Algı ve duyusal yalnızlık
Bana kapalı olan yanınızı düşündüm. Sırlı değil, kapalı. Belki düşünmemem gerekirdi! Ama düşündüm işte.
Bakışlarınızı sinen yalnızlık örtüsü bir zaman gibi karşımdaydı; örtünen, giden, kapanan, uçkunlaşan, çekimser bir zaman gibi karşımdaydınız. Işıltınız gözlerimi alıyordu; dünyanın her yerine taşımak istiyordum sizi… Söze, yazıya, duyguya, dile; zamanları aşıran bakışa, bilinmeyene, gidilmeyen yere, açacak çiçeğe, doğacak güne, bekleyen bir bakışa, sevinecek bir çift göze, dağın enginine, okyanusun tufanına, sevincin atlasına taşımak istiyordum sizi.
Süzgündünüz, içliydiniz, sayrılık içindeydiniz… Gene de ışıltınız almıştı ortalığı. Gülümseyen, her bir sözünüzün çınıltısıyla zamanı durduran bakışınızla vardınız; ve biz yeni bir yolculuğu konuşuyorduk sizinle… Birlikte yazarak yol alınabilecek yolculuğu… Sevinç ötesi bir şeydi bu… Birlikte, kentlerin zamanına değecekti sözcüklerimiz, bir duyarlık ekseni yaratacaktık belki de… Konuşacak, tartışacak, gülecek, merak edecek, sözden söze geçerek birbirimizi zenginleştirecek bir yolculuk… Belki büyülü olan, büyülü gele de buydu!
Hemence, sözcükler birikmişti bile belleğimde; her bir yazının alınlığında gözleriniz, varlığınızla açılan söz çadırının gölgesi olacaktı; ışıltılı bir gölge diyordum buna… Ve o kentlerden birini yazdırmaya başlıyordunuz bana:
Çarşılarından geçerken duyacağınız seslerin çınıltısı kulaklarınızı yormayacaktır. Eşiğinde durduğunuz amber kokulu kapının ardıç ağacından yapıldığını anlamak için dokunmanın ilmine yönelmenize gerek yok. Gene de parmak uçlarınız zamanın taşıyan yüzünü kavramanız için size el verecektir. Bu çarşı zamandır, gözdür, sevgidir, bekleyiştir, umuttur, sızıdır, ayrılıklar barınağıdır. Gözlerimde taşıdığım yüzünüzü gezdiriyorum kentin sokaklarında günlerdir. Arayış, bekleyiş değil bakışlarım; bu mücevher kentin gizemini bana anlatan zamanın katmanlarındayım. Dokunuyorum bu kez el dokuması örtülere, renkleri gözümü alıyor. Bir bezzazın günü erkence açılan bakışlarıyla, bu kentte, o örtülen zamanın mührünü açıyoruz. Çayın buğusuyla yeni gelen güne başlamasının gamını anlatıyordu bezzaz… Anladım ki, çay burada hayattır, eşlik edendir, bekleyişin sıcaklığıdır…Dokunarak anlamaya çalışıyordum deste deste örtülerin ne olduğunu, dokumanın çeşnisini. Kâğıt olsaydı işim daha kolaydı elbette… Renginden, kalınlığından, yüzeyinden hangi kalem ucunun, hangi mürekkebin buna can vereceğini anlayabilirdim. Çantamdaki mektubunuzu gece Kurşunlu han’da kaleme alırkenki o yolculuğum… Kâğıdın ve mürekkebin buluştuğu yerdeki tını, pütürlü yüzeyde akıp giden turkuvaz rengin biçimden biçime dönüşmesi; duyguydu, düşünceydi, dildi… Gözlerim kaneviçe örtüde… Gülün dönüşen zamanların, buluşan akkor sevinçlerin, ayrılık simgesi renklerin simgesi olan biçimine bakıyordum. Orada gözleriniz vardı, varlığınızın bu mücevher kenti kuşatan anlamı çıkıyordu karşıma…
İmgenizin yansılarından söz ettim.
