Yanaklarımı elimin tersiyle sildim, alelacele kırmızı ojelerimi sürüyorum. Pavyonun çamurlu tuvaletinde. Azıcık kurumasını bekleyip klozetin kapağını açıyorum. İçeride bileğim kalınlığında bir bok. Ben ona bakıyorum, o bana. Pis pis sırıtıyor. İmalarını anlamazdan gelip sifonu çekiyorum, gitmiyor.
Dans pistindeyim. Işıklar henüz beyaz, masaların çoğu boş. Sadece müdavimler gelmiş. Rakıya erken dadananlar. Saati on etmeden zum olurlar. Her akşam aynı hikâye. Aldırmıyorum. Saz takımıyla lafladım, iki tek attım, kenara sandalye çekip oturdum. Apartman topuklar canımı acıtıyor. Kimseler yokken çektiğim çileye değmez.
Başımı aynaya yasladım, daldım gittim. Canlı müziğe daha başlamadılar. Günün damar saati. Bu gerekli. Müşteriler önce dertlenmeli ki içip içip sapıtmaya bahaneleri olsun. Ön masadan istek geldi. Hatasız Kul Olmaz. Babanın çalınacağı yer değil burası. Çömezler! Bir şeyden anladıkları yok. Sadece kadeh tokuşturmayı biliyorlar. O da bol sulandırılmış. Ne halleri varsa görsünler.
Ben de hoparlörün dibine oturmuşum, kulağımda bangır bangır yırtınıyor. Hatasız kul yok mudur gerçekten? Yok diye affedelim mi yani? Daha neler. Hem hatadan hataya fark var. Hepsi aynı değil ya. Kiminin zararı sadece kendine. Zaten adam af dilemedi ki, kendi kendime kuruyorum burada. Pezevengin dölü, mesaja cevap vermedi be. Herife yedirip içirmekten cebimde üç kuruş kalmamış, parayı zar zor bulup buluşturdum. Gebersin. Kimseye ihtiyacım yok benim.
Burnumun içinde sümük sertleşmiş kalmış. Huzurumu kaçırıyor. Müşterilere arkamı döndüm, çaktırmadan kaşıyacağım, parmaklarımda kan kokusu. İnanamadım, tekrar kokladım. Evet, düpedüz kan. Çok saçma. Tırnaklarıma baktım. Sağ elimdekiler kenarlara bulaşmış. Son zamanlarda hep böyle taşırıyorum. Herhalde kafam dağınık olduğu için. Alkol yüzünden. Her sabah baş ağrısıyla, ağzımdaki kekremsi tatla uyanınca kendime söz veriyorum. Bu akşam alkolü fazla kaçırmayacağım, konslar dışında ağzıma sürmeyeceğim diyorum. Saz ekibi sahneye çıkıp da oynama zamanı gelince kadehleri sek deviriyorum. Bu gece cumartesi, ayık çekilmez. Yarın pazar, diyeceğim tatil günü. Pazartesi sendroma gireceğim. Salı yine başka bahane. Nereye varacak bu işin sonu? Ananın amına varacak. Parana bak sen.
Alev Abla yaklaştı. Elinde cep aynası. Göz kalemim akmış. Hemen siliverdim. “Kız, artık azıcık gülümse” dedi, “biz de yaşadık bunları, anlıyoruz da somurtup durduğuna değmez. N’apalım işte, her şey oluyor hayatta. Çaren yoksa eğlenceye vuracaksın.” Aynayı aldı, tek kaşını kaldırıp kendine baktı, kapayıp çantasına koydu.
“Hem bak, burası cenaze evi değil, iki gün sonra kapının önüne koyarlar.”
