekli İskandinav koltuğa oturdum yüzüne hiç bakmadan. Kupamı sıkı sıkı tutuyor ondan güç alıyordum sanki. “Demek sonunda kitabını bitirdin ha!” dedi sesine yansıyan küçük bir çocuğun duyduğu sevinçle. “E-e-evet” diyebildim sadece. Sonra sesindeki sevinç birden sorgulayıcı ve kızgınlıkla karışık bir havaya büründü. “Hiç düşündün mü, öykülerdeki kahramanların senden önce ve senden sonra neler yaptığını? Sen onları alıp istediğin şekilde bir kaderin elinde sürüklüyorsun ve bir yerde bırakıp sonrasında ne olacaklarını düşünmeden yıllarca bir hiçliğin ortasına terk edip gidiyorsun. Ya sonrasında senin yüzünden sonsuz bir ızdıraba gark oluyorsa? Ya da senden önce mutluysa ve sen onu bu mutluluktan koparıp ölümün kucağına bırakıyorsan.” Şimdi diyeceksin ki “Ama onlar kurgu, gerçekte yoklar.” “Gerçekten öyle mi, yoklar mı? Neden 27 yıldır bu hâldesin o zaman? Hatırla! O gün mesai bitimi fabrikadan çıkıp meyhaneye gitmiş, zaman ilerleyip şişe azaldıkça zaman ve mekân pelteleşip bulanıklaşmış, yanında getirdiğin defterinden yardım alarak anlattığın yazmaya başladığın ve henüz bitiremediğin son romanın kurmacalığını kaybedip gerçeklikle karışmıştı.
İşçi bir ailenin dört çocuğundan biri olan ve yanlış tedavi sonucu topal kalan küçük çocuk ve onunla alay etmeyen iki arkadaşı kentin var olan ama kimsenin gitmek istemediği hatta var olduğunu dahi unuttuğu kenar mahalledeki evlerinden çıkıp cırcır böceklerinin seslerinden başka sesin olmadığı kara servi ve ardıç ağaçlarının eşlik ettiği mezarlık yolundan geçerek terk edilmiş ve yıkılmaya yüz tutmuş kerpiç evlerin ötesindeki dereye gitmişlerdi yüzmek için. Ailelerine haber vermemişlerdi çünkü bu onların kendi aralarında gizli bir tarikat misali gerçekleştirdikleri bir tür ayindi. Dereye giderler, çeşitli hareketlerle suya atlarlar, en derine ve en yüksekten en ‘artistik’ hareketle atlayana karahindibalardan bir demet verip o gün liderliğini kabul ederlerdi. Eve dönene kadar lider ne isterse o yapılırdı. O gün küçük çocuk liderliğe hak kazanmıştı ve tarikat kuralları gereği onun dedikleri yapılacaktı. Lider, yüzmeden sonra ağaçlardan meyve toplanıp kendisine getirilmesini emretmiş, diğer ikisinin getirdiği meyveleri ottan yaptırdığı döşeğine oturup suları çenesine ve kollarına aka aka yemişti. Meyveler yendikten sonra yeni görevi vermişti lider. İlerideki kerpiç evlerden liderin belirlediği birine gidilecek ve orası bundan sonra onların toplantı yerleri olacaktı. Bu fikir hepsinin hoşuna gitti. Kalkıp kerpiç evlere doğru yola koyuldular. Kiremitleri kararmış, dökülen kerpiçlerin arasından mertekleri görünen birini seçip içeriye girdiler. İçerisi küf, toz ve çürümüş odun kokuyordu. Büyükçe bir odanın ortasına kadar ilerlediler. Camı kırık pencereden ve çatının açık kısımlarından gelen ölgün ışıkla burası tam onlara göreydi. Gizemli, masalsı ve kimsenin rahatsız etmeyeceği bir yer. İçeride bir süre etrafı gözlemlediler. Örümcekler, çıyanlar, kuş ölüleri, adını bilmedikleri böcekler, karıncalar, duvar diplerinden bitmiş otlar; kapağı kırık yüklük, naylon torba, ayakkabı teki, sigara izmaritleri, sararmış gazete kâğıtları… Ölgün gün ışığı eşliğinde masalsı bir hâl aldı ev onlar için… Burada durup derin bir nefes aldıktan sonra tekrar yüzüme bakıp devam etti. Çocuklar her fırsatta gittiler gizli toplantı yerlerine. Bir gün küçük çocuk ve arkadaşları gizli toplantı yerlerine gittiler, oyunlar oynayıp sohbet ettiler. Saatler sonra koşarak evden çıktılar. Küçük çocuk hariç.
