Öykü: Dışarıya | Ecehan Biçen

Ocak 19, 2021

Öykü: Dışarıya | Ecehan Biçen

Asiye Hanım hıçkırdı.

“Bir kuğu kadar…” dedi, tekrar hıçkırdı.

“Bir kuğu kadar değerim yok senin gözünde. Yalan mı ha, yalan mı?”

Hikmet Bey kılını kıpırdatmıyor. Kirpiklerinde en ufak hareketlenme yok. Yanak kaslarında seğirme, kafasının sesin geldiği yana istemsizce çevrilmesi, dudaklarında gerginlik veya büzüşme, hiçbir şey. Altında dizleri çıkmış eşofman, üstünde el örgüsü yelek, koltuğa yapışmış, sadece cam sehpanın üzerindeki kuğuya bakıyor. Gözbebeklerini asla oynatmadan.

“Ne olacak! Ölür müsün yani, ölür müsün bir pazar beni dışarı çıkarsan. Dışarısı cıvıl cıvıl, biz burada kös kös oturuyoruz. Yetti be, yetti! Ödün kopuyor değil mi millet karını görecek diye!”

Yine hıçkırdı, sigara yaktı. Duman burun deliklerinden taşıp tavana yükseliyor. Bilek kalınlığında bir huzme güneşliğin arasından sızmayı başarmış, onu tam ortasından kesiyor, konsoldaki gümüş takımlara ve aynaya vuruyor. Gazetenin pazar eki ortada. Bulmacaları yarım bırakılmış. Resimdeki kadın ünlünün yüzünde sakal, bıyık.

“Cevap versene be adam! Yüzüme bak da bir şey söyle. ‘Sus be kadın’ de, ‘Seninle uğraşamam’ de, bir şey de. İki çift laf çıksın ağzından!”

Adam istifini hiç bozmuyor. Sabahtan beri böyle. Dün gece yatağa hiç girmemiş. Asiye Hanım uyanınca fark etti. Gözünü açtı, baktı, yatak boş. “Hayırdır inşallah” diye mırıldandı. Yirmi yedi yıllık evliliklerinde bir kez olsun kahvaltı hazırlanmadan, çay demlenmeden kalktığını görmemişti. Hele ki pazar sabahı. Ayağa her zamankinden hızlı kalktı, hırkasını ve patiklerini giyip salona geçti. Kocası orada, koltuğun başında. Üstünde akşamki kıyafetleri, rakı kadehini sehpada unutmuş, yarım kalan kavunun etrafında iki karasinek, boynu kırılasıca bibloya bakıp duruyor.

“E ne yapıyorsun sen burada bu saatte?” dedi, “Hiç yatmadın mı gece?”

Tık yok. Asiye Hanım aldırmadı. Adam emekliye ayrıldığından beri her gün türlü türlü huy geliştiriyor zaten. Dün de “İçeceğim işte, karışma bana, yoksa meyhaneye giderim” diye tutturmuştu. Evlendiklerinden beri ilk kez. Derdi neyse… Omuz silkti.

“Aman, ne halin varsa gör.”

Mutfağa geçip kahvaltıyı hazırladı. Domateslerin kabuğunu soyarken o lanet ezgiyi mırıldanıyordu. Kuğu Gölü Balesi. Havası değişsin diye radyoyu açtı. Pop müzik kanalını. Şen şakrak bir genç kız sıradaki parçayı ballandıra ballandıra anlatıyordu. Perdeleri de çekti, içeri güneş dolsun. Mendebur herif oraya adımını atmaz ne de olsa. Duyan olsa sanır ki gül gibi karısı var, o yüzden göstermeye kıyamıyor, bakmaya doyamıyor. Maksat huysuzluk olsun, başka şey değil. Devlet dairesine çevirdi evi. Artık ne kadar özlediyse çalışmayı… Dırdırından çekinmese salondaki avizeleri söküp yerine floresan takacak. Belki utandığı içindir. Karısı şöyle fidan boylu olsa perdeleri ardına kadar açtırırdı, Allah bilir. Ne hali varsa görsün.

İçerisi aydınlanınca kasım ayazı bahar neşesine döndü. Çatık kaşları gevşedi, dudakları yukarı kıvrıldı. Aman neyse ne, diye mırıldandı, onun yüzünden keyfimi kaçıramayacağım şimdi. Biberi, salatalığı doğramaya başladı. Bir yandan şarkıya eşlik ediyordu.

“Sabır, sabır ya sabır
Belki de akıllanır, ah,

Belki de akıllanır…”

Tabağın üzerinde gezdirirken zeytinyağı ışıldıyordu. Gülümsedi. Her şey reklamlardaki sabahlar gibiydi. Neredeyse… Olsun. Olduğu kadar. Kekiği de döktükten sonra burnuna götürdü.

