Edebiyat’ın Cadıları serisinin yedincisinde bu toprakların en üretken cadısı olan Suat Derviş’ten (1905- 1972) bahsedeceğim. Tıpkı diğer edebiyat cadıları gibi döneminin verili, dayatıcı, baskıcı egemen ideolojilerinin çok ötesinde eserler vermiş biridir o. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında başlayan yazın hayatı Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 1960’ların sonuna kadar giden epey uzun ve meşakkatli bir süreci kapsar. 1918 yılında henüz on üç yaşındayken çocukluk arkadaşı Nâzım Hikmet’in kendisinden habersiz Alemdar Gazetesine gönderdiği “Hezeyan” adlı şiiriyle edebiyat dünyasına adımını atan ve o günden ölümüne değin aşkla, şevkle, tutkuyla yazan eşsiz bir edebiyat emekçisidir Suat Derviş. Saymakla bitmez mesleği ve mahlası olan olan edebiyatın en üretken cadısı: Gazeteci, romancı, öykücü, çevirmen, eleştirmen, köşe yazarı, tiyatro yazarı…
67 yıllık yaşamının 55 yılı bilfiil çalışarak, yazarak geçer Suat Derviş’in. Bu verimli ve üretken yıllar boyunca Türkiye’de birçok ilke imza atar. Gazeteci kimliğiyle olanlar: Kurtuluş Savaşı sonrası Lozan görüşmelerini ve Montrö anlaşmalarını Türkiye açısından takip eden ilk ve tek kadın gazeteci. 1926’da İkdam gazetesinde kadın sayfası düzenleyen ilk gazeteci. Basın sendikasının kurucularından ve aynı zamanda sendikanın ilk başkanı. 1970’te Neriman Hikmet ile Devrimci Kadınlar Birliği’nin kurucusu. Yazar kimliğiyle olanlar: 1920’lerde on altı yaşındayken tefrika edilen Kara Kitap ile devam eden bir dizi romanıyla Türkiye’deki Gotik edebiyat’ın öncülerinden. 1930’larda ilk işçi romanlarını yazanlardan. Ayrıca toplumcu gerçekçi edebiyatın biçimlenmesine büyük katkı koyanlardan. Ankara Mahpusu adlı romanı ise Fransa’da yayımlanmış ilk Türk romanıdır.
Cumhuriyet, Gece Postası, Son Posta, Tan ve Resimli Ay gibi gazete ve dergilerde yayımlanan otuzu geçen tefrika romanı, öyküleri, piyesleri, eleştiri yazıları, köşe yazıları, sokak röportajlarıyla döneminin en cesur ve meşhur kadın yazarı ve gazetecisidir o. Yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da çok sayıda gazete ve dergide yazar. Almanca, Fransızca, İngilizce çeviriler yapar. Tangazetesi tarafından politik gelişmeleri izlemek üzere 1937 yılında Rusya’ya gönderilir. 1940-1941 yılları gibi Türkiye’de faşizmin baskısının arttığı bir dönemde çıkarılan Yeni Edebiyatdergisi’nde etkin görevler alır. 1970’lerin başında Demokratik Devrim Derneği’nin düzenlediği bir toplantıda, kendisini, “Türkiye Komünist Partisi Genel Sekreteri Reşat Fuat Baraner’in eşi” olarak tanıtmalarına karşı hiç duraksamadan ayağa kalkıp “Hayır, ben yazar Suat Derviş!” diyen bir kadındır o. Ve “gazeteci” kimliğini her şeyin önünde tutan bir babıali emekçisi: “Ben muharririm… O unvan benim yegâne servetim, biricik iftiharım ve ekmeğimdir.”
