Okurken hatırlayan, hatırlatan her şey üzerine yeni düşünceler üreten belleğimin bana yazmayı öğrettiğini söyleyebilirim.
Bu da sürekli yazmak düşüncesi/alışkanlığını vermiştir bana.
Her şeyi yazmak, bir süre sonra da size ayıklayarak yazmayı öğretiyor.
Deneme yazmayı bunun için severim. Herhangi bir konu, durum, olay, olgu, düşünce ipiltisi hemence yazılmaya değer kapı aralar bende.
Gelgelelim bazı okumalar/tanıklıklar vardır ki; esinlediklerinden, hatırlattıklarından yola çıkarak bir kurgusal metin/öykü/roman yazmak istersiniz. Eğer ışığın çakıp sönmesi gibi bir duygu tınısını yakalamışsanız, bu sizi bir öyküye taşır hemen. Ama yaşamsal bir olgu/olay dallanıp budaklanmışsa ve orada da dramatik bir yan varsa; ilkten aklıma gelen de, nedense, romandır.
Anlatılmaya değer ne var?
Adam evli bir kadını seviyordu. Kadın da ona âşıktı. Gecenin bir vaktinde telefonda konuşuyorlardı. Kadın, arkadaşını teselli etmekten dönmüştü. Onun ilk aşkı karşısına çıkmış, eşinden ayrılmak istiyormuş. Ama yirmi beş yıllık eşi de; “ben seni seviyorum, ayrılmam,” diyormuş.
Kadın, ayrı bir ev açmış âşığıyla yaşamaya başlamış bile. Âşığı hercai biriymiş. Ne iş yaptığı bilinmiyor, gezgin biriymiş. Kadın, âşığının her şeyine divane olmuşmuş…
Kadın telefonda uzun uzun anlatırken bunları; “Keşke onun yerinde ben olabilsem de ayrılma cesaretini gösterebilsem,” diyordu adama.
Konuşmaları çıkmaz bir sokağa girince de, kadın:
“N’olur beni böyle sev, yargılama,” diyordu.
Adam:
“Peki, ben aynı durumda olsam ne yaparsınız; telefonu kapayıp öteki odaya geçip hayatımda olan biriyle aynı yatağı paylaşsam siz ne hissederdiniz acaba?”
Kadın:
“Çok acı çekerdim. Ama bütün o düşündüklerinizi yaşamadığımı, bunun için de nasıl mücadele ettiğimi siz hiç bilmiyorsunuz. Size de güvenemiyorum üstelik!”
İşte kadının hem kendi, hem de arkadaşının durumunu özetleyen bu final sözleri yazan insanı roman kurgusuna yöneltebilirdi. Konu az çok ortada. Ama neleri anlatacaktır burada? Asıl soru da budur. Yani bir “üçlü aşk”ı mı, kıskançlığı mı, aldanış ve aldatışı mı, imkânsızlığı mı, kavuşma özlemini mi, vb… Demek ki yalnızca bir konunun olması yetmiyor.
Peki, buradan bir öykü çıkar mı? İşte bu da yazan/bir imgeyi yakalayan kişinin bakışına bağlı. Yani oradan o ânda alabildiği sezinti, çakıp sönen imgeye…
Öykü, bütünün içindeki bir tınıyı yakalamaktır. Bu da bir esinle bulur sizi. Oradan onu çeker alır hemence yazmaya yönelir ve tamamlarsınız. Yani beklemezsiniz. Bu yanıyla öykü şiire daha yakındır. Hemen yazılıp bitirilmelidir, işçilik faslı sonradan gelir.
Roman yazmak için ise bir ayma ânını yakalamak yeterlidir. Siz onun üzerine inşa edersiniz her şeyi. Çıkış noktanız için bir cümle yeterlidir bazen. Ya da bir bakış, bir renk, bir koku, bir yer… Size anlatılan bir hikâyenin oluş/gelişme/bitiş süreçleri… Oradan alacağınızı alır, kendi malzemenizi yaratarak romanınızı kurarsınız.
Yani “malzeme”niz çeşitlenebilir yazma/anlatma süresince.
İşte o yakalanan ân sizden bilgi/sezgi/sabır/çalışmak ister. Bağlılık ve sadakat. Neye? Tabii ki konunuza, kahramanlarınıza. Ötesi örgü örer gibidir. Düş gücünüz sizi alır başka mecralara taşır.
Roman uzun yolculukların, sabırlı çalışmaların işi. Öyküyse kısa ânların, dar zamanların, sezgili bakışların. Biri gösterir, diğeri hissettirir.
Anlattığım bu “hakikat”te öyküleme açısından birçok gerçeklik var. Biraz önce imlediğim izleklerin herhangi birinden yola çıkarak bir öykü kurabilirsiniz. Ya da kişilerin herhangi birini anlatıcı kılarak bir durumu/olayı anlatabilirsiniz. Ama yazarken şunu düşünmeniz kaçınılmaz: Bu öyküyle ne/yi hissettirmek istiyorum.
Evet, roman gösterendir.
Tüm yazı/anlatı sanatları insan odaklı olsa da; gösterenle gösterilen arasındaki duygu/düşünce bağı kurulmadan bir şeyi anlatabilmeniz güçtür. Ama bunu belirleyenin de, tıpkı evrendeki gibi, bir objenin/nesnenin varlığının olmasıdır. Siz duyguda/düşüncede/söz edilende onu görür, algılar; ama ondan uzaklaşarak yazarsınız. Yani bu bir “elma” ya da “bardak” ise onun sizdeki imgesi yeterlidir. O, sizin çıkış noktanız için yeterli “neden”dir. Sonrası sizin işinizdir. Aklınız, sezginiz, duygunuz, bakış açınız, birikiminizdir anlatılanı öykü ya da roman kılan.
Konuyu bir de Shakespeare’in oyunlarının konularından/izleklerinden yola çıkarak anlatmak isterim. Sonrasında ise Çehov’a geleceğiz elbette.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (1 Aralık 2020)