“Oh be! Mis gibi, mis!”

Buzdolabından ezineyi çıkarıp dilimledi, yeşil ve siyah zeytinleri sudan geçirdi, su yeterince fokurdayınca yumurtanın altını kapadı. Taze çayın kokusu içeriyi doldurmuş, radyodaki şarkı bitmiş, genç kız yine şakımaya başlamıştı.

“… Bu pırıl pırıl güne gayet enerjik başladıktan sonra modumuzun düşmesine izin veriyor muyuz sevgili dinleyiciler? Tabiiii ki hayııır! Kış bastırmadan önce göreceğimiz son güneşli pazar. Belki çoktan hazırlıklarınızı yaptınız, göl kıyısına gidip mangal yakacaksınız. Belki de parklarda yürüyüşe çıkacaksınız. Yine de lütfen sıkı giyinin ama sakın sakın sakın hiçbir şeyin canınızı sıkmasına izin vermeyin. Bana söz verin. Verdiniz mi? Peki o halde, size güveniyor ve sıradaki şarkımızı çalmaya başlıyorum. Sıkıldım sıkıldım, uçmak istiyorum, yalınayak yere basmak istiyorum, şalalala, ne eksiğimiz var çiçekten böcekten, tabiat misali coşmak istiyorum, şalalala…”

Tezgâhtaki her şeyi tepsiye doldurdu, salona taşıdı.

“Hadi, gel sofraya, kahvaltı hazır. Şöyle pazar keyfi yapalım beraber.”

Mutfağa döndü. Çayı bardaklara doldururken en cıvıltılı sesiyle bağırıyordu.

“Gerçi sana artık her gün pazar ya, olsun, yine de havasından mıdır, suyundan mıdır nedir, farklı oluyor pazarlar. İnsanın dışarı çıkası, çayıra çimene karışası geliyor. Hem bugün hava da güzel.”

Masaya oturdu, ekmeğini yağa bandı, çayından yudum aldı, “E hadi gelsene” dedi, “çayın soğuyacak.”

Hikmet Bey gelmedi, çayı buz kesti. Yoksa sesini duyurmak için tepinmez, “İlle de beni dışarı çıkaracaksın” diye inat etmezdi ama kadınlık gururu bu sefer fena incinmişti. Kocasını bir pavyon karısına, fahişeye, hatta gencecik kızlara bile değil, şu cam parçasına kaptırmak… İki ay önce evin baş köşesine yerleşen, o günden beri kurum kurum kurulan kuğu bozuntusuna.    Bunları düşününce art arda iki kere daha hıçkırdı. Hırsından dudaklarını kemiriyor, ayağını saat sarkacı gibi ileri geri sallıyor. Elindeki sigarayı söndürdü, yenisini yaktı. Gözleri kısık, baş belası bibloya bakıyor. O bu eve gelmeseydi belki şu anda Kuğulu Park’ta olacak, kocasıyla kol kola gezinecekti. Tamam, kol kola değil, çünkü geberesice adam kendisinden hep utandı. O yüzden mutlaka üç beş adım öteden yürür, kısacık bacakları ve ördek adımlarıyla hızına yetişmeye çalışan karısını tanımıyormuş gibi davranır. Olsun, en azından yakınında erkeğinin varlığını bilir, korkmadan yürürdü sokaklarda. Veya o bile değil, yine evde otururlardı belki, ama bir çay isterdi adam, bir kahve, dişlerinin arasından “ellerine sağlık” diyeceği tutardı. Hiçbir şey demese ekranın önünden geçtiğini görür, söylenmek için ağzını açardı.

Elindekini tablada ezip yeni sigara yaktı. Dumanı içine düşmanının kanını içer gibi çekiyor. Şu kuğu parçasının tüylerini zevkle yolar gibi. Kendisinden üstünmüş, güzelmiş, çirkinmiş, şimdi umurunda değil. Eve geldiği güne lanet ediyor. “Televizyonu açayım bari” diyen aklına. Düğmeye basan parmaklarına. İşin buraya varacağını bilseydi kumandayı camdan atardı. Ne bilsin! Tek istediği azıcık sesti. Salondaydılar. Kristal avizenin sarı ışığı altında. Kaşığın, çatalın gıcırtısı duyuluyordu. Ağızlarında büyüyen lokmanın şapırtısı. Defalarca kovulmasına rağmen inatla yemeklere konan karasinek. “Afiyet olsun” demişti. Sesi tıkalı deliklerden akmaya çalışan tuz tanesiydi, sofraya öyle düşmüştü. Belli belirsiz. Hikmet Bey, gözleri masa örtüsünde, geviş getire getire ekmeğini çiğniyordu. Neden sonra eli tekrar çatala gitmiş, ıspanaktan bir parça almış, ucundaki yoğurdun sünmesini izlemişti. Üst kattakilerin çocukları koşuyor, tavanı zangırdatıyordu. Asiye Hanım kocasına aldırmadan oflamış, kumandaya uzanıp televizyonu açmıştı. Karıncalı ekran cızırdadıkça pazar sıkıntısı iyice yoğunlaşıyordu. Kanalları azıcık zapladıktan sonra TRT2’de durdu. Kuğu Gölü Balesi. Ankara Devlet Opera ve Balesi’nin kaydı. Yüzlerinde o her yere çekilebilecek tebessümle dönen, sıçrayan, ayrılan, birleşen, parmak uçlarında yürüyen, sahnenin rüyası gerçeğin ta kendisiymiş gibi huzurlu genç kızlar; önce coşan, sonra alçalan kemanlar.