Dudaklarımı iki yana çektim, rujumun durumunu sordum. Yerli yerindeymiş. Kulağıma eğildi, Sedat Bey’in geldiğini söyledi. Şaşırdım. Epeydir uğramıyordu. Girişe göz ucuyla baktım. Patronla konuşuyor. Bembeyaz saçlarına, kırışıklarına rağmen oldukça genç duruyor bu adam. Mavi gözlerinde muzip bir ışıltı var. Masum yaramazlıklar tasarlayan afacanları andırıyor. Gülüşü yavşakça değil, samimi. Asıl vatanı balıkçı meyhaneleriymiş de buraya arkadaş hatırı için arada uğruyormuş gibi. Belki gerçekten öyledir. Koyu sohbete daldılar zaten. Eski dostluk. Boş bir masaya geçtiler, önlerine peynir kavun geldi. Yanlarına gitmeyim, dertleşecekleri vardır.
Beyazlar söndü, içerisi mor karanlığa büründü. Neonların kırmızısı, mavisi yanıp sönüyor. Onlar neyse de şu zemindeki ışıklara bir türlü alışamadım. İşe başlamamın üzerinden yedi ay geçti, hâlâ ne zaman oynamaya başlasam boşluğa düştüğümü sanıyorum. Daha fazla düşebilirmişim gibi. Düşmek de neyse! Kudurmuş sik gibi dimdik duruyorum ben. Öyle düşük bir kadını evimize sokamazsın, demiş anası. Hanımefendi kraliyet ailesinden çünkü. Koskoca herif de onun sözünden çıkamazmış. Hele evlensin o kezbanla, iki aya kalmaz, içip içip kapıma dayanmazsa ben de neyim.
Canlı müzik başladı, zilleri taktık, Alev Abla’yla karşılıklı oynuyoruz. Kaş göz yaptı. Yine somurtmaya başlamışım. Dudaklarımı tekrar iki yana çektim. Bu işin en nefret ettiğim yanı. Güleceğim diye yanaklarım kasılıp kalıyor. Topuklunun ağrısından beter. Şu Alev Abla âlemlerde epey eski. Tanımadığı patron yok. Yıllarca tepinmekten bacakları eskimiş. Alkolüydü, sigarasıydı derken gözaltları şimdiden çökmüş. Ona rağmen kahkahası kadehleri çınlatıyor. Şuh. Öyle olmak zorunda, yoksa bu yaşında tutunamazdı. Ama belli, içinden geliyor. Zorlamayla olmaz ki. Yani, olmaz herhalde. Olmuyor işte. Küçükken de böyleydim ben. “Sultan mısın kızım sen” derlerdi, “bu ne asalet, biraz işve cilve öğren, adam bulsan üç günde elinden kaçıverirsin vallahi, hem ye iç de azıcık etlen butlan, yarın öbür gün herifin kemikleri batar yeminle.” Sırıttım. Kemikleri batmadı, siki battı pezevengin. Sikip attı. Bir kahkaha da benden. Alev Abla’nınkine benzemiyor. Eski bir Türk filminde izlemiştim. Kadın aynayı kırıyor, sonra yusyuvarlak açtığı gözlerle gülmeye başlıyor, sesini giderek yükseltiyordu. İşte öyle. Neyse, kimseler duymadı. Coşkun Abi’nin sesi her şeyi bastırıyor. Darbuka coştu. Gözlerimi yerdeki boşluğa diktim, dudağımı ısırıyorum. Şimdi zırlamanın sırası değil. İki dubleyle hiçbir şeyim kalmaz. Kimse de konsa çağırmıyor ki. Gebersin şerefsizler. Mecbur, oynamaya devam. Aha cimdallı cimdallı, gızlar giyer bindalı, o bindalın üstüne, bu kolları sarmalı…
Şu anda tüm bedenim ayak başparmaklarımdan ibaret ve bu acının unutturmayacağı şey yok. Yetmişlik şişe her derde deva derler. Yalan. Adamlar topuklunun çilesini bilmiyor tabii. Bir daha da önü kapalı giyersem… Yüzümü buruşturdum. Elimde değil. Sedat Bey’le göz göze geldik. Tek başına. Koltuğuna kurulmuş, bacak bacak üstüne atmış, rakısını yudumluyor. Gülümsedi. Karşılık verdim. Sıkıntımı hissetmiş olacak, yanına çağırdı. Böyle bu adam. Sanki eğlenmeye değil de dert dinlemeye geliyor. Son gördüğümde benim şerefsizden bahsetmiştim. Gözlerim ışıldıyordu. Mutluluklar dilemişti. Umarım konuyu açmaz.
