Söyleşi: Tuğba Gürbüz
Aysun Kara ile yazma süreci ve kitapları üzerine söyleştik.
Biraz geriye giderek başlayalım istiyorum. Yazma hevesinin içine nasıl düştüğünü, kimlerce desteklendiğini merak ediyorum. Çocukluğundan, ilk gençliğinden yazar olmaya karar vermek gibi belirgin bir anı hatırlıyor musun?
Okuma yazma benim için her şeyin önündeydi galiba. İlkokul ikinci sınıfta matematik dersinde öğretmen çarpmayı öğretirken ben sıranın altında kitap okuyordum. Yakalanınca azar işitmiştim ve çarpmayı öğrenmem biraz zor olmuştu. Üçüncü sınıftayken yazdığım bir şiir “Hürses” adında yerel bir gazetede yayımlandı. Yazma duygusunun verdiği mutluluğu ilk defa o zaman deneyimledim sanırım. Daha sonra düzenli olamasa da zaman zaman hatırladım bu duyguyu. Yazma hevesim çocukken ailem tarafından da desteklendi. Ortaokul birinci sınıfta Milliyet Çocuk Dergisi tarafından düzenlenen bir öykü yarışması için yazdığım öykü birincilik ödülü aldı. Sanırım o zamanlar “ne olacaksın?” diye sorulan soruları “yazar olacağım,” diyerek yanıtladım. Sonraki yıllarda meslek edinme zorunluluğu, sınavlar filan beni yazmanın uzağına düşürdü ama her zaman iyi bir okur olduğumu söyleyebilirim.
2005 yılında Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı tarafından düzenlenen yazma seminerlerine katılmak okur-yazarlık yolculuğunun neresine tekabül ediyor?
Umag’daki seminerlere katılma kararını vermem yaşamımda bir şeyin eksikliğini duyduğum ama bu eksikliğin ne olduğunu bilemediğim bir zamana denk geldi. Yazabileceğime inanmıyordum doğrusu ama daha sonradan bir pişmanlık duygusu hissetmemek, keşke dememek için kendime bu şansı tanımaya karar verdim. Umag’daki seminerler benim için bir dönüm noktası oldu. Yazmak konusunda cesaret buldum, bunu nasıl yapabileceğime ilişkin bir yol açıldı önümde. Çevremde edebiyat hakkında konuşabileceğim kimse yoktu. En önemlisi de benimle aynı dertleri olan insanlarla tanıştım. Bugün de devam eden dostluklar, yol arkadaşları edindim. O seminerlerden tanıştığımız arkadaşlarla “Perşembe Grubu” nu kurduk. 2005’den bu yana yazdıklarımızı, okuduklarımızı paylaştık. Pandeminin başlamasına kadar devam ediyordu toplantılarımız. Umarım sürdürebiliriz.
Yazmaya yeni başlamış, henüz ürünleri bir kitap bütünlüğüne ulaşmamış yazar adayının yolu dergilerden ve yarışmalardan geçiyor. Senin hikâyen de benzer bir seyir izliyor. Panovaroş isimli öykü dosyan 2010 Orhan Kemal Öykü Yarışmasında birincilik kazanıyor ve Ava Yayınları tarafından kitaplaştırılıyor. Bugün artık on beş yıldır yazmaya emek veren biri olarak yazdıklarını yayımlatmakta, okurla buluşmakta sıkıntı çekiyor musun?
O günlerdeki kadar değil ama yine bazı sorunlar var ne yazık ki. Örneğin, son iki kitabımın yayınevi Ayizi kapandığı için kitaplarım hiçbir yerde satılmıyor, ancak Nadir kitapta var. Bu benim için en önemli sıkıntı şu anda. Bitirmek üzere olduğum bir romanım var, umarım romanla birlikte öykülerim de yeniden basılır.