İçerideki havanın yoğunluğu eser miktarda da olsa seyrelmiş, kocasının gözünde iğne ucu kadar ışık yanmıştı. Elinde çatal, çatalın ucunda ıspanak, ıspanağın ucunda masa örtüsüne damladı damlayacak yoğurt, ağzı aralık, dudağının kenarında yemeğin bulaşığı, balerinleri izliyordu. Giderek yanaklarına renk geldi, gülümsemeye başladı. O haliyle yıllardan beri devlet dairesinde evrak imzalayan başkasıydı sanki. Hiç yönetmelik okumamış, voltajı düşük floresana maruz kalmamış, ruhu çiçeksiz kauçuklara dönmemişti.

“Hanım, ne kadar güzel dönüyorlar, öyle değil mi? Adeta kuğu hepsi.”

Asiye Hanım kocasının bu haline şaşırdığını ve sevindiğini hatırlıyor. Emekliye ayrıldığından beri ilk kez onu heyecanlandıran bir şey çıkmış; ilk kez emir vermek, homurdanmak, söylenmek dışında ağzını açmıştı. Hatta ertesi gün ilk kez züccaciyeye uğramış, kolunun altında market torbasıyla değil, şu boynu kırılasıca bibloyla dönmüştü. Yolda düşüp kolunu bacağını kıraydı da dönmez olaydı. O cam parçası da beraberinde tabii. Kendi hayatı değil, şu kuğu bozuntusu tuz buz olurdu. Geberisece! Öfkesini izmaritten çıkardı, paramparça edene kadar tablada ezdi, yeni sigara yaktı. Yüreğini hafifletecekmiş gibi, dumanların salınışını izliyor.

Telefonun sesi. İrkildi, izmariti tablada ezip ayağa kalktı.

“Aaa merhaba Hülyacım, nasılsın? İyiyim ben de, iyiyim, teşekkür ederim. Hikmet Bey de iyi, çok şükür. Rıza Bey mi konuşmak istiyor? Şey… Şimdi dışarı çıktı ama. Canı yürüyüş yapmak istemiş. Yok yok, ben çıkmadım. Pazar günü çıkmayı sevmiyorum Hülyacım. Etraf ana baba günü oluyor. Rıza Bey ne söyleyecekti, ben ileteyim ona. Aaa! Demek baleye ön sıradan bilet bulmuş.”

Göz ucuyla kocasına baktı, belki bunu duyunca tepki verir diye. Kör olasıca adam! Buna bile tepki vermiyor.

“Hülyacım, gelince ben iletirim. Çok teşekkür ederim haber verdiğiniz için. Ne! Şey, pardon. Akşam oturmasına mı? Yani bu akşam mı? Çok güzel olurdu tabii ama ben sizi başka zaman davet etsem olur mu? Bu akşam başka misafirlerimiz var da. Demek Rıza Bey bu bale sevdalısıyla tanışmak istiyor. Olur tabii olur. En kısa zamanda haber vereceğim. Gerçi Hikmet Bey pek öyle herkeslerle görüşmeyi sevmez, yani karılı kocalı toplanmalardan pek hoşlanmıyor ama ben rica ederim, kırmayacaktır. Tamam, en kısa zamanda… Tekrar teşekkür ederim. Görüşmek üzere. Görüşmek üzere. Sağlıcakla kalın.”

Kırmızı düğmeye bastı, telefonu sehpaya attı. Cam ve beraberinde kuğu hafifçe zangırdayınca Hikmet Bey azıcık hareketlendi gibi ama Asiye Hanım bunun gerçek mi yoksa göz seğirmesi mi olduğundan emin değil. Kulaklarında uğultu, kafasında içinde birbirine giren kavgalar, ağzına dolan suçlamalar, dili öfkeden tutuk, adama öylece bakıyor. Dudaklarını araladı, kapadı, hıçkırdı, yumruğunu sıktı, sıktı, gevşetti, eli kuğuya gidecek oldu, vazgeçti, tekrar hıçkırdı, kararlı adımlarla gitti, perdeleri çekti.