Karşısına oturdum. Ne istediğimi sordu, rakıyı az buldu, viski söyledi. Konsları boşuna oyalamamak için böyle yapıyor. Can dostum demez, hesabı kuruşu kuruşuna öder. “İkramlarına diyeceğim yok ama kendi söylediğimin parasını almazsa bir daha gelmem, çok iyi biliyor” demişti. Halimi hatırımı sordu. Yorgun gözüküyormuşum. İstersem tüm gece onunla oturabilirmişim. Teşekkür ettim. O kadar da yük olamam. İki duble içip rahatlasam yeter.
Şişe ve bardaklar geldi. Su koyacaktı, elimle durdurdum. Kaşlarını kaldırdı, gözlerini yüzüme dikti. “Ne ara sek içecek kadar yol kat ettin?” bakışı bu. Belki biraz da dağıtmamdan çekiniyor. Omuz silktim. Bir şey olmaz. Tadı eskisi gibi acı da gelmiyor. Üç haftada dilim nasırlandı. Hep o pezevenk yüzünden. Allah belasını versin.
Bardağı aldım, hepsini tek dikişte içeceğim, ilk yudumda gözlerim pörtledi, yaşlar boşandı, midem kalktı, öğürdüm, ağzımdakini masanın altına tükürdüm. Dudaklarımdan kıpkırmızı sündü, sündü, bir parça koptu, tekrar sündü, aşağı yukarı oynuyor, yerde irice iki damla, üzerinde neon ışıklar yanıp sönüyor. Sedat Bey mendil uzattı, aldım, çenemi sildim, üzerindeki lekeler ruj mu diye baktım, hayır, değil. Doğruldum, adamın sesi endişeli, ne olduğunu sordu. “Kan” dedim, “Bu viskinin içinde kan var.”
Yokmuş. İkna etmek için tüm bardağı lıkır lıkır içti, gözleri kızardı. Yine de ben içmesem iyi olurmuş. Şişeyi önümden çekti. Onu nasıl kandıracağımı kestiremiyorum. Başkası olsa masaya abanır, dekoltemi sunarım. Gerçi başkası olsa zaten içirdikçe içirir. Dişim kanamış, dedim, onun tadını almışım. İnanmışa benzemiyor. Yemin ettim. İstifini bozmadı. Kızına alkolü yasaklayan baba gibi. Küçülüyorum karşısında. Sanki anne, baba ve çocuklardan oluşan mutlu aile tablosunun on dört on beş yaşlarında, hafif şımarık kızıyım. Hoşuma gidiyor böyle düşünmek. Hemen fantezinin içine yerleştiriveriyorum kendimi.
Alev Abla gözleriyle patronu işaret etti. Bana bakıyormuş. Adam göz açtırmıyor. Bu masaya da tembelliğimden oturduğumu düşünüyordur. Kalkıp oynamam gerek. Ama iki duble içmeden imkânsız. Sedat Bey’e teşekkür ettim, artık piste çıkmam gerektiğini söyledim. Kafasını hafifçe öne eğdi, kaldırdı. Yüzünde yine sevecen gülümsemesi. İyi niyeti beni utandırıyor. Arkasına geçip garsona içki sipariş ederken suçlu hissediyorum.
Zillerimi taktım, oynamaya başladım. Şimdi daha hafif hissediyorum. Başparmaklarım uyuşmuş, acımıyorlar. Yüzümde o pezevengi siktir eden gülümsemem. Allah’ından bulsun. Alev Abla’ya bakıyorum. Bu sefer de onun göz kalemi akmış. Böyleyken çok yorgun gözüküyor. Kahkahası bile kurtarmaz. Sonu nereye varacak? Gözümde canlanıyor. Karanlık ve ıslak bir arka sokak, bedeni çöp tenekesinin yanında, elbisesinin gri pullarında tekel bayiinin mavisi ışıyor, yağmur saçlarından damlıyor, rimeli yanaklarında yollar çizmiş, oradan geçen arabadan üstüne izmarit fırlatıyorlar, bacağındaki yanığı hissetmiyor.
