Söyleşi: Mehmet Özçataloğlu
2020 yılına ait, çocuk edebiyatında iz bırakan kitaplar listelerinde hemen herkesin üzerinde hemfikir olduğu, okuyanların mutlaka beğeni ile söz ettiği bir kitap olan “Nice Nine’nin Zeytini” (Çınar Yayınları) üzerine yazar-çizeri Şafak Okdemir ile konuştuk.
Yaşam öykünüzle başlamak istiyorum. Hem çocukların hem de ebeveynlerinin düşlediği tıp fakültesi eğitimini tamamlayıp sırtınızı dönüyorsunuz. Kolay bir karar değil elbette. Sonrasında da Güzel Sanat Fakültesi. Hiç tepki gelmedi mi? Geldiyse de siz neler düşündünüz?
Evet, kolay olmamıştı. Bir de o sırada sadece 23 yaşında olduğum düşünülürse. Dünyanın en iyi tıp eğitimlerinden birini alıp, kendimce iyi bir doktor da olmuştum. Fakat tüm yaşamımı bir memuriyet ya da rutin çalışma içinde geçiremeyeceğimi anlamıştım. Ve damarlarımda çizmek, boyamak, sanat öğrenmek, basılı işlerimi her yerde görmek istemek gibi bir virüs dolaşmaya başlamıştı tıbbın son yıllarında. Sınıfta ders dinlerken bile durmadan bir şeyler çiziyor, sokaklarda gördüğüm tiyatro afişlerini, kartpostalları imrenerek izliyordum. Bunun hoş bir hobi olması “mantıklı” olandı çevremdeki herkese göre. Belki mantıklıydı ama benim merakım mantık ötesiydi galiba. Ancak o genç yaşta yapılacak bir gözü karalıkla, başarıyla kazandığım güzel sanatlara ve hiç bilmediğim İstanbul’a attım kendimi. Hem çalışıp hem okudum. İkinci eğitim için ailemden yardım istemedim. Tepki gelmedi pek. Kaygılı bakışlar arasında, tek bir arkadaşımın desteklemesiyle ve heyecanla çıkılan uzun ve zorlu bir macera oldu sonrası.
“Nice Nine’nin Zeytini” önemli bir konuya değiniyor. “Kitaptaki kahramanlar hayal ürünü olsa da hikâye edilen olaylar ne yazık ki gerçek” demişsiniz. Peki, bu gerçekleri size yazdıran ne oldu?
Çok uzun yıllardan beri, sizin de CENNETİN SAHİPLERİ romanımdan bildiğiniz gibi, dünyanın en popüler doğal ve kültürel güzelliklerinden birinde, çok turistik olsa da, tamamen onun dışında, basit bir kırsal yaşam sürüyorum. Günümüzde doğa içinde yaşamak, aynı zamanda çok acımasız yıkım projelerinin içinde ya da yakınında olmak demek maalesef. Son 10-15 yıldır böyle bu. Yanı başımızda derelerin, dağların, ormanların yıkımını yaşıyoruz.
Hayat kaynağı temiz içme suları üzerine yapılmak istenen HES lere karşı ve kutsal Toros Dağlarının binlerce metrelik zirvelerini yok eden mermer ocaklarına karşı, ormanlara ve antik kentlerimize kasteden otel projelerine karşı ve deniz kaplumbağaları üreme alanı olan kumsalların korunması için aktif olarak çalışmak durumundayız uzun zamandır. Bu çalışmalar bizlere çok değişik şeyler öğretiyor. Yakınımızda olmayan yaşam mücadeleleri için de özel bir duyarlılık geliştirmiş ve çok uzak yerlerde, bağını, dağını, zeytinliğini, deresini korumaya çalışan insanlarla bir bağ kurmuş oluyoruz. Hiç tanışmasak da birbirimizi biliyoruz ve elimizden geldiğince destekliyoruz.
Bu yıkımlardan en bilinenlerinden biri tabii Yırca’da yaşananlar. Unutmak mümkün mü? Artık doğa savunmasında simgeleşen olaylardan biri. Benim gibi, bu tür deneyimleri çok yakından yaşayan kaç yazar-çizer vardır bilmiyorum. Muhtemel okuyucularımız gençlerimizin, çocuklarımızın bir kısmı zaten aktif olarak yaşam savunucusu durumundalar artık. Her şeyin farkındalar. Ben de naçizane, zamanda bir kayıt olsun, ben yazmazsam kim yazacak diye anlatmak istedim sanırım.
Yaşananları kuru bir kurgunun içinde dümdüz anlatmak yerine beş ayrı karakterin gözünden sunmuşsunuz. Bu da kitabı farklı bir biçime sokmuş. Bu şekilde yazmanın getirdiği zorluklar olmadı mı?
Aslında bu kurgu, 5 kısa öykülük bir kısa öykü yarışması için yazıldıkları için ortaya çıkmıştı. Her biri kendi içinde bütünlüğü olan ama aynı sabahı ve olayı anlatan beş öykü. Çok değerli jürinin birinciliğe layık bulduğu bu çalışma da sonradan kitaplaşmış oldu. Tabii, sevgili editörümle yaptığımız çalışmalar sonrası. Bu şekilde yazmanın zorluğu değil de, tatlı bir zorlayıcılığı vardı; her bir karakterin kendine has anlatımını yaratabilmek. En çok bunun için emek harcandı. Sanırım amaçladığımız gibi de olabildi.
Kepçe Operatörü ve Mühendis’in gözünden yeni dünya düzeninin sıkışmışlığını da göstermişsiniz çocuklara. Bunun ne gibi zorluğu oldu?
