Çocuk edebiyatında sansür tartışmalarının alevlendiği bir dönemden geçiyoruz. Yabancısı olmadığımız bir konu aslında. Zaman zaman yaşanır bu tür durumlar. Herkes fikrini söyler ve konu kendiliğinden gündemden düşer. Sonra yine her şey eskisi gibi…
“Gül ve Düşün” adlı bir kitapta çocukla yan yana gelemeyecek/gelmemesi gereken ifadelerin yer alması ile birlikte başladı tartışma. Oysa kitap yakın bir zamanda yazılmamış ve defalarca yeni baskılar yapmış. Bunun nasıl olduğunu da hâlâ aklım almıyor. Bunu bir yana bırakalım, defalarca baskı yapan bu kitapta yer alan ifadeler hiç kimsenin dikkatini çekmedi mi ki bugüne dek farkına varmadık/haberdar olamadık. Peki, neden bugün? Bu soru tüm ciddiyetiyle başucumuzda dursun ama biz bunun yanıtını şimdilik aramayalım. O yanıtı aramaya kalkarsak diğer ifadelerin gerçekliğini örtmüş oluruz çünkü.
Sansür savunucularının hemen devreye girdiği bir ortamda aşırı özgürlükçüler, en önce kitabı ebeveynlerin ve eğitimcilerin okumasına da itiraz ettiler. Çocuktan önce eğitimci ve ebeveynlerin kitabı okumaları da sansüre giriyormuş(!) Biz bunları konuşurken bir grup avukat da ortaya atıverdi kendini ve kendilerine böyle bir misyon edindiklerini, çocuk kitaplarını okuyup öneri listeleri sunacaklarını açıkladılar. Hangi yetki, sorumluluk ve bakış açısıyla olduğu ise yanıt bekleyen başka sorular. Bir çocuk kitabını eğitimcilerin bile eğitimci gözüyle okumalarıyla ebeveyn gözüyle okumaları farklıdır. Bir edebiyatsever/ eleştirmen gözüyle daha da farklıdır. Bunun farkına vardığımız gün çocuk kitapları da edebiyatımız da daha farklı bir hal alacaktır. Bu tartışmayı bir kenara bırakırken fazlaca denk geldiğim bir söylemin de yanılgı olduğunu vurgulamak isterim. Bu konuda fikrini beyan edenler genel anlamda nitelikli yayınevlerinin (merdiven altı olmayan) kitaplarının takip edilmesi gerektiğini söylediler ki bu fikre de katılmıyorum. Nice yayınevinden nice adlarına yakışmayan kitapları da gördü bu gözler diyerek geçelim kitabımıza.
*Ev Değil Çarşamba Pazarı
Kitabın adı tam da bugünlerde yaşadığımız hayatı ifade ediyor gibi. Özellikle evinde öğrencisi olanlar, uzaktan eğitimin başlaması ile bunu yaşar oldular. Eğitimin normal şekilde (eskisi gibi yüz yüze) başlaması bile bir dalgalanma yaratıyorken, bin bir sorunla gelen uzaktan şeklinin bizi ne hale soktuğu ortada. Hayatımız tıpkı Leyla Ruhan Okyay’ın dediği gibi Çarşamba Pazarı’na döndü. Günışığı Kitaplığı tarafından yayımlanan kitabı okurken bile yorulduğumu hissettim. Ama fiziken değil ruhen. Kasvetten değil hareketten. Neşeli bir hikâye fakat durmak bilmeyen bir yaşantı. Ve her an bir kaos!
“Sinanların evinde bütün işler, öğretmen olan annesinin omzundadır. Bir gün Nurten Hanım okulda bacağını kırar ve evin düzeni çığırından çıkar. Sayıları ne kadardır bilemem ama kadınsız evlerin çok da düzenli olmadığı ortada. ( Şimdi bazıları ev işleri kadınların görevi mi/ yazar cinsiyetçi mi davranmış diye ayaklanmasın hemen. Yazar böyle bir şeyi kastetmiyor. ) Gökdelen gibi yükselen bulaşıklar, evi basan karıncalar, kirlenmiş giysilerden oluşan tepecikler… En ilginci ise yerçekimine meydan okuyan dede. Kitapta olaylar kaotik bir şekilde öylesine hızlı ve birbirine geçmiş olarak ilerliyor ki başım dönüyor, nefesim daralıyor. Yeteeeer diye bağırmak istiyorum.
Leyla Ruhan Okyay sıra dışı bir ailenin hikâyesini anlatıyor bize. Öyle ki bir girdabın içine düşüp de çıkmaya çalışırken bütün kaosu keyifle yaşatıyor.
Nezahat Melis Eraydın’ın resimlerinin kitabı yeşerten bir yanı var. Nedenini okuyanlar görecektir. Kaotik bir süreçten geçerken, dışarı çıkıp izleyebilsek bu denli keyifli görünebilir yaşamlarımız bilemiyorum ama Leyla Ruhan Okyay bu şekilde anlatmayı başarmış. İyi de yapmış. Farklı bir şekilde bakılabileceğini anımsamış oldum böylece.
edebiyathaber.net (7 Eylül 2020)