Hareketlerim kıvraklaştı. Dizlerimi büküp kalçamı çalkalıyorum. Flaş patlıyor yüzümde. Domalıyorum. Öndekilere meme şovu, arkadakilere göt. Alkışlar, ıslıklar. İşte böyle! Alev Abla kenara çekilmiş. İçimde mahcubiyet. Bunları yaptıkça onu haftanın kazandıranları listesinde sonlara atıyorum. Kahkahası şuh ama nereye kadar. Siktir etmem gerek. Kırkımda hâlâ buralarda sürtmek istemiyorum. Hatta otuzumdan önce kurtulmalıyım. Üstüme bir ev, bir araba, faiziyle geçinebileceğim para yeter. Sağlam bir enayi bulmalı. Karanlığa öpücük atıyorum. Kim üstüne alınırsa. Bağırışlar yükseliyor. Göz ucuyla Sedat Bey’e baktım. Telefonuyla haşır neşir. Adamın bize aldırdığı yok. Ununu elemiş, eleğini asmış, kadına doymuş, kafası rahat, fors yapmaya çalışmıyor. İyi böylesi iyi, o izlese bu kadar arsızlaşamam. Oynarken elimi belimde, karnımda gezdiriyor, biraz daha aşağı iniyorum. Bu hareketim adamları her seferinde kudurtuyor. Müzik coştu. Kimine göre olayım, halbuki çok kolayım, sıkıntın mı var, gazını alayım, yerine göre sodayım…
İki tek daha attım. Hakan Abi’nin ikramı. Köşe masayı işaret etti. Konsa çağırıyorlarmış. Canıma minnet. Çaktırmıyorum ama yorulmuşum. Şeytan diyor, kimse görmezken kurtul şu ayakkabılardan, parmakların biraz rahatlasın ama yapmıyorum. Şimdi çıkarırsam şiştikçe şişecek, bir daha içine giremeyecekler. Yanlarına gittim. Üç kişiler. Bağrı açık olan yer açtı, mecbur onun yanına oturdum. Boynunda altın zincir, arasından kılları fışkırmış. Elini koltuğun üstüne attı, omzuma değdi değecek. Bu ata oynamalıyım. Beyaz gömlekliyi de yem kullanırım. Diğeri sünepenin teki. Onu görmezden gelirsem erkeklikleri pekişir, kendi aralarında horozlanırlar. Gelsin şişeler.
Baktım, kolyelinin eli omzumda dolanıyor, cilve yapma bahanesiyle masaya eğildim, saçımı elimle sağa attım. Ne içeceğimi sordu. Bütçeni zorlamak istemem canım, dedim, ne söyleyebilirsen ona tavım. Beyaz gömlekliye gülümsedim. Duruşu dikleşti, “Güzelim, burada ben dururken hesabın lafı yapılmaz” dedi, garsona işaret çaktı. Viski. Gözlerime şaşkın ifademi takıp teşekkür ettim, diğerine döndüm.
“Arkadaşın, maşallah, pek kral adammış.”
Elindeki otuz üçlük tespihten çıkarıyor acısını. Oltu taşı boncukları beyaz gömleklinin kafasını ezer gibi parmaklarının arasında eziyor.
“Eee canım, sen de pek suskunsun. Somurtmaya mı geldin buraya?”
