Yürüyorum. Gece… İnsanın tenini keserek içine işleyen soğuk ve partneri yağmur, bir lostradaki ayakkabı boyacılarına öykünüp asfalt yolları cilalıyor. Yürümeyi seviyorum; caddeleri arşınlamayı, karşımdan gelen insanların ürkek bakışlarını yakalamayı, tablasında kalan bayat simitleri satamayacağını anlayınca gündüz güvercinlerin üşüştüğü meydana kırıntı ufalayan merhametli simitçiyi ve pavyona ödediği cebindeki son para yüzünden taksiciyle pazarlık yapmak zorunda kalan ahmak sarhoşları seyretmeyi de. Yürümek bir anlamda yaşamak demek benim için. Iskalanmış yaşamların tam ortasında olmak, yaşamaya yenik insanların gözlerinin ardındaki düşünceleri, bir yağmur tanesinin peşine takılan başka bir yağmur tanesi kararlılığıyla yakalamaya çalışmak demek.
Ve yürümek, devrimci bir eylemdir. Hedefine fırlatılmış bir okun kat ettiği mesafeyi anımsatan bir yanı vardır. Hedefe gitmek için başladığında ve hedefe vardığında ulaştığı sonuç kadar büyür insan. Doğası gereği gergin etoburlarla çevrili bir hayvan yavrusunun içgüdüleriyle birlikte büyümesi gibi, bir anlamda yaşamak gibi…
Yürüyorum. Yanından ne zaman ayrıldığımı hatırlamıyorum. Kocaman şehrin damarlarına karışmış bir uyuşturucu zerresiyim. Yürüdükçe şehir tatlı ve derin bir uykunun içine düşüyor, bense yağmur tanelerinin tatlı ve sihirli dokunuşlarıyla birlikte kendimden geçiyorum; geçmişten gelen esrarlı bir blues parçasının, yatıştırıcı sesini dinler gibi… Usulca…
Adımlarım birbirini takip ederken, ne paçalarımın ıslandığını ne de altı delik iskarpinlerimin içine dolan suyu hissedebiliyorum. Yalnızca yürüyorum. Gidecek bir yeri olmayan herhangi bir evsizin çaresizliğine dem vurmaya uğraşıyor yorgun düşmüş zihnim.
Böyle zamanlarda, kafamın içi sevimsiz bir tiyatro kumpanyasına döner ekseriyetle. Bu gece de kumpanyadaki tipler bir olup, yağmur taneleri ritmiyle tıpır tıpır konuşuyorlar benimle. İtiraf etmeliyim ki ara sıra onları dinlemeyi seviyorum, hatta ara sıra muhabbetlerine iştirak etmeyi de. Okyanusun en dingin anında esen sert rüzgârların, dinmeyen, yıkıcı bir fırtınayı tetiklemesi gibi bu konuşmalardan tetikleniyorum tedbirsiz yakalandığım bu tuhaf anlarda. Kim bilir kaç kere yağmur altında yürürken neleri hatırlayıp, neleri tartışmıştım onlarla?
Şemsiyemi sağda solda unuttuğum zamanlarda eve kadar onlarla konuşurdum. Yolun nasıl bittiğini ve ıslandığımı bile anlamazdım. Sırsıklam olduğumu ancak tatlı ama sitemkâr sesiyle eve girdiğimde O hatırlatırdı bana:
“Ne bu hal? Sırılsıklam olmuşsun yine. Ya hastalanırsan? Öyle melül melül bakma yüzüme… Şemsiyeni mi unuttun? Aklın nerede kuzum senin?” sonra yine dayanamaz meyve kokulu sabunlarla yıkayıp, sırrına asla vakıf olamadığım her zaman yumuşacık olan Bursa havlularıyla kuruturdu beni. Sonrasında…
Sahi sonrasında ne oldu? Diye soruyorum kendime. Yağmurlu gecenin ayazında yanıtını bir başına bulamayacağım bir soru bu. Belki de kendini inkâr etmenin beyhudeliğince şimdiki zamana dönüş…
“Hatırlamıyor musun sahiden?” diye soruya soruyla verilen bir yanıt işitiyorum içimden…
Hatırlasam sorar mıyım diye yanıtlıyorum sanki kendimi bilmeyen derinlerimden gelen sese…
“Hayatı ne kadar önemsiyorsan O’nu da o kadar önemsediğinden olabilir mi?”
Bunlarla bir ilgisi olmadığını sen de benim kadar biliyorsun. Kaldı ki hayatı önemsemenin kıstası nedir? Çok çalışmak ve çok para kazanmak mı? Zenginlik mi? Aç kalmamak mı? Hayatı önemsiyorum ama O’nu hayattan ve hayatımdan daha çok önemsiyorum.
