“Kendi kendini aldatmak gerçekten kaçınılmaz bir şey mi?” diye sorar Sartre. Başımıza gelen iyi ve kötü şeylerde, olup bitenlerin, sadece bizim başımıza geldiklerine dair bir inanca kapılırız çoğu kez. Belki de böyle olmasını isteriz. Çünkü kendimizi iyinin veya kötünün bilinçli bir tercihi sanmak, sonuncundan bağımsız olarak egomuza iyi gelir. Eylemin niteliği ne olursa olsun, eylemin doğrudan hedefi olma düşüncesi gururumuzu okşar. Oysa gerçek hiç de sandığımız gibi değildir. Çok farklı zamanlarda farklı coğrafyalarda ve farklı özneler üzerinde hayatın cilvesi oldukça benzer, bazen de tıpkı aynısı şeklinde işler. İyilik-kötülük karşılaşmaları, çekilen acılar, içine düşülen çıkmaz, her şeye rağmen direnç gösterme, kurulan cümleler, duyguların ifade edilişleri zaman ve mekân üstü bir hakikat biçiminde aynılık gösterir. Belki de bu, insanın temel yazgısındaki zorunlu işleyişten kaynaklanmaktadır.
Göksu N. Çakır’ın Klaros Yayınlarından çıkan “Bilge Kedi Olmak İstiyor” romanının kahramanı Bilge için de başına gelenlerin sadece onun başına gelen talihsizlikler olduğu türündeki inancı, onu belki de bu nedenle paranoid-şizoid bir çemberin içine tutsak eder. Bilge, saçma olmayan bir kurgu ve iyi düzenlenmiş bir düşünme biçimiyle, geçmiş-bugün-gelecek yani bütün olarak yaşamından şüphelenerek yaşamak durumunda kalmıştır. Çakır için hikâye kahramanının bir çeşit paranoid kişilik örgütlenmesiyle gerçek ile kurguyu iç içe, sınırları tümüyle yitirilmiş biçimde yaşaması romanını oldukça ilginç bir örgüsel çizgi üzerinde sürdürmeyi zorunlu kılmış gibidir.
Bir şey aksıyorsa vardır bir nedeni. Freudcu bilinçdışının işte bu noktada neden ile onun etkilediği arasında daima aksayan bir şey vardır, noktasında yer alan açıklamaları, Göksu N.’nin roman kahramanı Bilge’nin hayatına yaklaşmamız için bize bir yöntem önerebilir. İlk bakışta basit gibi görünen Bilge Kedi Olmak İstiyor romanının üstkurgusal yapısı ve tematiği, Bilge kişiliğinin paranoid yönelimleri nedeniyle daha karmaşık okumaları da gerekli kılmaktadır. Orta yaşı aşmış kahramanımız boşlukta, gereksizlik hissiyle dolu ve oldukça mutsuzdur. Kızı (Sevda)yı büyütüp evden yollamış, olması, en baştan beri sevmediği ama son yıllarda tümüyle kendisine karşı kayıtsız kocası Rafet’in bir taraftan da onu aldatarak hiçleştirmesi Bilge’yi boşluğa savurmuş ve güçlü bir paranoyanın pençesine düşürmüştür. Evine gelen üç-beş arkadaşıyla yaptığı şiir sohbetleri, yaşamlarına dönük dedikodu düzeyindeki sohbetler, arada bir de olsa dışarı çıkıp yürüyüşler yapması, onu, içine düştüğü bu derin yalnızlık ve değersizlik duygusundan kurtaramaz ve o da paranoyalarıyla baş başa kalır.