En büyüğünden meyve tabağı söyledikten sonra anlatmaya başladı. Gürültüden ne dediğini pek anlamıyor, anlamaya da çalışmıyorum. Hayran gözükmem yeterli. Gözlerimi açıp dudağımı ısırıyorum. Bu hareket şimdiye dek hiç şaşmadı. Her seferinde coştukça coşuyorlar. Çilek aldım, ağır çekimde ısırıyorum, kulağıma eğildi, “Benim hanım geçen hafta doğurdu da onu kutlamaya geldik” dedi, “Üçüncüye oğlan.” Sırıtıyor. “Eh erkek adamım ne de olsa.” Son cümleyi bağırarak söyledi. Gözünün ucu beyaz gömleklide. Midem kalktı, öğürdüm, ağzımdakini çıkardım. Betim benzim atmış herhalde, yüzlerine endişe çöreklendi. Ortaya kusarsam benim için verdikleri para çöpe gider. Belki patronla kavgaya girişirler. “Bir şey yok.” dedim. “İnşallah yoktur” dediler. Seslerinde ima. Hamile olduğumu falan mı düşündüler ne! Üstelemedim, çilekteki kan tadından bahsetmedim. Sadece kutladım. Onu ve karısını. Doğurabildiği için.
Şişe geldi, beyaz gömlekli ben içtikçe bardağımı dolduruyor. Kafam güzelleşmeye başladı. Her söylenene kıkır kıkır gülüyorum. Rol kestiğimden değil. İçimden geliyor. Sanki anamın karnından fingirdek çıkmışım. Adam tespihi rahat bıraktı, saçlarımla oynuyor. Bırakıyorum, oynasın. Neonlar yanıp yanıp sönüyor. Kırmızı, pembe, mor, yeşil. Coşkun Abi adının hakkını veriyor. Gözüm piste takılıyor, mavi ceketlinin teki Alev Abla’yla sahne yapmaya çıkmış. Göbeği sallanıyor. Alkışlar. Arkadan iki konsun kahkahaları. Yeni gelenler galiba. Fazla yapmacıklar. Ben onlardan daha iyiyim. Haftanın en çok kazandıranı seçileceğim. Hatta ayın. Sonra yılın. O pezevenk siktirsin gitsin. Çok para kazanacağım. Kimseye ihtiyacım yok benim. Sedat Bey’in masası boş. Yine erkenden basıp gitmiş. Gözlerimi kapıyorum. Karanlık ve boşluk. Düşüyor ve kahkaha atıyorum. Benimki onlardan daha iyi. Tek başıma ayakta kalacağım, karı görmüş sik gibi dimdik duracağım. Bok yesinler. Zillerimi nereye bıraktım ben? Arıyorum. Kolyeli neye baktığımı soruyor. Zillerim, diyorum. Masanın altına bakıyor. Eli sağ ayağımın bileğinde geziniyor. Hafifçe çekiyorum. Ziller yok. Dudaklarıma küçük çocuk üzüntüsü yerleştiriyorum. Gülüyor, ceketinin cebinden çıkarıyor. “Sihirbazım ben” diyor, “ama başka marifetlerim de var, görmek ister misin?” Utanmış gibi kafamı öne eğiyorum. Gel, sahne yapalım da, diyorum, ben sana marifetlerimi göstereyim. Altın dişi parlıyor. Kalkıyoruz, eli belimde. Şişenin yarısı masada kaldı. Sedat Bey nereye gitti?
Kırmızı, pembe, mor, yeşil, yanıp yanıp sönüyor, bazen birbirine giriyorlar. Kendime bakıyorum. Aynalar parça parça. Ben parça parça. Adam kollarını kartal gibi açmış. Ceketi bok sarısı. İşveleniyorum. Zillerim çınlıyor. Kendi etrafımda döndüm, saçlarım savruldu. Kalçamı çalkalıyorum. Bu kafayla topuklular üzerinde dengede durmak mesele. İyice yanaşıp adımı soruyor. Tutku, diyorum. Asıl adımı soruyormuş. Nazlanıyorum. Ne benim asıl adım? Tekrar aynaya bakıyorum. Hangi parçamın adı? “Kız sana konfeti patlatırsam adını söyler misin” diyor. Gülümsüyorum. “Ya şampanyaya ne dersin?” Şakağımdan ter süzülüyor. Sedat Bey hâlâ yok. Adam ceketini çıkardı. Gömleği siyah. Onun da alnı ter içinde. Damlalar ışıldıyor. Yanıma yaklaştı. Leş gibi ter kokusu. Bacaklarımın arasından da mı ter süzülüyor? Kaşınıyorum. Burada da kaşınmaz ki. Adam yüzünü buruşturdu. Kolumda bir el. Bakıyorum, Alev Abla. Yüzü itfaiye alarmı. Hemen tutup çekiyor beni. Sen ne yaptığını sanıyorsun be, diyorum, ekmeğimizi çıkarıyoruz burada, haftanın en çok kazandıranı olacağım, kıskançlıktan çatladın di mi, kaltak karı! İtekliyor. “Sus da önüne bak” diyor. Kilodum ıslak. Ayağım takıldı. Neonlar mı sönüyor? Karanlık.