“Şimdi nerede peki?”
Bu suali cami avlusuna bırakılan bir bebek misali kaderiyle baş başa bırakıyorum. İnsanın içini umarsıca kemiren kurtçuklar gibi lanetlenmiş bir soru bu. Yanıtı gerçekliğince acı ya da hayalince gizemli kalabilir. Yine de imtihanda bilmediği soru karşısında afallayıp kalan bir öğrenci çaresizliğiyle fısıldıyorum kendime: Bilmiyorum!
O an, bir binanın saçağının altına sığınmış yağmurdan saklanan bir sokak köpeği ve kedi görüyorum. Zaruret karşısında birbirlerine sarılmışlar. Fırtınalı havalarda limanda demirlemiş lüks tekneler ve takaların birbirine yaslanmalarını anımsatıyor bana… Birbirine benzemeyen çeşitliliğin bir arada yaşaması oldukça anlamlı geliyor o an. Bir anda öleceğimizi ve ardımızda bir şey bırakmadan sonsuza dek yok olup gideceğimizi düşünüyorum. İçimden, tam da beynelmilel bir barışın bir gün gerçekleşebileceği hayali geçerken, kafamdaki seslerden dişi olanı bir şarkı mırıldanıyor usulca: “Bütün dünya buna inansa, hayat bayram olsaaa…” ardından, eski Türk filmlerindeki koketler gibi şuh bir kahkaha patlatıp aklınca benimle alay ediyor: “Sahiden böyle bir şey olabilir mi sersem?”
Olmaz biliyorum. Eşyanın tabiatına aykırı bir durum ama umut olmadan yaşayabilir mi insan?
“İflah olmaz bir romantiksiniz şekerim, ayaklarınız ne zaman yere basacak?”
Nevin Akkaya sesiyle konuşan içimdeki kadına, Esen Günay sesiyle: “Lütfen kafamın içinden gidiniz ve beni yalnız bırakınız, diyerek yanıt veriyorum. Olanca şımarıklığıyla “Hıh!” deyip sessizliğe bürüyor ortalığı.
Kafamın içinden tek bir ses gelmezken, yağmur şiddetini artırmaya devam ediyor. Adımlarımı hızlandırıyorum. O’nun yanına gitmem gerek diye düşünüyorum. Ne kadar zaman oldu yanından ayrılalı diye tekrar tekrar soruyorum kendime? Bir yıl? Bir ay? Bir gün? İçimdeki zaman mefhumunu yitirdiğimi fark edip, pazarda annesini arayan bir çocuk misali korkuyorum. Kendime gelir gibi olunca, aklıma gelen ilk soruyu soruyorum kendime, benim gibi bir deliyle neden başa çıkmaya çalışıyor ki? Aşk mı? Sevgi mi? Onu bana bağlayan duygunun adını koyamıyorum.
“İlle de bir isim koyman mı gerek? Anın tadını çıkarmak dururken, duygulara isim koymaya çalışma artık. Gelişine yaşa her şeyi. Olduğunca kabullenip, zaman ağacının dalından koparabildiğin her meyveyi tatmayı öğren artık”
İhtiyar bilge zamanın sesi bu, kırklı yaşlarımdan sonra ortaya çıktı. Görmüş geçirmişliğimle orantılı bir bilge elbette. Ne fazlam ne eksiğim. Göz kenarlarımdaki her geçen gün derinleşen vadiler gibi. Ahmaklığa çalan durumlarımda ara sıra Nevin Akkaya sesiyle birlikte evrensel doğrulara çekmeye çalışırlar beni.
“Yine O’na gidiyorsun işte. Kendini kaybettiğinde seni sana getirdiği için elbette. Oysa aklınla da çözebilecek kadar zekisin sorunlarını. Kapısından ne zaman çıktığını hatırlamadığın bir kadını daha ne kadar mutsuz edebilirsin?” diyor sağduyulu bir ses. Aslında haklı da… Acı ama gerçek, bir başkası olmadan da pekâlâ kendimle tartışarak doğru yolu bulabilirim diye düşünmeye başlamışken,
“Aldırma şu ihtiyarlara” diyor bir başka ses, “Kendini sal ve sadece kendini düşün. Git ve ne istiyorsan al, boşu boşuna harcayacak vaktin mi var? Kapısını çal ve sarıl, yasla dudaklarını dudaklarına, kalçalarından tutup kendine çek ve sıcaklığını hisset. Şimdi saçı başı da fahişeler gibi darmadağındır. Boynunun zarafetini anımsadın mı? İki tek atıp, doya doya seviş…”
Yeter artık diyorum hepsine. Biraz sakin olun. Her şeyi düşünüp taşınmakla geçiremem tüm geceyi. Fena halde üşüyorum ve hafızamın O’na dair kısımları bir şairin belleğindeki sis perdesinin ardında sanki.
