“Candide, bu yeryüzü cennetinden kovulduktan sonra, bir ağlayarak, bir gözlerini göğe kaldırarak ve çoğu kez baron kızlarının en güzelinin oturduğu bu en güzel şatoya dönüp bakarak, nereye gittiğini bilmeden yürüdü, yürüdü, yürüdü.”
Nedim Gürsel‘in yeni romanı “Aşk ve İsyan”, Voltaire’in ünlü eseri “Candide ya da İyimserlik”ten seçilen bu epigrafla başlıyor. Candide, tıpkı Voltaire’in romanında olduğu gibi, “Aşk ve İsyan”da önce Venedik’te, ardından İstanbul sokaklarında bir flâneur gibi yürür. İyimserliğiyle mâlum Candide’in “mümkün olan dünyaların en iyisinde” yaşadığı görüşü Gürsel’in romanında da değişmez. Kahramanımız, yine bir çocuk kadar optimisttir. Oysa hakikat farklıdır. Candide’in ayak bastığı 1700’ler İstanbul’u kanla, kıyımla, taht kavgaları ve “siyaseten katl”lerle, iyimserliğe yer bırakmayacak ölçüde kuşatılmıştır. Ancak bir “saf oğlan” bu tabloyu tozpembe görebilir ki “Aşk ve İsyan” romanının alt başlığı da “Saf Oğlan’ın İstanbul Yolculuğu”dur. Candide, sevgilisi Cunégonde’u aramak için yollara düşer, Venedik’ten bindiği gemide, yeğeni Padişah I. Mahmut tarafından “tebdil-i hava” için Venedik Karnavalı’na gönderilen III. Ahmet ile tanışır. Yol boyunca ondan hikâyeler dinler; “cima, sefa, kan ve isyan hikâyeleri”dir bunlar. Günler sonra İstanbul’a ayak bastıklarında Candide, yoluna yalnız başına devam edecek, başka başka insanlardan farklı hikâyeler dinlemeyi sürdürecektir. Bu sırada, anlatıyı kaleme alan yazar da ara ara ortaya çıkıp söz alacaktır. Böylece romanda hem “iyimser bir Avrupalı”nın gözünden Lale Devri İstanbul’unu tanırız, hem de romanı inşa eden yazar karakterin düşüncelerine tanık oluruz.
Yukarıda söz ettiğimiz hakikati biraz açalım… Nedim Gürsel bu romanında, her zamanki tabu tanımaz ve sivri diliyle, okuruna tarihimizin karanlık yüzünü gösterme yolunu seçer:
“Falakada tabanları şişip patlarken Nuh diyor da peygamber demiyormuş haspa. Bak demiş padişah, ya ihsanımı kabul edip zengin ol ya elmasın yerini söyle. Söylemezsen derini yüzdürürüm. Söyletinceye kadar akla hayale gelmedik işkencelerden geçirtirim. Kemiklerini teker teker kırdırıp leşini köpeklere atarım. Olmadı it kopuğu üstüne salarım. Olmadı kazığa çakarım. Yine olmadı tabanlarını keçilere yalatırım. Sonra iki kürekkemiğinden çengele takarım. Olmadı şu gördüğün burçlardan aşağı sallandırırım… Bunun üzerine ağzından huniyle kızgın yağ dökmüşler, taşla ezmişler, bir sonuç alamayınca tutup germişler.”
Öyle görünüyor ki Osmanlı Devleti, Ortaçağ karanlığından henüz çıkamamıştır. Kadın erkek ayrımı yapılmaksızın uygulanan bu işkence yöntemlerini detaylı biçimde okuruz “Aşk ve İsyan”da.