Işıklar aniden geri geldi. Tuvaletteyim. Tuvaletteyiz. Alev Abla belimden tutuyor, yüzüme su çarpıyor. Sedat Bey sargı getirmeye gitmiş, gelecekmiş. O yoktu, diyorum. Kaşlarımdan, kirpiklerimden damlalar akıyor. Gözlerimi kapadım. Şırıltıyı duyuyorum. Bir avuç daha. “Seni buraya kadar taşıdı ya” diyor. Yanaklarım sırılsıklam. Sözcükleri ağzımda geveliyorum.
“Hadi güzelim, hadi canım benim, toparla azıcık kendini, sonra konuşuruz.”
Gözlerimi aralıyorum. Lavaboda kan. Yüzümden düşen damlalara karışıp sulanıyor. Kan, diyorum. “Evet, kan” diyor. Alnıma yapışan saçları ıslatıp arkaya atıyor. Elimin kenarında kesik sızısı. Doğruldum. Ayna kırılmış. Parçaları yerde. Hepsinde ben. Benler. Rimelim, göz kalemim büsbütün akmış. Kahkaha atıyorum. Şuh değil. Arka masadaki kızların yapmacıklığı yok. O Türk filmindekine benziyor.
“Şşşşt! Sakin! Sakin!”
Duvardaki kâğıt havlulardan alıp bacaklarımı siliyor. Bakıyorum, boylu boyunca kan. Ayakkabılarıma bulaşmış. Ne olduğunu soruyorum. Kafasını kaldırıp eğildiği yerden yüzüme bakıyor, yutkunuyor, baldırımı silmeye devam ediyor. Sorumu tekrarlıyorum.
“Takma kafaya.”
Ayağa kalktı, yeni havlu kopardı, onu ıslatıyor. Musluğu kapadı.
“Zaten yarın aldıracaktın.”
Sedat Bey geldi, hemen avcuma baktı. “Fena değil” dedi, “çok kanamamış, şimdi ben düzgünce sarayım, sonra acile gideriz.” Bacaklarımın lafını etmiyor. Elimi tuttu. Yabancı filmlerde gelini damada götüren babalar gibi. O sararken Alev Abla düşmeyim diye bana destek oluyor. Burnumda çiçekli parfümünün kokusu. İçime çekiyor, sımsıkı sarılıyor, gülümsüyorum. En azından katil olmadım, diye fısıldıyorum kulağına. Saçımı okşuyor.
“Hadi bakalım, artık gidebiliriz” diyor Sedat Bey. Fayanslardaki kana takılıyor gözüm. Midem bulanıyor. Yediğim içtiğim ne varsa dışarı çıkacak. Öğürüyorum. Tekrar. Kendimi tutamayacağım.
“Hele bir kussun da rahatlasın”
Alev Abla’nın sesi. İki kolumdan tutmuş, klozete taşıyorlar. Kapağını açtılar. İçeride aynı bok. Onu görünce daha çok öğürüyor, kusuyor, sarsıla sarsıla ağlamaya başlıyorum. “Tamam” diyor Sedat Bey, “Tamam. Bitti. Geçti.” Elimi sımsıkı tutuyor, avcumda sıcaklığını hissediyorum. Sifona uzanıyor. O çekince bok kayıp gidiyor.
edebiyathaber.net (29 Eylül 2020)