Giles Deleuze, özü şimdiden kurtulmak olan oluşun eşzamanlılığı, aynı anda zıt yönlerde büyümek, gelişmektir; şimdiden kurtulan oluş, öncenin sonradan; geçmişin gelecekten koparılmasına ya da ayırt edilmesine izin vermez; aynı anda iki yöne birden gitmek, iki yöne birden çekmek oluşun özüne aittir, der. Bilge’nin şimdiden kurtulma çabaları Deleuze’un tarifindeki gibidir; onu aynı anda hem geçmişe hem de geleceğe doğru çeken ve neredeyse şimdinin içinde kopmasına yol açan oluşun gergin gerçekleşimi, Bilge’nin boşlukta ve devinimsiz kalmasına neden olur. Geçmişi pişmanlıklar, hayıflanmalar, mutsuzluklarla; şimdisi yalnızlık, değersizlik ve sevgi açlığıyla; geleceği ise kaygı ve korkularla doludur. Şimdi’nin gerginliği ise varoluşunun, bilincinin onu bir taraftan geçmişe bir taraftan da geleceğe doğru çekiştirmesi üzerine biçimlenir. Ancak ruhsal bünyesi bu gerginliği taşıyamamaktadır. Oysa güzel bir kadındır, şiirle ilgilenen, hatta şiirler yazan ve iyi bir okur olarak da sanatsal gelişmelere de açık entelektüel biridir. Ancak kocası tarafından yalnız bırakılışı, en baştan bu yana sevgi, arzu ve aşka duyduğu açlık, artık dayanılmaz boyutlardadır. Bu aşamadan sonra sorgulamalar, hayatını değiştirme, mutsuzluktan kurtulma çabaları başlayacaktır. Ancak Göksu N.nin romanını ilginç ve sorgulanır kılan kurgusal ve anlatımsal özellikler de bu noktadan sonra başlar.
Kurgusalın kurgusal olanla hasbihali
Parnoid kişiliğin bütünüyle saçma olmayan büyük oranda mantıklı muhakemesi Bilge’de yerli yerinde kullanılmış mıdır, sorusu sorulabilir. Nitekim romanı ilginç ve dikkat çekici kılan dilin kullanımı, sözcüklerin seçimi, cümlelerin yapısı, ifade biçimi değil, hatta o yönüyle oldukça sade, gündelik sohbet dilinin sınırlarını aşmayan, doğal ve samimi bir dille karşılaşırız. Ancak ilginçlik ve sorgulanırlık niteliği kurgusal konstrüksiyonla ilgilidir. Göksu N. kendi kurgusal yapısına başka bir romanın, A. Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanının kurgusunu dâhil etmiştir. O romandaki kurgusal karakterleri transfer yoluyla romanına içkin olana katmıştır.
Zira Göksu N. den önce de bazı romancılar, romanlarının iç kurgularına başka roman kahramanlarını dâhil etmişlerdir ancak sanırım bu biçimde hikayenin temel izleğine dahil edilecek şekilde olmamıştır. Bilge, Huzur’un başkahramanlarından biri olan Mümtaz’a âşıktır ve etrafında sürekli o kişilikte birini arar durumdadır. Bu anlamda Nuran da onun rakibidir. Mümtaz’daki tutkuyu, adanmışlığı, bağlılığı aramaktadır, erkeklerde. Ancak tuhaf biçimde Göksu N. kurguya Mümtaz’ı taşıyacağına onun yerine Huzur’un diğer kahramanı Suat’ı taşımıştır. Suat, Bilge ile beraber hikâyenin ikinci kahramanı olmuş ve bu Bilge’nin iç sesine, (iç monolog) kendisiyle hesaplaşmasının aracına dönüşmüştür. Yazarın bilinç akışı tekniğini bu şekilde kullanması, esasında tekniğin işlevselliğine bir katkı olarak da kayıt altına alınabilir. Aslında Göksu N. bu noktada kendi tematiğine bir alan açma, hikâyeyi özgün kılma çizgisinden biraz sapmış kabul edilebilir. Zira Suat’ı roman boyunca hikâyesinin içinde tutma, yer yer Huzur’u ve kahramanlarını tartıştırma biçimindeki tercih yazınsal bir tercih olarak ne denli doğru bir seçimdir, bu, ayrıca tartışılabilir. Ayrıca Suat’ın bir paranoya işareti olarak Bilge’nin hayatında belirişi de yer yer, söz konusu tematiğin paranoid açılımının sınırları dışına taşarak, kendi kurgusal gerçekliğinin gerçeklik zeminini ihlal etmiş görünmektedir. Yani Bilge’nin Suat’a sen gerçek değilsin, kurgusun deyişindeki bilinçlilik hali paranoyanın sınır ihlali gibi geliyor bana. Zira kahramanın kendi paranoid gerçekliğinin farkında olmaması gerekirdi diye düşünüyorum. Fakat yine de bütün bunlar romanı oldukça ilginç, olayları ise merak edilesi kılarak toplamda yazarın yazınsal maharetinin hanesine artı değer olarak eklenebilir.