Yazarın, eserin önüne çıktığı, kendi ürününü pazarlar hâle geldiği, tabiri caizse “Sen de kendi hikâyenin kahramanısın” denilerek bireyciliğin fazlaca parlatıldığı ve de pompalandığı bir dönemde kahraman yaratmaktan ziyade, vicdanları sızlatan olayları, durumları küçük kesitler halinde gösteren, geniş bir okur kitlesine ulaşmayan bir türde kalem oynatmak nasıl bir heves? Neden öykü sorusuna buradan bir cevap vermen mümkün mü?
Her yazar kendi okumak istediklerini yazar galiba. Çünkü yazmak kurgu yapıp, cümle kurmaktan ibaret değil, seçim yapmak aslında. Konu seçiminden başlayarak kendi tercihlerinizi ortaya koyduğunuz bir durum. Seçtiğiniz konuya nereden bakacağınız en önemlisi aslında. Metne dahil edecekleriniz kadar dışarıda bırakacaklarınız da seçim yapmayı gerektiriyor. Sözcük, üslup, anlatıcı seçiminiz; bütün bunlar yazarın bireysel tercihleri. Dolayısıyla yazdıklarımız kişisel hikayemizden değilse de tercihlerimizden oluşuyor.
Ben “kahraman”lardan pek hazzetmem. Örneğin bir savaş kahramanının ölüm korkusu beni daha çok ilgilendirir. Dolayısıyla yazarken de bakışım kıyıda, köşede kalmış olana yönelir. Sıradan görünen hayatların içindeki kırılma anlarını, vazgeçişleri, önemsiz görünen ayrıntıları yakalayıp öykü kurmayı severim. Yazarken de tercihimi bu yönde kullanıyorum galiba.
Öykünün de bütün bu kırılma ve karar anlarını anlatmak üzere en uygun tür olduğuna inanıyorum.
Geniş okur kitlesine ulaşıp ulaşamama konusuna gelince bu biraz da hangi motivasyonla yazdığınıza bağlı. Her yazar daha fazla okura ulaşmayı ister tabii ama yazmayı yaşam biçimi olarak seçmişseniz iyi bir metin ortaya çıkarmak sizin için daha önemli olabilir.
Öykü yazarı, kendi yaşantısı dışında sayısız olaydan, andan, durumdan, insandan besleniyor hiç kuşkusuz. Bununla beraber tüm meslek hayatını el rehabilitasyonu üzerine çalışarak geçirmiş bir fizyoterapist olarak orada karşılaştığın acıların, insanların ve hikâyelerin senin öykücülüğünün üzerindeki izdüşümünü merak ediyorum.
Aslında her yazar yazı hayatı boyunca kimi zaman tek bir temanın kimi zaman da birkaç temanın peşinde dolaşıyor galiba. Benim de böyle birkaç temam var. Kitaplarımın üçünde de izi sürülebilir bunun. Bu temalardan biri de mesleğimle ilişkili. Meslek yaşantım boyunca (el yaralanmalı hastalarla çalıştığım için) iş kazalarında yaralanan genç, genellikle sınırlı eğitim almış, ekonomik olanaksızlıklar içinde yaşayan emekçi insanlarla yakın temas etme olanağım oldu. Başka bir mesleğim olsa hiç tanımayacağım insanlarla haftalar, aylar geçirdim. Üstelik geçirdiğim bu zaman, o insanların hayatlarının büyük ihtimalle en acı zamanlarına karşılık geliyordu. Uzuv kayıpları, iş kayıpları, sosyal adaletsizlik, eğitimde, sağlıkta fırsat eşitsizliği gibi pek çok kavram üzerine uzun uzun düşünme şansım oldu. Böyle olunca kalemime de sızdı bütün bunlar galiba. “Kopan bir uzuv nasıl taşınmalıdır?” adlı öyküm böyle bir öyküdür.”Kıymık”daki “Canlı Ölüm” öyküsü de öyle.
