Geçtiğimiz yıl Sel Yayınları’ndan çıkan “Kadınlar Ormanı”, dünyanın hemen her köşesinde şiddete uğrayan, aşağılanan, ikinci sınıf insan muamelesi gören kadınların varlığını bir kez daha ortaya koyan ilgi çekici bir roman.
Eser, farklı bir coğrafyada yaşanan kadınlara şiddeti öne çıkarttığı gibi feminizm kavramını da ilginç bir şekilde ortaya koyuyor. Feminizm sözcüğünü belki de hayatında hiç duymamış, hiç karşılaşmamış Meksika yerlisi bir kadının, sırf yaşadıkları yüzünden bir feminist gibi davranıp düşünmeye başlaması dikkati çekiyor. Bu bağlamda, kadınların zorlu şartlarda sürdürdükleri yaşamlarına ve başlarına gelen onca talihsizliğe tanıklık eden okur, bir yandan da Meksika kırsalının özgün şartlarına şahit oluyor.
“Kadınlar Ormanı” için adıyla eşdeğer olarak erkeksiz bir kitap diyebiliriz; çünkü erkeklerin eşlerini ve çocuklarını yaşadıkları dağda bırakarak yasa dışı yollardan A.B.D’ye çalışmaya gittikleri ve bir daha geri dönmemeyi tercih ettikleri bir mekân söz konusu. Guerrero eyaletine bağlı bölgedeki dağda yaşam mücadelesi veren kadınlardan ve kız çocuklarından oluşan bir topluluğun sürdürdüğü koyu karanlık yaşam, okurun düşünce dünyasında farklı dehlizler açıyor.
Meksika’da dünyaya gelen ve üç yaşından itibaren Guerrero’ya gidip gelen yazar Jennifer Clement, anlatısındaki realiteyi, uzun yıllardır Meksika’daki genç kızların kaçırılmasıyla ilgili yaptığı araştırmaların eşliğinde ortaya koyduğu gibi bölgede yaşayan kadınlarla yaptığı röportajlarla da can acıtan gerçeklere ulaşarak başarısını perçinlemiş.
Kadın olmanın kimi coğrafyalardaki ağırlığının dayanılmazlığını ispatlayan roman, başkahraman küçük kızın; “Artık seni çirkinleştirmenin zamanı geldi, dedi annem ıslık çalarak… Kömür parçasını yüzümde gezdirirken aynada onu seyrettim,” cümleleriyle başlıyor. Söz konusu mekân ne yazık ki dişi olarak dünyaya gelmenin âdeta yasak olduğu bir coğrafya. Gözlerine kestirdikleri kız çocuklarının büyüyüp gelişmelerini bekleyerek onları kaçırtan uyuşturucu baronlarının bulunduğu bölgedeki dağda anneler, kızlarını birer oğlan kılığında büyütüp türlü çareler icat ederek gizlemek zorunda.
Romanın, konusu ve kurgusuyla senaryolaştırmaya uygun olması ayrıca dikkati çekiyor. Annelerinin tüm gayretlerine karşın genç kızların kaçırılış sahneleri ve sonrasında başlarına gelenler, dünyadaki kötülüklerden biri olarak tüm çıplaklığıyla kitaptaki yerini alıyor. Bu şartlar altında kadınların içine düştükleri derin umutsuzluk ve çaresizlik duygusunu ise dua etmekten dahi çekinmeleri anlatıyor aslında: “Annem, sakın aşk ve sağlık için dua etme, derdi. Ya da para için. Eğer Tanrı gerçekten ne istediğini duyarsa onu sana vermez. Kesinlikle. Babam gittiğindeyse diz çök ve yeni kaşıklar için dua et, dedi.”
Bir erkek tarafından ihanete uğramış bütün kadınlardan kendini sorumlu hisseden bir annenin kızıdır anlatının başkahramanı Ladydi. Ona göre dünyanın en uydurma adlarından birini taşımasının nedeni ise aslında bir feminist olduğunun ayırdında dahi olmayan annesidir. Anne, kızına bu adı vermiştir çünkü Prens Charles’ın Diana’ya yaptıklarından nefret etmektedir: “Bu özel bir nefret türü, bir tür ıstırap kardeşliğiydi. İhanete uğramış kadınların bir azizesi olsaydı o, Lady Diana olurdu, derdi.”