O ilk etki, bellekteki ilk iz/ilk kayıt gibidir; silinemez. Arananın (neyse o?) bulunması veya karşılaşmanın bunu ortaya çıkarması…
Öyle de; tüm bunlar benim algımın/benliğimin yansıları, sözleri, yol alışları.
Evet, algı her birimiz de olagelen bir şey. Ama beni işim/uğraşımda daha da başat. Hayatı/insanı/nesneyi/doğayı/metni algılamak. İnsana bunun kapılarını göstermek, hatta bazılarına da öğretmek…
Algı, kuşkusuz, yalnızca zihin açıklığı gerektirmiyor.
Hayata ve insana dönük her bir şeyin deneyimlendiği gibi; gözlem/bilmeyi de içerdiğini söyleyebiliriz.
Üstelik algı, değerler dizgemizi de ortaya çıkarır. Bize ait olanları gösterir/anlatır.
Zaman değişmeceleri: Marguerite Yourcenar
Lawrence için ayrı bir metin yazacağım. Şimdi, “Dokunuyordu Bana Gözlerindeki Sır” öyküsünü yazarken, Yourcenar’a döndüm gene. Bunun üzerine hep bir kitap yazmak istemişimdir. Kısa, romans vari bir şey. Ona ve Marguerite Duras’ya dair çok yazmışımdır. Hatta şöyle bir yazımı da hatırlarım: “Benim Margueritelerim”.
Yourcenar’ın zekâsı, yazı tarzı etkilemiştir beni.
Yourcenar’a döndüm dedim. Onun Ateşler’ine yeniden, bilmem kaçıncı kez, şöyle bir göz attım.
Sonra, bu öyküm için, Alexis ya da Beyhude Mücadele’nin Kitabı’na göz attım. Ama durdum, öyküyü tamamlayıp sonra bakacağım. Çünkü, o bunu, bir mektup biçiminde yazmış; ben ise, senin sonunu okuduğun metni bir kadının ağzından sevgilisine anlattığı, başından geçen bir öykü olarak yazdım. Bir etki/esin söz konusu değil. Ama benzer iklimin farklı bir versiyonu bu da. İnsanın karanlık yanlarını aydınlatmaya dönük bir metin.
Benlik koşusu
Düşselliğin dili olsa da anlatsa. Kendince bir dil yaratsa. Yakalayamadığımız zaman(lar)ı taşır bize. Çoğunlukla da geceleri.
Geceki düşümü anlatacak değilim, yazdımdı bir köşeye, koyu simsiyah bir şeydi! Jung ile Freud arasında bir yolculuk… Oysa, bunu, yeni bir dile dönüştürüp yazınca onların bakışı işe yarayabiliyor sanırım! Çünkü, rüya taşıyıcıdır. Senin “kabus” dediğinin ötesinde bir şey. Belki o başka bir sınırıdır insanın. Düşündüm o gün, sana kabus ne olabilir diye? Bu, “ben” olmayayım yoksa; ah! Hiç istemem öyle bir şey… O dokuda biri olmadığımı da düşünürüm. Kaç gündür sustuğuna göre, sözcüklerimin yarattıkları ya da beklenmeksizin gelmem… Ve hiçbirinin sendeki anlamını bilmediğimi düşününce, içimdeki körlük kuyuları asıl bende kaos yaratacak gibi!
Bilinç algısıdır rüya. Ama ötesi bizi geceye taşıyanlar değil midir? Nasıl bir benlik koşusunda olduğumuzu da anlatmaz mı?
Bir öncekinde (*) anlatmıştım sana oysa, çocukluktan getirdiklerimiz… Sait Maden’in bana anlattığı… Ondaki sakıngan hayatın ilk izlerinin varış yeri…
Dün vapurla geçerken karşıya sabah, sana düştüğüm notu hatırladım:
Vapurdayım, kar yağıyor gözlerime.