Okumak ve yazmak için daha geniş zamanlara kavuşmak, yazmaya sevdalanmış herkesin içten içe hayalini kurduğu bir realite. Sen de yaz aylarında aktif çalışma hayatını bitirip emekli oldun. Bu süreçte yeni gündelik rutinlerin nasıl şekillendi? Daha sık aralıklarla yeni verimlerini okuyabilecek miyiz?
Aslında edebiyata tam zamanlı emek vermek için böyle bir karar verdim. Umuyorum ki öyle olur. Üç yıldır üzerinde çalıştığım bir roman dosyam var, bitmek üzere. Sonrasını hep birlikte göreceğiz.
Sabahları öğlene kadar dosyamla uğraşıyorum. Öğlen bir süre ara verip yürüyüş yapıyor, günlük işlerle uğraşıyorum. Öğleden sonra da bir süre yine dosyama çalışıyor, okuyorum. Öğleden sonralarım daha düzensiz oluyor ama şu birkaç ayda en azından sabah çalışma düzenimi oturttum. Olabildiğince açık havada yürüyüş yapmaya çalışıyorum. Sanırım bu koşullarda bedenime ve ruhuma en iyi gelen şey bu oluyor.
Geniş bir konu yelpazen var. İş kazaları, çocuk istismarı, çocuk gelinler, Gezi olayları, çevre kıyımları, savaşlar, zorunlu göçler öykü konuların arasında. Bununla beraber klasik tahkiyeye dayanan, olay anlatan bir öykücü de değilsin. İmgeler, görüntüler, duygular, sesler, kokular aracılığıyla kısacık anlardan öykünü doğuruyorsun. Bu da akla Rilke’nin “Paramparça olmuş hayatın hikâyesi ancak ufak tefek parçalar halinde anlatılabilir,” deyişini getiriyor. Senin öyküye, konu seçimine, biçime yaklaşımın nedir?
Bütün bu saydığın konular günlük hayatta benim içselleştirdiğim, üzerine düşündüğüm konular. “Bu konuda yazmalıyım” gibi bir yaklaşımla yazamıyorum. O yüzden ben konuları değil, öykü konusu gelip beni buluyor diyebilirim.
Anlatıma dayanan öykülerin iyi örnekleri var ama ben senin dediğin gibi sesler, kokular, anlık görüntülerle öykü kurmayı seviyorum. Yazacağım öykü bana bu biçimde geldiği için olabilir. Öykünün anlık aydınlanma anlarının her okurda tetikleyeceği farklı duygu ve düşünceler olmalı kanımca. Anlatımcı öykülerin sınırları yazarı tarafından kesin olarak çiziliyor. Okur öyküde yazarın söylediğiyle sınırlanıyor ama parçalanmış, ucu açık öyküler sonsuz ihtimali barındırıyor dolayısıyla da sınırsız bir hayal gücünü çağırıyor. Okurun düş gücünü ve yaratıcılığını metne katabilen öyküler yazmaya çalışıyorum.
Kimi zaman şöyle şeylerle karşılaştığım oldu: bir söyleşi sırasında öykülerimden birinde yazarken benim aklımdan geçmeyen bir bağlantıdan söz etti bir okurum. Çok şaşırdım ve de mutlu oldum. Bunu çok kıymetli buluyorum. Öykünün yazarından bağımsız olarak okurla birlikte yolculuğunu sürdürmesi anlamını taşıyor benim için. Böyle öyküler yazmak isterim ve bir yazar olarak benim için başarı ölçüsü budur. Öykünün sonsuz anlatım olanağını barındırdığını, kimi zaman yazarının otoritesini bile kabul etmeyen bir tür olduğunu gösteren bir örnek bu. Heyecan verici bir şey değil mi?
Öykülerde Kuzey Ege hem mekân olarak hem de adeta bir öykü kişisi olarak boy gösteriyor. Ayvalıklı olmak, mübadil bir ailenin bireyi olmak sana, hayata ve öyküye bakışına nasıl bir katkı sağladı?