“Açıyorum işte, açıyorum, var mı diyeceğin ha, var mı! Hadi söylen, homurdan! Açtım işte! Oh be! Mis gibi güneş! Görürlerse görsünler be! Görürlerse görsünler! Sanki bilmiyorlar ne güdük karın olduğunu! Bilmiyorlar sanki…”

Pencereyi de açtı. Serin hava kulaklarını, yanaklarını yalıyor, havada asılı kalmış dumanı dağıtıyor. Pakete baktı, son dört sigara kalmış. Yarına kadar idare etmesi gerek. “Ne olursa olsun” deyip birini çekip yaktı. Kafasını dışarı çıkaracak, anlık tereddüt etti.

“Aman be, kimin umurundayım sanki!”

Dumanı sokağa saldı, karşı apartmana bakıyor. Müzeyyen Hanımların güneşlikler çekili. Gezmeye gitmiştir onlar. Hiçbir pazar evde durmazlar zaten. Hafta içi de fink atıyor kadın. Ara ki bulasın. Şehrin te nerelerine gidiyor tek başına. Üstelik kocası olmadan. Kafasını sağa çevirdi. Sevim’in perdesi açık, salonları gün gibi meydanda. Onlar da ortada yok. Koltuk takımlarının ortasındaki sehpaya çiçek koymuşlar. Önceden yoktu. Gözlerini kısarak baktı. Belli, gerçekler. Pencerenin kenarında da saksılar var. Çiçekler kırmızı kırmızı açmış. Kauçuk değil. Sigarasından derin bir nefes çekti. Hülya ne sandı acaba, Hikmet Bey’in sabahtan akşama rakı içip Kuğu Gölü dinlediğini duyunca. Herhalde çok ince ruhlu adam olduğunu. Belki kıskanmıştır bile. Aman ne kıskanacak, kocasının yılları operada geçmiş. Sanatçı değilmiş ya, müdürmüş. Her ne haltsa. Yönetmelik okurken kulağına üç beş şey çalınmış, ruhu incelmiştir. Bu adam iki aydır başka şey dinlemiyor, neresi inceldi! Ebesinin… Ofladı. Niye böyle oldu bu adam? Kaç yıldır aynı evde yaşıyorlar, bir şarkıyı buzdolabının vınlamasından ayırt etmezdi mendebur şey. Ha manzara resmine bakmış ha boş duvara… Yeni evli zamanlarıydı. Sofrayı güzelce hazırlamış, üzerinde çiçekli elbisesiyle karşılamıştı. İşten gelince gözü gönlü açılır, belki öpüp okşayası gelir diye. Kapıyı açınca şöyle bakmış, “Ne bu, gül bahçesi olmaya mı özendin” demişti. Çakırdikeni suratlı adam. Geberse de kurtulsa keşke.

Sigarayı mermerde söndürdü, aşağıdan geçene aldırmadan sokağa fırlattı, pencereyi kapadı.  Müezzin ikindiyi okuyor. Azıcık otursun, sakinleşsin… Keskin sirke küpüne zarar. Zaten adamın aldırdığı yok. Boşuna kendini yiyip bitiriyor. Şu Hülya gibi olamadı gitti. “Yok canım, benimki de fark etmez saçımı nasıl yapmışım, ne giymişim” demişti geçen gün, “Ben kendim için süsleniyorum. Evde de olsam iyi hissetmeliyim. Ne bileyim, insanın aynaya bakınca morali bozuluyor yoksa. Sana da öyle olmaz mı?”

İlk zamanlar diretseydi, “İlle de bu çiçekli elbiseleri giyeceğim” diye inat etseydi veya “Sen kasabada büyümüşsün, beceremezsin koca şehirde gezmeyi, kaybolursun, sonra başımıza iş” dediğinde buna inanmasaydı… Mahalledeki diğer kadınlardan aklı mı eksikti sanki. Önce azıcık zorlanır ama sora sora yolunu bulurdu herhalde. Millet kaçırmak için sırada beklemiyordu ya… Hülya kaçırılmadıktan sonra…

Arkadaşının fidan boyunu düşününce içi sızladı. Yan yana durduklarında onun ancak beline geliyor. Sevim de kısacık ama çıtı pıtı olmaktan kurtarıyor. Ona güdük değil, minyon diyorlar.  Aradaki yirmi kiloluk fark yüzünden. Ninesi “Bir gram et bin ayıp örter” demişti. Eskidenmiş o. Kasabada kıl tüy aldırmak da ayıp sayılırdı. Artık oralar bile değişmiş. Gencecik kızlar salına salına… Eliyle kaşlarını düzeltti. Bazen aşağı düşüyorlar, iyice garibana dönüyor. Zaten kendi alıyor, yarım yamalak. Hülya arka sokaktaki kuaförü önermişti. Kız iple alıyormuş, hiç acıtmadan.