Yoldan geçen bir arabanın tekerinden üzerime çamur sıçrıyor. Dikkat etsene be adam diye haykırıyorum ardından. Araba yavaşlayıp sağa çekiyor. Mutlu oluyorum, belki de daha fazla delirmeden O’na götürecek diye. Arabadan iki kişi inip hızla yanıma yaklaşıyor. Soluk sarı sokak lambalarının altında simalarını seçemiyorum yanıma yaklaşırken ellerindeki kalın sopaları fark ediyorum. Tek kelime etmeden dalıyoruz birbirimize. Birini deviriyorum ama diğeri sopayı gelişine indirip duruyor. Nereden çıktığını bilemediğim sokak köpekleri koşup havlamaya başlıyor üçümüze. Defolup kavganızı başka yerde yapın derler gibi hepsi. Kafama inen son darbeyle sersemleyip asfalta devrilirken, uzaklaşmalarını seyrediyorum. Başımdan yaralandığımı, mazgala akan kanımı görünce anlıyorum. Elimi başıma götürdüğümde sağlam bir darbe aldığımı da fark ediyorum. O ara nereden geldiğini bilmediğim biri beni yerden kaldırıyor. “Allah’ın cezaları, şehir çığırından çıkmış gibi, sen iyi misin birader?” yerden desteği olmadan kalkamayacağımı fark edip iyice yapışıyorum koluna. Köpekler çevremizden ayrılıp caddelerdeki bina saçaklarının altına sığınıyorlar yine ve yeniden.
“Kafan kanıyor ama geçer birazdan. Derin bir yara görünmüyor” diyor kurtarıcı. Teşekkür edip, köpeklerin sığındığı saçaklardan birinin altına atıyorum kendimi. Tir tir titriyorum artık. Az önce havlayan ıslak sokak köpeklerinden bir farkım yok.
“Nereye gidiyorsun söyle götüreyim” diyor kurtarıcı.
Boş boş bakıp, ben giderim, sağ olun diye yanıtlıyorum. Dünyaya olan inancım yine pekişiyor sanırım.
“Aman dikkat et birader, buraları pek tekin olmaz geceleri. Cadde üstü olmasına aldanıp boş bulunma çizerler adamı” diye nasihatte bulunup, karanlığa karışıyor kurtarıcı. Başımdaki kanı durdurmak için beyhude bir çabayla ceplerimi karıştırıyorum ama nafile. Ceplerim de boş, zihnim gibi.
Bir iki sokak sonrası diye akmaya başlıyor bir anda zihnimdeki trafik. Sanki tıkanıklığı giderilmiş bir su borusunda beklemekten sıkılan suyun boşalması gibi akmaya başlıyor düşüncelerim. Olduğum yerden doğrulup, olabildiğince hızla evine doğru yol almaya başlıyorum. Yağmur bu defa bana yardım etmek istercesine hızını kesmiş. Caddelerse giderek daha da aydınlanmaya başlıyor. Araç trafiği de hızlanıveriyor işte. Sanki şehre yeni bir hayat sunmuşlar gibi. İşte! Biraz ilerdeki kokoreççi Cemil’in ateşindeki lezzetin kokusu… Onun ilerisinde yirmi dört saat açık tekelci Arif ve Akif’in ışıkları… Adımlarım heyecandan yerlerinde duramıyorlar. Bir sokak ve bir sokak daha geçiyorum… Karşılaştığım insanlar bu defa bana bakıyorlar. Baksınlar, umurumda bile değil. Olmam gereken yere geldim sonuçta. -Muhabbet Sokak, numara doksan! Bahçe kapısından içeri zor atıyorum kendimi. Yerinde duramayan ilkokul talebesine benziyor bu hallerim. Üç katlı binanın teras katında oturuyor. Teras, eski teneke kutulara dikilmiş çiçeklerle dolu. Zilin üstünde hâlâ önceki kiracının adı yazılı: Cemal Safi… Böyle isim mi olur diye istemsizce gülümsüyorum.
Zili çalmak için elimi kaldırdığım o an, aç bir kurt zihnimin karanlık dehlizlerinden çıkıp o meşum soruyu bırakıyor orta yere. İçimdeki tüm sesler ansızın koroya dönüşüverip birer birer akıl sahnemdeki yerlerini alıyor. O an yoldan geçen Doğan görünümlü muhayyer bir Şahin’in aralık camından yayılan müzikle birlikte bu muammanın son dizesini söylüyoruz:
“Ya evde yoksan?”
edebiyathaber.net (31 Aralık 2020)