Oturup bir Antonioni filmi izlemek istedim. Bu da, Bulutların Ötesinde ya da L’Eclipse olmalıydı. İki ters zaman, iki aykırı duygu sürüklenişi.
Kalkıp Bologna’dan Ferrara’ya gitmiştim o filmin mekânlarına gözlerimle dokunmak için. Bir gün boyu adımlamıştım kentin sokaklarını.
Antonioni, yalnızca bir öyküyü iletmez size; insanın içine/ruhuna, düşünce kıvrımlarına taşır her bir resmi/görüntüyü, mekânı. Onda ben görülmeyenleri görür, hissedilmeyenleri hissederim.
Elimde küçük bir kamera, öylesi bir mekânda, sizin yüzünüzün anlamı üzerine kurulu kısa bir film çekmek isterdim. Ama her karesini birlikte konuşup tasarlayıp, öyküsünü de birlikte uyduracağımız.
Bir imgeye tutunmak bir insanı sevmek kadar “yüce”, anlamlı.
Bilin ki; yeryüzü şenliğine kattım sizi. Bilmediğiniz ırmaklarda akıyorsunuz şimdi benimle.
Hadi, Galeano’dan bir söz size:
“Sevince, acıdan çok cesaret gerekiyor. Sonunda açıya alıştık zaten.”
Zamanın eteklerinde
Bir Orpheus ezgisi iniyor kentin üzerine. Lirin iç burkan sesindesiniz. Palmiyelerin arasından geçip denizin kıyısına varınca Akdeniz kendini gösteriyor. Denizin dalgalarını karşılayan martıların ağır kanatlı uçuşları alıyor gözlerimi. Gözlerimdesiniz, sizi taşıdım bu kente.
Sabah, Mersin’e doğru yola çıkışımdan beri oyalıyor beni size yazıp yazmamak!
Sözü geçitsiz, dahası anlamsız kılan ne o düşüyor aklıma. Öyle ya, insan neden yazıp eder… Bunca söz döker…
Bir anlam verememe halinizin suskunluğunu, hatta bazı yargılarınızı anlarım. Gene de yazarak size gelen birine bunca kayıtsızlık neden…
Sizi tutan, orada alıkoyan, kayıtsız kılan…
***
Konferans sonrası, kentin çirkin siluetini görmemek için denizin kıyısında, marinada bir cafede oturup yüzümü Akdeniz’in maviliğine döndüm. Şimdi burada yapılacak en iyi şey Akdeniz üzerine okumak. Bu nedenle gene Braudel Akdeniz: İnsanlar ve Miras kitabıyla yanıbaşımda.
“Akdeniz’de Zaman” adını vererek yazdığım metinlerin defterlerinden birini de almışım yanıma. Susan Bir Yerin Dili kitabımda “Ada” metaforu ağırlıktaydı. Bozcaada’da yazıldı çoğunlukla. Bu kez Akdeniz ekseninde gezinip duruyorum. Birikenler sanki bir Akdeniz kitabı çıkaracak gibi.
Girit’i yazarken (“Girit, Senin Toprağın”), Akdeniz uygarlığı üzerindeki etkisini anlatmıştım. Gidip orada kaldığım günlerde bambaşka bir dünya çıkmıştı karşıma. Kazancakis ile El Greco’ya ilgim, bu başkalığı başka yerlere taşımıştı elbette. “Akdeniz Ege’den Başlar” demem de biraz buydu.
Çağrısı olan yolculuklarımın taşıyıcı yanı vardır elbette.
Her adımda ilk aklımda tuttuğum da bu gezginliklerde yazdıklarım, yazma tasarılarım… Bu kez de, gene Akdeniz’le baş başa kalmam bundan.
Evet, Braudel’i; bir de bizim Halikarnas Balıkçısı’nı okumadan Akdeniz yazılamaz. Ama ille de Akdeniz kentlerinde gezinmek gerek.
***
Bir süre kıpırtısızca izledim mavinin renkten renge bürünüşünü. Sizin Akdeniz mavisindeki gözlerinizin rengini düşündüm. Dupduru, pırıl pırıl… İnsana ferahlık ve güven veren…
Sabah ki kaygılarım soru ötesine geçmişti. Uçakta yol boyunca düştüğüm notlarıma dönüyordum. “Sözü nereye taşıyabiliriz,” diye sormuş, sonra şunları yazmıştım:
Sahi, söz mü bizim; biz mi sözün taşıyıcısıyız?