Gözü Hikmet Bey’in ceketine takıldı. Vestiyerde asılı. Cüzdan cebindedir. Kafasını çevirip kocasına baktı. Eve hırsız girse, ortalığı soyup soğana çevirse adamın ruhu duymayacak. Hem son zamanlarda incik cıncık hesaplamayı bıraktı. Akşamları fişleri tek tek toplayıp ne harcadığını yazmıyor. Yoksa o rakı şişesi bu eve asla giremezdi. Gerçi şu kuğu bozuntusu da… Hıçkırdı.

“Neyse neyse, sinirlenmeyeceğim.”

Ayağa kalktı, parmak uçlarında antreye yürüdü, kocasını tekrar yokladıktan sonra cüzdanı ve yüzlükler arasındaki yirmi lirayı çıkardı. Bu kadarı kaş için yeter. Fazlasına gerek yok. Cüzdanı yerine koyacakken saçının şeklini iyice yitirdiğini, beyazlarının arttığını hatırladı. Hazır kuaföre gitmişken… Bir yüzlük aldı. Eli değmişken üç tane daha. Azıcık üst baş alır. Müzeyyen Hanım’dan rica etse herhalde onu çarşıya çıkarır. Kırk yılın başı…

Yatak odasına geçti. Boy aynasının başına. Epeydir silmiyordu, tozlanmış. Hava da kararmaya başladı. Buna rağmen kaşları “ormana döndük” diye bağırıyor. Orta parmağıyla onları tekrar düzeltti. En azından çok dışta kalanları halledebilir. Yarın aldıracaksa ne gerek var. Olsun olsun, şimdi tüm gece aklına takılır, uyutmazlar.

Cımbızı buldu, cesaret edebildiği kadarını aldıktan sonra yerine koydu ve tekrar baktı. Fena değil. Banyoda makyaj malzemeleri olacaktı. Filiz Hanım’ın apartman gününde sattıklarından. Evvelki sene gaza gelip almıştı. Gizlice biriktirdiği paralarla. Kaldılar öylece. Şimdi sırası mı? Evde kös kös otururken. “Aaa ne alakası var” dedi Hülya’nın sesi, “ben kendim için yapıyorum.” Asiye Hanım da kendi için yapacak. Ama belki… Hayır hayır, kendi için.

Malzemeleri çıkardı, hepsini tek tek inceliyor. Gündekiler “önce kapatıcı” diyorlardı. Kapatıcıyı aldı, herhalde elle sürülüyor, göz çevresine yedirdi. İki adım geriye gidip baktı. Az olmuş sanki. Biraz daha… Göz kalemini aldı, elinin üstünde denedi. İyi iyi, kurumamış daha. Aynaya yaklaştı, kirpiklerinin dibinden itibaren… Eli titredi, çizgi yamuk yumuk. Düzeltmek için bir tur daha… Fazla kalın oldu, üzerine azıcık far. Buğulu dursun. Sevim hep böyle yapıyor. Gerçi onun kaşları yüksek. Neyse, olduğu kadar. Azıcık da fondöten ve allık. Yetmedi sanki, az daha… Ruju da sürdü müydü… Fazlasını peçeteyle aldı, taşanları parmağının ucuyla sildi. Şimdi oldu işte. Görüntüsüne bakıyor, içi kıpır kıpır. Yanaklarında gamze olduğunu epeydir unutmuştu. Hülya’nın hakkı varmış. İnsanın morali düzeliyor. Hatta…

Gardırobun kapısını açtı, elbiselerini karıştırıyor. Siyah, lacivert, kahverengi, yine siyah, füme, başka siyah, başka kahverengi… Hepsi fazla kiloları örtsün diye alınmış. Şöyle iç açıcı bir şey bulsa… Renkleri cıvıl cıvıl, çiçekli miçekli. Ofladı. Hepsini kapıcının kızına vermişti, belki o evlenince giyer diye. Neyse, şimdi canını sıkmayacak. Yazlıklara bakıyor. Allah’tan henüz kaldırmamıştı. Penye gecelikler, askılı elbiseler… İnadına hepsi koyu renk. Yatağa oturdu, koca bir of çekti. Meğer yıllar içinde sadece içi değil, dışı da kararmış.

“Eh ne yapalım, yarın ona göre şeyler alırım ben de. Adama inat, en çiçeklilerden.”

Yeşil bir elbise hayal ediyor. Tenine en yakıştırdığı renkti. Hâlâ yakışır. Dizin hemen altında bitecek. Tiril tiril. Üzerinde pembeli kırmızılı güller. Tam Hikmet Bey’in köpüreceği desenler. Bakalım, o zaman tepki veriyor mu vermiyor mu! Saçlarını bukle bukle yaptırır. Genç kızlar gibi. Ne olmuş yani, kırk beşi devirdiyse. Hülya da genç değil. Onun neyi eksik. Hiç! Adam homurdanırsa homurdansın. Hatta keşke homurdansa. Ağzını açıp tek kelime etse. Şu halinden bin kat iyidir.