İlginç olan şu ki 1920’lerden itibaren yazdıkları ve yaptıklarıyla Türk Edebiyatı’nda bu denli önemli ve ayrıcalıklı bir yere sahip olmasına rağmen, 1950’lerden 2000’li yıllara kadar adeta unutulmaya terk edilmiştir Suat Derviş. Hatırlandığı zamanlarda ise edebiyata olan katkısı değersizleştirilmeye çalışılmıştır. Bunun nedeni, kadim bir edebiyat cadısı olarak dönemin hâkim ideolojileri doğrultusunda eserler veren “Edebiyat Kanonlar”ının hepsine sırt çevirmesidir. Ne Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde ortaya çıkan “Milli Edebiyat”a ne de sonrasında “Halkçı Edebiyat” diye anılan akıma yüz vermiştir. O yüzden adı hiçbir edebiyat kanonunda yer almaz, hatta yakın tarihe kadar yayımlanan edebiyat antolojilerinde de geçmez. Tek tük geçenlerde ise “Popüler Edebiyat” başlığı altında sadece ismi yazılır. Ne yazık ki o dönemin tüm kadın yazarlarının yapıtları, “romantik”, “kadınsı”, “hafif” gibi sıfatlarla anılarak popüler edebiyat ürünleri kategorisine sokulup değersizleştirmeye çalışılmıştır.
Marksizm ve Popüler Kurgu adlı kitabında şöyle der Tony Bennett: Edebiyat, yaratıcı veya kurgusal yazıların tarafsız bir bütünü değil, eğitim aygıtının çevresinde ve içinde özel ve belirli yollarla işleyen, ideolojik olarak inşa edilmiş kanon ya da metinler gövdesidir. Kısaca edebiyat, kanon geleneğidir. Suat Derviş’in romanları ise ne siyasal bir bağlam olan millet kavramına ne dinsel bir bağlam olan ümmet kavramına işaret eder. Onun romanları, insan olmanın ne’liğine dair çok daha derin ve varoluşsal sorulara yanıtlar arar. İstanbul’da bir köşkte, tıp profesörü bir babanın kızı olarak doğan, döneminin az sayıda eğitimli kadınından biri olarak yetişen ve tüm yaşamı İstanbul’da ve Avrupa’nın büyük kentlerinde geçen kentli bir yazar olarak, bireyleşme sorunuyla çok erken yaşta tanışmıştır Suat Derviş. Romanlarında, kendine ve çevresine yabancılaşmış kentli yalnızlar vardır. Bu yalnız yabancıların hayatlarını ve onların ruhunun derinliklerini eşsiz bir gözlem gücü ve olağanüstü bir incelikle aktarır biz okuyuculara.
Söylendiği gibi, Suat Derviş’in romanları ile popüler edebiyat arasında herhangi bir benzerlik yoktur. Popüler edebiyat daha çok; kutsal aileyi, fedakâr anneyi, sadık eşi ve mutlu sonla biten aşkları yazar. Suat Derviş’in romanlarında aşk, hiçbir zaman evlilikle sonuçlanmaz. Aşk nedeniyle birleşme gerçekleşse bile bu mutluluğu değil, aşkın sona erişinin yarattığı hayal kırıklığını getirir. Aynı şekilde onun kadın kahramanları, kutsal annelik ve geleneksel ev kadınlığı rollerinin çok dışındadır. Yazdıklarıyla, topluma vazedilen erkek egemen ahlak anlayışını eleştirmekle kalmayıp ötesine geçer Suat Derviş. Bu “iki yüzlü ve çifte standartlı ahlakı” tüm çıplaklığıyla ortaya çıkaran metinleriyle ters yüz eder. Cumhuriyet dönemi yazarlarının yaratmış olduğu, topluma yön veren öğretmen, subay, doktor, kaymakam gibi küçük burjuva karakterlerin yerini ise onun romanlarında, toplumun dışına itilmişler, kenar mahallerde yaşayanlar, evsiz barksızlar, işsiz güçsüzler, sokak çocukları, seks işçileri, suçlular, azınlıklar alır.
Ancak 2000’li yıllara gelindiğinde, Suat Derviş’in eserleri yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlar. Gazetelerde, dergilerde tefrika olarak kalmış romanları, öyküleri birer birer kitaplaştırılır, toplu eserler hâlinde basılır,
Osmanlı harfleriyle yazdıkları latin harflerine çevrilir, hakkında yüksek lisans, doktora tezleri yazılır ve nihayet bir edebiyat cadısı olarak hak ettiği yere ve değere kavuşur.