İşkenceler ve cinayetler, salt suçlularla sınırlı değildir elbette. Hanedan üyeleri arasındaki “siyaseten katl” vakaları hayret uyandıracak ölçüde yoğundur. “Aşk ve İsyan”ın bana kalırsa en güçlü yanı, bu konuya temas eden bölümleridir. Yazar bu romanında, Osman Gazi’den II. Mehmet’e, II. Bayezid’den Sultan Süleyman’a, III. Murat’tan III. Mehmet’e dek; kardeş, oğul, torun, amca demeden, tahtını koruma hırsıyla yahut devlet diliyle belirtmek gerekirse, “nizâm-ı âlem için” cinayet işleyen padişahlara uzunca yer ayırır. Romanın yedinci bölümünde karşımıza çıkan şu cümle, vahşetin korkunçluğuna dair bir misal verir sanıyorum: “… Yine bu minval üzere, cennetmekân dedelerimden şehzade Mehmet, babası III. Murat’ın yerine Sultan III. Mehmet namıyla tahta çıkar çıkmaz tam on dokuz erkek kardeşini yine Osmanoğullarının kanı akmasın diye ipek kementle boğdurup, maktûller arasındaki iki ergen şehzadeden hamile kalmış olan yedi cariyeyi de ileride ne olur ne olmaz diye denize attırmıştır.” Nedim Gürsel’in satırları, belki şu tartışmayı yeniden gündeme getirir: Bu cinayetler vahşi birer katliam mıdır, yoksa devletin bekâsı için lüzumlu mudur? Kuşkusuz, bu katliamlar hümanist düşünenlerce kabul edilemez. Candide de şöyle düşünecektir:
“Candide’in sıkıntısı biraz dağılır gibi oldu. Ahmet’in anlattıklarını hayretle dinliyor, Osmanoğullarının nasıl olup da bunca baba, kardeş, amca ve yeğen öldürebildiklerini aklı almıyordu. Ne sevgili yurdu Vestefalya’da ne de yolunun düştüğü öbür ülkelerde kralların “siyaseten katl” diye bir yasa gereğince yakınlarını öldürttüklerine tanık olmuştu. Nice şiddete, gaddarlığa, dehşete tanık olmuştu ama, birbirleriyle savaşsalar da kralların iyi kötü geçinip gittiklerini gözleriyle görmüştü. Paris’teyken, çocuk kral Louis’nin çevresindeki soylular tarafından nasıl el üzerinde tutulduğunu anımsadı.
“Bizde böyle olmaz.” dedi. “Sizde de herhalde eskiden böyleydi. Yoksa şimdi karşımda bana hikâyenizi anlatacak yerde mezarda olmanız gerekirdi.” “
“Aşk ve İsyan”da, Lale Devri’nin kanlı, isyanlı, katliamlı günlerine olduğu kadar, devrin safahatla, işretle geçen renkli günleriyle gecelerine de yolculuk yaparız. Devrin atmosferi, Patrona Halil İsyanı’nda “damdan dama atlarken” ölen Şair Nedim’in beyitleriyle de aktarılır:
“Kız oğlan kız nazı nazın, şehlevent avazı avazın
Belasın ben de bilmem kız mısın oğlan mısın kâfir”
Hamamda tellaklık yapan Turşucuzade Arnavut Hüsnü’nün ağzından dökülen bu beyit, eşcinsel bireylerin o devirdeki yaşayışları hakkında ipuçları verir. Yıllarca tabu yapılıp dile getirilmekten kaçınılan bu konuyu Nedim Gürsel, romanında etraflıca ele almıştır. Hamam sahnesinde bir tellak, Candide’i şöyle kandırır:
“Birden, az önceki tellaklardan göğsü kıllı olanı belirdi karşısında. Düş gördüğünü sandı önce, ama tellak “Tek kürek gitmeye ne hacet!” diyerek peştemalını çözüp üzerine çökünce neye uğradığını şaşırdı. “Defol şurdan pis şeytan!” diyebildi. Tellakın sırıtarak “Şeytan kurban olsun sana.” diye karşılık vermesi Candide’i çok da korkutmadı. Fazla direnmeden onun güçlü kuvvetli kollarına bıraktı kendini. Tellak, göbektaşından sert zekerini sağ eliyle kavradı, hançer üşürür gibi Candide’in üzerine çullandı. “İmdat!” diye bağırdı Saf Oğlan, “kurtarın beni!” Sesi hamamın kubbesinde yankılandı ama yardımına gelen olmadı.”
Hamam sefaları, meyhanelerdeki işret meclisleri, raks eden köçekler, Karagöz ile Hacivat gösterileri, “kaşları yay, lebleri mercan, kaddi balâ, çeşmi êla, kirpiği ok” sevgililer, dinleyenlerini mest eden meddahlar, Galata’daki kerhâneler, dünyadan “kâm” alan rindler, Flaman ressam Vanmour, meşhur kadın avcısı Casanova, acımasızca boğdurulan şair Nef’î, “Lale Devri’nin isim babası” Yahya Kemal ve nicesi “Aşk ve İsyan”da âdeta bir “hayal perdesinde” oynar gibi belirirler. Nedim Gürsel’in bu çok renkli romanı, tarihi bir dönemi ele almasıyla öğretici olmakla birlikte, devrin ruhunu ustalıkla veren bir anlatı şöleni.
edebiyathaber.net (7 Kasım 2020)