Akşam ezanı. Epeydir karanlıkta oturuyormuş. Kalktı, ışığı açtı, gözüne gardırobun üst rafı çarptı. O işlemeli hurcun içinde… Sağlam mıdır acaba! Güvelenmediyse… En son üç yıl önceki bahar temizliğinde çıkarmış, kimi yerlerinin sarardığını görmüştü. Atmayı düşünmüş ama nedense kıyamamış, içine bol bol naftalin koymuştu. Dudakları hafifçe yukarı kıvrıldı. Ha kefen ha gelinlik. İçine sığar mı ki? Gençken de çıtı pıtı değildi. En az on kilo almıştır. Üstünde emanet durduğunu hatırlıyor. İkinci elmiş. İçi burkulsa da ses etmemişti. Şimdi fermuarı kapanmaz. Kefenini yırtmış ceset gibi. Kefeni yırtmak… Fena fikir değil aslında. Kozasından kurtulan kelebeğin çiçekten çiçeğe konması. Hem kuğuya da benzer. Renk olarak en azından. Adam iyice delirdiğini düşünecek. Varsın düşünsün, onun aklı çok başında sanki. Belki ağzını açıp da laf eder. Yok yok, belki değil, bu sefer kesin…

Keyfi yerine geldi. Yanakları allığın altında kıpkırmızı. Uzanabilmek için sandalyeye çıktı, hurcu tutup aşağı attı, inip fermuarı açtı. Naftalinin kokusu genzini yakıyor. Pijamalarından ve patiğinden kurtulup gelinliği giydi. Şansını denedi, arkası kapanacak mı diye, imkânı yok. Boşuna üstelemeyecek. Olduğu kadar. Aynaya baktı. Eh, en azından hâlâ beyaz denebilir. Kuğu beyazı değilse bile… Saçını taradı, siyah lastik tokayla topladı, eliyle yokladı. Sıçan kuyruğu kadar. Öyle bile olsa yüzü gözü açıldı. Hülya onu böyle görse ağzı açık kalır. “İlahi Asiyecim” der, “benim aklıma gelmezdi vallahi bu yaştan sonra…” Gelmez tabii. Kocası bembeyaz bir kuğuya sevdalanmadı ki. Onca yıl balerinlerin arasında mesai doldurmasına rağmen üstelik.

Hıçkırdı. Baktı, gözleri yaşarıyor, hemen işaret parmağının yanıyla nemini aldı. Kalemi akmasın. Tekrar hıçkırdı, ani bir hareketle aynaya sırtını döndü. Kararlı adımlarla, sanki hükümeti devirmeye gidiyor, salona yürüdü. Adam hâlâ yerli yerinde. Etrafında dolanan iki karasineğe aldırmıyor. Asiye Hanım da ona aldırmadı. Ne de olsa az sonra ister istemez kendisini fark edecek. Işıkları açtı. Kristal avizenin renkleri duvarlarda, perdelerde. Teybin yanına gitti, yanındaki üç beş kasetten aradığını buldu, Çaykovski’yi çıkarıp onu taktı, azıcık ileri geri sardı ve evet, istediği parça.

“Sardı korkular, gelecek yıllar…”

Elinde kumanda, güya mikrofonmuş, kendisi de sahne sanatçısı, şarkıya eşlik ediyor.

“Düşündüm sensiz nasıl yaşanacaklar…”

Gözleri kapalı. Karanlıkta ışıklar yanıp sönüyor. Yüzünde engellemediği gülümseme. Etrafında dönüyor, sesini yükseltiyor, yumruğu havada, gücünü ilan ediyor. Çevresinde hayranları, flaşlar yüzüne patlıyor. Hikmet Bey bakışlarını ayıramıyor. Şaşkın, ağlamaklı. Masasından kalkıp yanına yaklaşmaya çalışıyor, güvenlik görevlileri izin vermiyor. Asiye Hanım ona sadece bir an, göz ucuyla bakıyor ama omuz silkip geçiyor. Şu anda önemli işleri var. Şarkıyı tam gaz söylemesi lazım. İşaret parmağıyla adama kapıyı gösteriyor.

“Bir zamanlar sen de bana acımadın…”

Şarkıyı söyledikçe boyu uzuyor, beli inceliyor, sapsarı saçları omzuna dökülüyor. Sanki hep topuklularla yürürmüş, öyle rahat zıplıyor, sahnenin o yanından bu yanına koşuyor.