Küçük çocuğun babası haki yeşili kapaklı koltukta elinde baykuş motifli kupasıyla otururken telefon çaldı. Yandaki sehpanın üstünde duran sarımtırak kabloları dolaşmış telefonu keyfini bozduğu için isteksizce açtı. Haberi babasına diğer ikisinden küçük çocukla aynı fabrikada çalışanın babası verdi. Senin oğlan…eski evde… yılan… diyebildi sadece.
Buraya kadar anlatmıştın hikâyeyi. “Ee sonra?” dediğimde gözlerin çok eskilerde kalmış ve artık kimsenin hatırlamadığı bir olayı anımsamaya çalışır gibi uzaklara dalmış ve “Bilmem.” demiştin. Sonra gözlüklerini çıkarıp masaya koymuş ve ceplerinde onu silmek için bir bez aramıştın. Bulamayınca sinirle karışık boşvermiş bir edayla gözlüklerini takıp garsonu çağırmış ve Timur Selçuk’tan ‘Beni Kör Kuyularda Merdivensiz Bıraktın’ şarkısını çalmasını istemiştin. Garson birkaç dakika sonra gelip “Abi o şarkı yokmuş, istersen başka bir şarkı çaldırayım.” deyince gözlerin boşlukta bir şeyler arar gibi dolaşmış sonra da “Gerek yok.” demiştin. Kadehte kalan son yudumları kafamıza dikip sigara dumanı, alkol kokuları, birbirine karışıp başka başka hikâyelere malzeme olan bedenlerin arasından geçip sokağa çıkmıştık. Eve gidip kendimize sert birer kahve yapıp baykuş motifli kupalarımızla alkolün esrikliğini gidermeye çalışmış, başaramayınca ben bu koltukta sen de şu an oturduğun koltukta sızıp kalmıştık.
Tam 27 yıl geçti. O küçük çocuğa ne oldu, iki arkadaşı ne yaptı, babası ne hâldeydi? Bir boşluğa, bir belirsizliğe, hiçliğe terk edip gittin onları. Yıllarca kendi hayatının hikâyesini yaşadın. Unutmadın onları sürekli aklına geldiler, sisler ardından görünüp kendilerini hatırlattılar ama bunu umursamadın. En kötüsü de bu ya. Unutmamak ama umursamamak da. En sonunda bugün onları 27 yıl önce bıraktığın hiçlikten çıkarıp hikâyeyi bitirdin ve kurtuldun öyle mi? Peki hiçliğin kuyusunda geçen 27 yılın hesabını nasıl vereceksin, 27 yılın öncesinde yaşadıkları hayatın senin gelişinle değişmesinin hesabını, sen nokta koyduktan sonra devam edecek hayatlarının hesabını?
Gözleri gözlerimden geçip zihnimde dolaşıyor, orada kendine dair bir şeyleri arıyor gibi bakıyordu. Dudakları bir şeyler söyleyecekmiş gibi açıldı fakat söyleyeceklerinin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini anlamış bir insanın çaresizliği, kırgınlığı ve öfkesiyle yerinden kalktı, topallayarak sislerin içine girip kayboldu.
Ben arkasından yıllardır görmediği ve çok özlediği birine kavuşmuş fakat sevinç ve mutluluk yerine kırgınlık ve öfkeyle karşılaşmış birinin çaresizliğiyle bakakalmıştım. Söyledikleri, beynimi zapt etmiş olan hayaletle birleşmiş ve beni çıkmaya çalıştığım o kör kuyuya tekrar sokmuştu. Bütün benliğimi kaplayan bu duygu ve düşüncelerin cehenneminden çalan telefon sesiyle çıktım. Telefondaki fabrikada çalıştığım zamandan arkadaşımdı. Boğuk ve derin bir sesle: Senin oğlan…eski evde… yılan… diyebildi sadece.
edebiyathaber.net (25 Ağustos 2020)