Günümüzde bazı meslek sahiplerinin, geleceğe dönük sorumlulukları çok özel bir hal alıyor. Geçen yüzyıllarda her tür mühendislik faaliyeti bir gelişme, ilerleme ya da kalkınma olarak algılanabilirken, bu yüzyılda dünyanın her yerinde yalnızca yıkım anlamına geliyor. Artık her tür teknolojik insan faaliyetinin sorgulanması gereken bir çağdayız bence. Öyle ki, kesilecek tek bir orman ağacı, barajlarla öldürülecek tek bir nehir ya da göl, madencilikle kaybedilecek bir karış toprak kalmadı artık. Tüm tüketim, modern yaşam ve gelişme alışkanlıkları gözden geçirilmeli. Ya çok keskin kararlarla doğanın, yani bu gezegenin kaynaklarını korumaya yönelik sistemler geliştirilecek ya da toplu ve hızlı bir yok oluş süreci yaşanacak- ki içinde olduğumuz söylenebilir-
Böyle duygularla ve fikirlerle, Kepçe Operatörü ve Mühendis Bey öykülerini yazarken, asıl sorumlu olan şirket ve düzen hakkında söz etmemeye çalışmak zordu evet. Kişiler özelinde kalıp, biraz daha içsel durumlara odaklanmak, okuyucu açısından daha ufuk açıcı olabilir diye hissettim.
Kitabın çizerisiniz aynı zamanda. Akıldan çıkmayacak resimlerle bezemişsiniz kitabı. Bunun yazara getirdiği bir kolaylık oluyor mu acaba? Bir özgürlük alanı? Gönlünüzden geçeni ikinci bir kişiye aktarmadan içinizden geldiği gibi çiziyorsunuz.
Çok teşekkürler çizimlerimle ilgili sözleriniz için. Şimdiye dek başka bir çizerle çalışmadım. Mutlaka deneyimlemek istediğim bir şey. Ama NİCE NİNE’NİN ZEYTİNİ gibi tasarlarken, yazarken hatta sonrasında okurken bile gözlerimi dolduran, çok yoğun duyguyla bağlı olduğum çalışmaların görsellerini mutlaka elimden geldiğince ben çizmek isterim. Evet, bir özgürlük alanı ve yazım aşamasıyla birlikte gelişen bir olay. Karakter çizimleriyle başlar, yer almasını istediğim ögelerin detaylarıyla uğraşmak çok mutlu eder ve sayfa tasarımlarıyla sonuçlanır.
Cennetin Sahipleri’ni okumuştum daha once. Şimdi de Nice Nine’nin Zeytini. Çevreye duyarlı bir kimliğiniz olduğu açıkça görülebiliyor. Peki, Masada neler var, okurlarınıza müjdelesek.
Bir zamanlar, dereler yataklarında akar, dağlar dağ gibi yerinde yükselir, göller göğü yansıtır billur sularında ve ormanlar ilgili kurumların korumasında tüm canlılarıyla yaşardı. Devlet, kurumları eliyle, tüm doğal varlık ve zenginliklerin bilinçsiz vatandaşlarına karşı korunması için tüm gücüyle çalışırdı. Eğitim sistemi içinde ve basın yayın organları yoluyla neden doğayı sevmemiz, korumamız gerektiği öğretilmeye çalışılırdı.
O eski devirlerde -ki her anlamda geçtiğimiz yüzyıla denk geliyor!- şehirde yaşayanlar arasında, yerlere çöp atmamak, tükürmemek, gürültüye izin vermemek, yeşil park alanlarının genişletilmesi, kıyıların kirletilmemesi, hava kirliliği gibi başlıklarla ortaya çıkan bir “çevre hareketi” gelişmeye başladı. O zamanlar belki çevrecilik denen bir duyarlılıktan söz edilebilirdi. İnsanın kendisi dışındaki ‘dünya’ya çevre dediği zamanlar. (dünya çapında silahsızlanmaya ve her tür endüstriyel büyümeyle doğaya zarar verilmesine hatta otobanlara bile karşı çıkan gerçek bir “yeşil hareket” ise, siyasi arenaya bile taşınsa da, dünyanın gerçekleriyle bağdaşmayarak! eritildi-ki ülkemize şöyle bir uğrayıp geçmişti)
Ben kendimi ‘çevreye duyarlı’dan çok, doğaya bağlı, yaşamı savunan-bunun için çalışan- tüm diğer dünya dostları gibi, ölüm kalım savaşımının içinde, bir varlık-yok oluş çizgisinde olduğumuza inananlardanım. Dünyada medeniyet adıyla gelinen seviyede, dünyanın görmediği ilkellikte bir yok edişin, yıkımın ortasında acı hisseden bir insan olarak, yaşamaya ve yaşatmaya çalışıyorum diyebiliriz belki. Artık akamayan derelerin, kurutulan göllerin, dilim dilim doğranan dağların ve her bahaneyle yok edilen ormanların ‘çevrelediği’ hayatlarımızda musluktan akan suya dikkat etmenin ötesinde sorumluluklarımız olsa gerek diye düşünüyorum.
Masadaki yeni kitaplar benim için heyecan kaynağı. Aslında bir resimli kitap yazar ve çizeriyim biliyorsunuz. Yeni bitirdiğim resimli kitaplarım var. Ama elimden geldiğince yeni bir roman yazdığımı da haber vermiş olayım sorunuza yanıt olarak. Editörümün değerlendirmesinde şu sıralar.
edebiyathaber.net (4 Ocak 2021)