“Şimdi gel de gör beni, başka biri…”

Artık sadece kocası değil, herkes onu görüyor. Karanlıkta gözler çakmak çakmak ışıldıyor, hepsi aynı ağızdan şarkıya eşlik ediyorlar. Asiye Hanım şarkıyı tekrar tekrar dinlemek isteyeceklerinden emin çünkü enerjisi tüm kalabalığa yayılıyor. Özellikle kadınlara. Kudurmuşçasına dans ediyorlar.

“Başladım hey yaşamayaaa!…”

Şarkı bitti, gözlerini açtı. Baktı, evde kopan fırtınayı Hikmet Bey’in ruhu bile duymamış, hâlâ yarı kapalı gözlerle kuğuya bakıyor, nevri döndü, sahneyi unuttu. Tezahüratları, alkışları, ıslıkları… Alt ve üst komşulara, sokaktan geçenlere aldırmadan çığlık atmaya başladı. Sesi tiz ama sürekli. Yangın alarmı gibi. Kasette çalan şarkıyı bastırıyor.

“Yeteeeeeeeeer!”

Üç kere ardı ardına böyle bağırdı, sustu. Teypte Ajda’nın sesi. Tanrı’dan onu sevgilisinden ayırmamasını diliyor. Asiye Hanım’ın gözleri bu sefer fena kısık, dudakları titriyor. Kulaklarında zonk zonk uğultu. Ağzını iki kez açtı kapadı. Eli kuğuya gidiyordu, vazgeçti, yumruğunu sıktı.

“Daha ne yapayım be! Daha ne yapayım senin için! Bembeyaz giyindim, yetmedi mi! Giyindim süslendim, yine mi olmadı! İnsan bir döner de bakar, bir bakar be, bakar!”

Sehpadan paketi aldı, içinden sigara çıkarıp titreyen elleriyle yaktı. Yüzü azgın boğa gibi. Duman burun deliklerinden taşıyor.

“Ne yapayım yani, boyumu mu uzatayım? O zaman bakacak mısın yüzüme! Ağzını açıp güzel laflar mı edeceksin? İlle de balerinlere mi benzemem gerekiyor, ha söyle, ille de balerinlere mi benzeyeceğim? Meğer beyimiz kuğuları severmiş, kuğuları! Ördekleri değil! Tabii zaten, kim ne yapsın ördekleri!”

Bağırırken salonun içinde dönüp duruyor. Koltuktaki gazeteleri alıp yere attı, resimdeki ünlülere tekme savurdu, şarkı söylemeye devam eden kadına ve vızıldayan karasineklere küfretti.

“Tamam, belki kuğu olamazdım. Tabii ki olamazdım. Anam ne, babam ne! Ama gül bahçesiydim. Sen ne yaptın! Hatırlıyor musun ne yaptığını? Homurdandın. Yok ne biçim kıyafetmiş de tam taşralı işiymiş de… Madem beğenmeyecektin, şehirden kız alaydın sen de! Hem bilmiyor muydun sanki güdük olduğumu! Alnına silah mı dayadılar beni al diye.”

Sigarayı tablada ezip yenisini yaktı. Sakinleşmeli. Sakinleşecek. Koltuğun ucuna oturdu, gözleri kuğuda. Kafatası çatlayacak gibi. Verdiği zarar kendine. Sadece kendine. Adamın tındığı yok. Şakaklarını ovuyor. Ne diye evlendi bu adam! Madem bir gün olsun yüzüne bakmayacaktı. Hıçkırdı. Kulaklarında Fahriye Abla’nın sesi.

“Asiye kız, sana talip çıktı. Hem de Ankara’dan. Tapu kadastroda memurmuş, yükselir de üstelik. Tabii tabii, seni görünce beğenir. Senden hamaratını, titizini mi bulacak. Kasabadan kız istiyormuş zaten. Şehirdekilerin dili pabuç kadar diyormuş. Bak, kaçırma derim, rahat edersin. Maaşı belli, içkisi kumarı yok. Eh sen de sessiz sakin kızcağızsın zaten. Gül gibi geçinip gidersiniz.”

Dudaklarını kanatırcasına kemiriyor. Gözleri yerde. Resimdeki ünlü kadın lacivert bıyığının altından haline gülüyor. Ajda hâlâ susmadı. Asiye Hanım’ın çevresinde sadece iki karasinek dolanıyor. Sigarasını bitirdi, ucundaki ateşle yenisini yaktı. Hıçkırıyor. Kuğu yerli yerinde. Olup biteni duymazdan geliyor ama gagasının ucunda küstah o sırıtış. Aslında her şeyin farkında, sadece sesini çıkarmıyor. Hikmet Bey’le gül gibi geçinip gitmek için. Kendisi de öyle yapıyordu. Tüm taç yaprakları solana, dikenden ibaret kalana dek.