Kocası tarafından aldatıldığı için kendini aşağılanmış hisseden ve yaşadığı travma sonucu bir daha aşk şarkısı dahi dinleyemeyen bir kadındır o: “O günden sonra annem bir daha aşk şarkısı dinleyemedi… O gün radyo kapandı, galiba annemin mutluluğu da aynı radyo gibi kapanmıştı. Annem, aşk şarkıları bana kendimi aptal gibi hissettiriyor, diyordu…” Ladydi’nin annesi, sevdiği erkeğin kendisindeki müziği öldürdüğüne inanan pek çok kadın gibi melodisiz kalmıştır. Ve bu kadın, yıllardır parmağına gömülecek kadar bütünleştiği alyansını bir demirciye bir saniyede kestirtecek kadar kırgın olduğu kadar bu hareketiyle Meksika’nın tüm ötücü kuşlarını kurtardığını düşünecek denli de özgür ruhludur aslında.
Ladydi’nin içine düştüğü olaylar zinciri sırasında âşık olduğu genç adamın gözünden verilen psikolojik tasvir, yaşamlarını -belki de tüm insanlığın yaşamını- özetler niteliktedir: “Hayat, çılgın, düzensiz, içi dışına çıkmış, şekerin tuza karıştığı bir yer, öyle ki boğulmuş birisi karada yürüyebilir.”
Yazar, sürükleyici olay örgüsü sırasında kadın ruhundaki gel gitleri yaşamın tüm zıtlıklarıyla uyum içinde vermeyi başarıyor. Olayların anlatımındaki çarpıcılık ve realitenin ortaya konuşu sırasında yazarın üslûbunda tam kıvamında görülen şiirsellik, zaman zaman okurun ağzına attığı küçük bir bonbon etkisi yaratıyor: “Julio’yla ikimiz battaniyelerin altında hareket ettikçe elektrik kıvılcımları çakar, yatağımızı aydınlatırdı.”
Kadın cinsi için her coğrafyanın kendine özgü riskleri mevcutken burada yaşayan kadınlar için dağ; uyuşturucu baronlarının tehlikeli çatışmalarından korkan doktorların dahi ancak birkaç yılda bir, o da önemli ameliyatları yapmak için uğradıkları bir yerdir. Burada dua edercesine sürekli aynı şarkıyı mırıldanan kadınlar yaşamaktadır: “Eğer beni yarın öldüreceksen bugün öldür.”
Kitabın çevirisindeki başarı, yazarın anlatımındaki güzellikleri ustalıkla ortaya seriyor: “Sanki kelimeleri avcuna tükürmüştü, zeytin çekirdeği ya da erik çekirdeği gibi yutamadığı sert bir et parçası gibi. Sanki kelimeler ağzından fırlayıp odanın içine dökülmeden ve bana doğru yol almadan önce onları eliyle yakalamaya çalışmıştı.”
Yoksulluğun hüküm sürdüğü dağda teknolojinin yerinin sıklıkla vurgulanması dikkati çekiyor. Düğme dikmek ya da eteklerinin kenarını onarmak için hâlâ kendi saç tellerini kullanan, dış dünyadaki medeniyete dair her ayrıntıyı televizyon sayesinde öğrenebilen anneli kızı bu topluluk, tek başınalık duygusunu da bu teknolojik kutu ile yenebiliyor ancak: “Televizyonun sesi bana sanki hep parti veriyormuşuz ya da sanki geniş bir aileymişiz gibi hissettirmişti. Televizyonun sesi teyzeler, amcalar, erkek kardeşler, kız kardeşler demekti.” Kadınların telefon kullanımı ise karşı tarafa bağlanma umudunun olduğu tek açıklığa giderek günlerce hatta aylarca kocalarından ve oğullarından gelebilecek bir aramayı kaçırmamak üzerinedir. Bir de bir genç kızın, yaşadığı yerde gördüğü manzaraya bakıp hissettiklerinden ibarettir burada hayat: “Otoyolda ilerlerken yolu açmak için kırdıkları pembe kayalara baktım. Sanki sıyrılmış, açılmış deri gibi görünüyorlardı.”
Kaçırılma ve taciz riskine karşı kızlarına; “Her zaman kenarda dur, görünür olma,” öğüdünü vermeye mecbur annelerin coğrafyasıdır burası. Aynı zamanda çaresizlikten iguanaya avokado yaprağı sarıp pişirmeyi bilen kadınların mekânıdır. Babasının sadakatsizliğinin karşılığını görüntüsüyle uyuşmayan bir isim taşıyarak ödeyen Ladydi’nin annesinin konuyu, kızının hamile olduğunu öğrendiğinde ilk dileğinin “Dua edelim de erkek olsun,” sözleriyle vurgulaması ise oldukça manidar.
Bu bağlamda yazar, kurgusu aracılığıyla feminizmin kadınların yoktan var ettikleri bir kavram olmadığını, dünyanın her köşesinde feminizmin asıl kaynağının eril cins olduğunu da bir kez daha ispatlamış oluyor.
Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (15 Aralık 2020)