Gelelim edebiyatın bu en üretken cadısının, en tanınmış romanı olan Fosforlu Cevriye’ye. 1944-1945’de gazetede tefrika olarak yayımlandıktan tam 24 yıl sonra 1968’de May Yayıncılık tarafından basılıp kitaplaşır roman. Siyah gözlerinde yıldızlar, saçlarında yakamozlar parlayan sokak kadını Cevriye’nin, ismini dahi bilmediği, idama mahkûm bir adama duyduğu sıra dışı aşkın öyküsüdür anlatılan. Bu aşkı öylesine sahici ve samimi bir dille aktarır ki Suat Derviş, her satırında, insan olmanın hüznünü, iliklerimize kadar hissettirir. Hayatı boyunca kendisine yapılan iyiliğin bedelini bedeniyle ödemiş Cevriye’ye hastayken bakar adam. Hem de saklandığı izbe bir han odasında kendini tehlikeye atarak bakar. Cevriye’ye siz diye hitap eder, ona sıcak çaylar, çorbalar hazırlar, sobayı daima yanık tutar. Bunların karşılığını seve seve vermeye hazır Cevriye’nin, yatağın sol tarafını ona ayırmasını ise anlamazlıktan gelir. İşte bu, Cevriye’nin hayatının kırılma noktası olur. O güne kadar hiç bilmediği, tatmadığı duyguları yaşar ve böylece kendini, kimsesiz geçmişini sorgulamaya başlar.
Köprüaltı’nda geçen çocukluğunu düşünür ve orada ona bakan yaşlı, hasta bir adamın gözleri önünde ölüşünü. Muhakkak babamdı o adam der, yoksa niye beni öyle karşılıksız sevsin! Sonra annesiz, kimsesiz, sevgisiz geçen günlerine üzülür. Erkekler dünyasında ona beklentisiz yardım eden meyhaneci Barba’yı, hastayken ona annesi gibi bakan arap Cemile’yi düşünür. Bunları düşünürken bir yandan da adama anlatır. Ve şaşırarak farkına varır ki çocukluğunu, anılarını anlattığı ilk insandır adam. “Şimdi ona bütün bunları anlatırken bu şeylerin kendine ait olduğunu, kendini Cevriye yapan binlerce parça olduğunu, kendi varlığının çatısını kuran malzemenin bu olduğunu hisseder gibi oluyordu.” s:124
Dört bölümden oluşur roman. Her bölümün adı Fosforlu Cevriye türküsünün ilk dizeleridir: Karakolda ayna var, Kız kolunda damga var, Gözlerinden bellidir Cevriyem, Sende karasevda var. Romanın ilk bölümü karakolda başlar. Siyah saçları sokak lambalarının, el fenerlerinin altında yıldızlar gibi parlayan ve bu yüzden polislere yakalanan Fosforlu Cevriye’nin getirildiği Beyoğlu’ndaki karakol, vaktiyle hali ve vakti yerinde bir Rum ailesine ait bir binadır ve o karakolda ayna vardır! Tıpkı Lacan’ın bahsettiği ayna evresi gibi, Cevriye o aynada ilk defa görünmez olmadığının farkına varır ve kendine dışarıdan bir öteki, bir yabancı olarak bakar. Bu Cevriye’nin kendi olma yolundaki ilk adımıdır. Âşık olduğu adamla tanıştıktan sonra ise bambaşka bir kadına dönüşme süreci başlar.
Adamı tanımadan önce hayatında sadece iki şeyi çok sever Cevriye: Deniz ve Gök. “Deniz sanki onun bahçesindeki hususi havuz ve gökyüzü yatak odasının tavanıydı.” s:110
Şimdi idam mahkumu devrimci adam da dahildir çok sevdiklerine ve kara sevdaya tutulduğu o adam hapistedir. Bunu duyar duymaz bileklerine kelepçe dövmesi yaptırır Cevriye ve sokaklarda, meyhanelerde çekinmeden ona olan aşkını haykırır. Onu idamdan kurtarmak için gözünü kırpmadan kendi hayatını tehlikeye atar. Ve bir gece, bir kayığın içinden denize düştüğü yerdeki su, üstüne bir yıldız düşmüş de parçalanmış gibi yakamozdan pırıl pırıl parlar.
Necla Akdeniz – edebiyathaber.net (14 Ocak 2021)
“Edebiyat’ın en üretken cadısı: Suat Derviş | Necla Akdeniz” üzerine bir yorum