Kızgın bir alev topu boğazından geçti, yüreğine aktı. Elinin tersiyle yanaklarından süzülen yaşı sildi. Rimeli iyice akmıştır. Omzunu silkti. Akarsa aksın. Zaten iyice palyaçoya döndü. Dumanı ağzından saldı, pakete baktı. Hiç kalmamış. Yatsı ezanı okunuyor. Pencereden baktı. Neredeyse tüm evlerde ışık var. Sevimlerin pazar gezmesi bitmiş, çocukları da ziyarete gelmiş. Ailecek sofradalar. Çünkü onların çocukları var. Çünkü kocası Sevim’in yüzüne bakmış. Çünkü Sevim çıtı pıtı. Hıçkırdı. Ajda susmuş. Müezzin de. Sadece sineklerin vızıltısı duyuluyor. Sadece Asiye Hanım’ın iç çekmesi. Sadece kendisi tarafından. Son nefesi içine çekti, sigarayı söndürdü. İçerisi duman altı. Saate baktı. Sekize yaklaşıyor. Sokağın başındaki Tekel gece yarısına kadar açık. Ama bu saatte, kadın başına…

“Hayır” dediğini duydu Hikmet Bey’in, “Hayır, ne işin var bu saatte…”

Kafasını biraz heyecanla, daha çok öfkeyle kaldırıp baktı.

“Tüm gün ağzından tek kelime çıkmadı, şimdi mi konuşacağın tuttu?”

Adam hâlâ yerli yerinde. Bunu görünce öfkesi hafifleyeceği yerde şahlandı, sesin nereden geldiğini düşünmeye kalmadan ayağa fırladı.

“Ne işim varsa var! Sana mı hesap vereceğim! Bostan korkuluğu sen de!”

Burun delikleri açılmış, gözleri pörtlek ve damarlı.

“Çıkamazmışım, yapamazmışım, beceremezmişim. Hadi oradan! Müzeyyen Hanım’dan neyim eksik benim, aklım mı ha, aklım mı? Yeter be, yeter!”

Sustu. Hiçbir şey düşünmüyor. Eli kuğuya gitti, hayvanın boynunu sımsıkı kavradı, yirmi yedi yıllık kocasının kafasına attı, tüm salonu dolduran bir şangırtı koptu; biblo ve adam kıymık kadar parçalar halinde, ışıl ışıl, rengarenk, havai fişek gibi etrafa saçılıyor; kemanlar coşuyor, karasinekler kenara çekilmiş, her yerde Çaykovski; zerreler duvara çarpıyor; halıya, sehpaya, koltuklara yağıyor; Asiye Hanım onları ağzı açık, gözleri pırıl pırıl izliyor; izledikçe coşuyor ve koltuktaki boş çukura bakıp bakıp bağırıyor.

“Gör bak, çıkabiliyor muyum dışarı, çıkamıyor muyum! Yok, beceremezmişim de, cahilmişim de, kadınmışım da… Al işte çıkıyorum, artık sen yaparsın yemeğini temizliğini… Ruhsuz herif, ne olacak, Allah’ın ruhsuzu!”

***

Asfalt, sokak lambalarıyla aydınlık. Tüm pencerelerde sarı ışıklar, kahkahalar, çatal bıçak sesleri. Çöp bidonunun yanında iki kedi. Ayak seslerini duyunca kafalarını kaldırdılar. Gözleri karanlıkta pul pul. Gelenin ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar. Asiye Hanım onların merakına aldırmayıp yanlarından geçiyor. On adım ötede tabelanın masmavi ışığı. Kapı önündeki taburelere oturmuş iki adam. Yüzüne bakakaldıktan sonra gömleği kareli olan diğerini dürttü, şişelerini sakladılar. Omzunu silkip karşılarına dikildi.

“Bana da versenize iki şişe.”

Bu adamlarda da tık yok. Ağızları açık, tek kelime etmeden bakıyorlar. İlk kez gelinlikli bir kadın görmüş gibi.

“Canım, parasıyla herhalde. Sigara da alacağım.”

Kasada siyah torbayı alırken buzdolabı camındaki yansımasına bakmadı. Yüz lirayı uzattı, üstünü almadan çıktı. Havanın soğuğu yanaklarına, kulaklarına vuruyor. Bundan rahatsız değil. Sakinleşiyor. Paketten bir sigara çıkarıp yaktı. İlk nefesi içine keyifle çekip yürümeye devam etti. Sanki sokakların gündüzünden ziyade gecesine alışık bir erkek. Durdu, şişenin kapağını açtı, ilk yudumunu içti. Sert, soğuk ama kışkırtıcı. Kahkaha attı. Sanki aylardan haziran, sanki yirmisinde bir taze. Gençlik ateşiyle giydiği terliklerini şaplata şaplata dolanıyor. Dilinde o şarkı.

“Şimdi bambaşka biri…”

Hıçkırmıyor.

edebiyathaber.net (19 Ocak 2021)

Yorum yapın