İnsanı insana götüren varoluşundan beri işaretler, ses olduğuna göre; yazıya tutunmamız kaçınılmaz bugün.
Torosların zirvesindeki kar kümeleri bulut denizlerinin rengindeydi. O beyaz buluşmayı ayıran gölgeler insanda yanılsamalar yaratıyor. Göz kamaşması ânı geçene kadar tutulu kalıyorsunuz. Yersiz bir yerdeniz, ama nerede?
***
Oturduğum yerde, denizin seyrinden kopup Braudel’in kitabının sayfalarında gezindim, notlar aldım gene.
Konferanstaki konuşma notlarımı bir yazıya dönüştürmeye başladım bile:
Özgün olabilmek için
Yazarak, yapıtlar vererek kendini bir yere taşıyan yazar, yazıdaki uğraşını güncel/gündemde tutmak için günümüzde her şeyi yapıyor. Bir bakıma her biçime giriyor.
Çoklukla da bireysel çıkışlarıyla yapıyor bunu. Yani yapıtın/kitabın ne olduğu, bununla ilgili biçim/içerik ve söylemleriyle. Biliyor ki, o kitap-nesne’den ne kadar çok söz edilirse o kadar çok “satacak”, bu arada kendi ismi de ön planda olacaktır.
Tavır ve eylemde farklılık/değişkenlilik yaratılabilir, ama eğer ortaya konulan nesne-kitap’tan yapıt düzeyinde söz edilemiyor, bunun üzerine inceleme/eleştiri/deneme/yorumsayıcı yazılar yazılmıyorsa; ne yazar ne kitabın özgünlüğünden söz edilebilir.
Yani, kitabın olması, yazarının bunun üzerine konuşup durması bunu yapıt kılmıyor.
Kuşkusuz burada yazarın yazar olma bilinci/aidiyeti de sorgulanmalıdır.
Ne için, ne adına konuşuyor; meselesi nedir?
Yeryüzünde meselesi olmayan birini ne kadar “yazar” sayabiliriz?
“Heyecan olmazsa , fazla düşünce çıkmaz,” diyor Chiristian de Portzamparc.
Yazmanın/anlatmanın, bir “mesele”si olmanın bamteli de
Philippe Sollers de şunu söylüyordu:
“Yazdıkça, daha çok görmeye başlıyorum.”
Yazar, bir tek dünya yaratır. O da, onun bilinç dünyasına yansıyan, orada biçimlenegelenlerdir.
Her şeyleşen yazar, hiçbir şey söylemeyendir benim gözümde. Tarihten söz ettiğinde tarihçi, iktisattan söz ettiğinde iktisatçı, psikolojiden söz ettiğinde psikanalist olamaz bir edebiyatçı.
O halde yazmak bilinç, edebî bellek gerektirir. Dil bilinci en başta, tarih bilinci, çağına bakma/kavrama bilinci…
Gene Sollers’e dönecek olursak:
“Bir yazar için coğrafya başka yazarların izlenmesidir. Belki de uzamla zamanı gerçek anlamda onlar yaşamış; gerçek anlamda mevsimlerin havasını solumuş, bedenlerin devinimini , evleri, çiçekleri, renkleri gözlemişlerdir.”
Bu da, edebî bellek oluşturmak için olmazsa olmaz yoldur.
Buradan hareketle bir yazar şunların ayrımında olmalıdır:
- Tarih bilinci
- Zamanın/ın ruhunu kavramak
- Çağdaşlık sorunu
Bütün bunlar, ona, “zaman düşüncesi”ni verdiği gibi, oradan hareketle sorgulara da yöneltir.
Evet, yazar yazmak/edebî uğraşını bir “düşünce uğraşı” olarak görendir.
Yazmak, salt bir başına yapılan sezgisel bir yolculuk değildir. “Aklıma eseni yazdım”la olacak bir şey ise hiç değildir.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (13 Ekim 2020)