Göksu N. mekânsal kurulumu İstanbul ve Artvin olarak seçmiş, İstanbul için mekânsal betimlemeler, ayrıntılar yeterince kullanılmasa da Artvin için oldukça nostaljik, romantik ve ilgi çekici betimlemeler tasarlamış denebilir. Şehir hayatının tekdüze keşmekeşi, insan kalabalığının kaotik ve bunaltıcı niteliği, insanların sahte, ,içtenliksiz ilişki provaları oldukça sahici bir şekilde işlenmiş. Özellikle hikâyenin İstanbul boyutunda dilin ve kurgunun da tekdüze akışı, hikâyeye gerçeklik ve sahicilik katmış denebilir. Ancak Bilge, gönül verdiği bir adamın (Murat) da ona ihanet etmesiyle radikal bir karar alarak İstanbul’u, Rafet’i ve Murat’ı terk ederek doğduğu yere, Artvin’in bir köyüne, gitmeye karar verdiğinde hikâyenin akışı da değişir, olaylara bir dinamizm, akıcılık, ahenk kazandırılır. Bunaltıcı ve paranoid iç sorgulamalar, günlük karşılaşmalar, bu düzlemde sıkışan dilin tekdüzeliği nispeten son bulmuş ve okur da hikâyenin kahramanıyla birlikte rahat bir nefes almak, kendine gelmek, ruhunu sağaltmak üzere kırsala, basit ve sahici hayata katılmak üzere yola çıkmıştır. Bilge’nin kedi olmak istemesindeki hikmet de bu serüvenle birlikte belirir. Yeni hayatına tutunur, doğayı, yerleştiği yeri, oranın sıradan, basit insanlarını sever, huzur bulur. Üstelik orada da komşusunun yakışıklı dul oğlu Okan’a tutularak yeni bir aşka yelken açar. Deleuze, üstteki söylemini şöyle sürdürür: Şimdiden kurtulma gücüne sahip bu saf oluşun paradoksu sonsuz özdeşliktir: aynı anda iki yönün, geleceğin ve geçmişin, dünün ve yarının, artının ve eksinin, fazlanın ve azın, etkileyen ve etkilenenin, nedenin ve sonucun sonsuz özdeşliği. Sınırları sabitleyen şey dildir ama sınırların ötesine geçen ve onları sınırsız bir oluşun sonsuz denkliğine teslim eden de dildir. Bu paradoksta sürekli tersine çevrilmeler yaşanır. Artı eksiye, sıcak soğuğa, büyük küçüğe…
Bilge’nin genel olarak hayatında yakaladığı bilinç düzeyindeki gelişme de sonsuz özdeş olanın farkındalığına benzer bir aydınlanma veya kabulleniş ve diğer taraftan da kendi sınırlarının sabitini oluşturan dilinin sabitlerini çözümleyerek, yine dilinin onu mevcut sınırların ötesine taşıyabilecek olan potansiyelini kullanma mahareti kazanmasıdır diyebiliriz. Zira o artık hiçbir erkeğin, hiçbir aşk halinin, arzunun tutsağı olmayacak, ancak onları yaşamaktan da kendini mahrum bırakmayacaktır. Erkeklerden aşk, merhamet, incelik, bağlılık dilenme aşamasını geçmiştir. Bu anlamda erkek doğasına, içyapısına ve genel karakterine dair kısır sorgulamaları da geride bırakmıştır, zira onlardan bu tür bir taahhüt altına girmelerini beklemenin de kendi yaşam olanaklarını bir başkasının sınırlarıyla sınırlamaya dönüşebildiğini fark etmiştir. Yani artık, bu durum onun kendi verili konumunun ve yaşamı keşfinin ayak bağına dönüşmeyecektir. Aşkın ve tutkunun devindirici, sonsuzluğun enerjisini taşıyan özgürleştirici gücünü keşfetmiştir. Okan, onu bırakıp gitmemesini istediğinde karşısında bu bilincin sağlam ışığını görmüş ve geri çekilmiştir. Bilge artık erkeklerle eşit bir konumda ilişki yürütebilir bir konuma taşınmıştır. Üstelik paranoyasını içten dönüştürmüş ve kendisi için renkli, yaratıcı bir motivasyon aracı kılarak işlevselleştirmiştir. Bu gerçekte mümkün müdür, bilmem ama kurgusal olanda mümkün olabildiğini Göksu N. Çakır’ın kaleminin yaratıcılığıyla görmüş oluyoruz…
Ahmet İlhan – edebiyathaber.net (22 Aralık 2020)