Bir imge havuzuna düşmüştüm bir ânda… Çocukluğumun kar denizi ile içimdeki uğuntu, bir de burada yaşanan zamanın iklimi vardı… Bir tınıyı aktarmak, belki konuşmak istemiştim… bütün gözeneklerin kapalıydı sanki benim düş/düşünce iklimime… bu nasıl bir algıydı anlamış değildim. İyi bir insandın, bundan hiç kuşkum yoktu. Yanlış bir yerden başlamıştım, bundan da kuşkum yoktu!
Hem yazmak/okumak isteyen biriydin, hem de karşındakinin (üstelik yazıp eden birinin) algısına tümüyle kapalı… ya da ben öyle sanıyordum, çünkü ne düşündüğünü hiç bilmiyordum. Bana, bir gün şunu yazdırırsanız hiç şaşırmayacağım: “Hiç Kimsenin Kimsesi Olmak”.
Ben de soruyordum kendime; nedir bu anlam kayması… Ne düşündüğünü bilememe hali. Kapalılık! Bu bir insanı gizemli değil, yalnızca anlaşılmaz kılar.
Benlik koşusu mudur bunun önünü alan yoksa?
Dün gece, nihayetinde, David Cronenberg’ın Tehlikeli İlişki filmini izlemeye karar kıldım. Sanrı yüklü olsa da, gösterdikleri önemliydi. Bir filme zaten öyle bakmaz mıyız; bize ne gösteriyor; gösterilenin ardında ötesinde yatan ne, olagelenler/yansıyanlar neden böyle diye bir soruyla da kuşatmaz mıyız zihnimizi…
Şunları not düşmüşüm filmin ilk bölümünü izlerken:
*utanç verici olan: çocuklukta bizi kıran/ezen/travma,
*katlanamıyorum: katlanamama düşüncesi, insanı o çizgiye getiren ne?
*saldırı: her türlü, yalnızca şiddet içermesi gerekmiyor,
*kendini kötü hissetme: dışsal etki/ivme, içimizde birikenlerin varlığını oluşturan/lar…
*sevmediğini sanmak… ya da sevdiğini sanmak: benim yaşamasızlık dediğime bir gönderme var,
*reddetme kolay değil,
*değişmezlik,
*beni cezalandır: Attilâ İlhan’la bu “ceza” kavramını ne çok konuşmuştuk; lise öğrencisiyken hapse atılması, yani cezalandırılması… sübyan koğuşunda başına gelen/ler… sonra da ülkü ile (Karaosmanoğlu) onun üzerinden giderek; “ceza”- marki de sade eksenli bir konuşmamız vardı; sanırım romanda kullanacağım bu imgeyi, yetimhanede büyüyen çocuğun başından geçenler (içinde biriken hınç’ın kaynağını gösterme açısından, metni yeniden yaz); filmin o sahnelerine yeniden bkz.
*benimle devam etmeni istiyorum… insanın insana muhtaçlığını sezen bir bakışın acımasızlığı; ya da bunu ezince dönüştürmesi… ah! nasıl üzüldüm Sabina’ya… Ama doktor da insan, desek de… acımasızlık insan ruhunun mayasında var… her şey bunu iyileştirmek için, bütün buluşlar ve hayatın kendisi…
*kendine gel, bir şeylere anlam yükleme… bu sanki bana uyarı gibi!
*farkına varmak süre ister; bu da onun için sanki! Ama o varma durumunda da birimizden birimiz olmayabiliriz, bu da ne acı! Burada yaşanan da o değil mi? Her ilişki üçlü başlar, üçlü de sona erer, ölüm hariç!
*bunlar kısa sürede unutulur: bunu bir tema kılarak öykü kurmalı…bir İzmir öyküsü…galiba, mart başı izmir’in yolu görünüyor bana…(ikinci faslı yarın gece izleyeceğim)
(*) Geçerken: 3/ Zaman Değişmeceleri: Salaklık; Olmayanı İstemek
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (24 Kasım 2020)