Ayvalık birçok açıdan zengin bir coğrafya. Çocukluğum böyle bir yerde geçtiği için kendimi şanslı hissediyorum. Kasaba kültürü büyük şehir kültüründen farklı zaten. Geçmişe bakıp özlemle andığımız “mahalle kültürü”ne tanıklık eden son kuşak şanslı insanlardanım galiba.
Mübadele konusu beni yazmaya iten belli başlı konulardan biri. Çocukluğumda dinlediğim hikayeleri yaşım büyüdükçe yerli yerine oturtmak, bu hikayelerin yalnızca bir avuç insanın ailevi dramlarının dışında da bir önemi olduğunu, bir buçuk milyona yakın müslüman ve beş yüz bin civarındaki ortodoks Rum’un kitlesel bir göçe zorlanmalarının ne büyük bir felaket olduğunu daha geç yaşlarda anlayabildim. O zaman bu hikayeler başka bir boyut kazandı tabii. Yazma yolculuğum ilerledikçe konu seçimim bu konuyla sınırlı kalmadı ama başlangıcı bu konudaki hassasiyetim oluşturdu. Öykü kitaplarımın her üçünde de mübadeleyle ilgili birer öykü var. Bu planlanmamış bir şeydi, kendiliğinde gelişti.
Sessizce Şarkı Söylüyorduk kitabının sonunda yer alan, dilin yer yer muzipleştiği üç öykü benim için ayrı bir yerde duruyor. “En Güzele”, “Hera Kadın Doğum Kliniği” ve “Dünyayı Kurtaran Adam” öykülerinde mitolojiden el alıyor, Yunan mitolojisinin kahramanlarını ve hikâyelerini kullanıyorsun ancak bu öyküler mitolojinin aslına uygun yeniden yazımları da değiller. Onların üzerinden yükselirken işin içine kendi düş gücünü katıyor, mitolojik kahramanların eylemleri ve onların sonuçlarını gösterirken yeni bir değer sistemi yaratmayı da başarıyorsun. Zeus’un oyununu bozmayı göze alıyor, binlerce yıllık kanlı savaşı bitiriyor, çok uluslu şirketlerin tekerine çomak sokanların sesini duyuruyorsun. Bu sayede öykü okurun zihninde devrimci bir eyleme dönüşüyor. Kısa öykü sence devrimci bir tür müdür?
Söz ettiğin öykülerdeki öykü kişileri eylemleriyle bir şeyleri değiştiriyorlar. Binyıllık kabulleri sorgulayıp o kabullerin içinden dünyayı daha anlamlı kılacak eylemlerde bulunuyorlar, bunu yaparken de doğadan, insandan, yaşamdan yana olmayı seçiyorlar. Bu biçimde okurun zihninde devrimci eyleme dönüşüyor öyküler.
Kısa öykünün tür olarak da devrimci olduğunu düşünüyorum. Biçim ve anlatım özellikleri olarak klasik öykü kalıplarının dışında hatta muhaliftir uzun öyküye. Söyleyeceğini şaşırtarak, benzetme yerindeyse bir yumruk etkisiyle ortaya koyar. Deneysel, yenilikçi arayışlara açıktır. Alışılmış anlatım biçimlerini alaşağı eder. Bazen tek bir cümle, bazen birkaç sayfa olabilir. En önemlisi kısa öykü okurunu da öyküye dahil eder. Okuyup bittikten sonra da okurda etkisi sürer. Kimi zaman okuru değiştirip dönüştürdüğü de olur. Bu belki kısa öykünün en devrimci yönüdür.
Bir dönem edebiyathaber’de yayımlanan öyküleri değerlendirdiğini, yayımlanmaya değer olanları seçtiğini ve bazı hikâye yarışmalarının jüri üyeleri arasında olduğunu biliyorum. Mutfağın gerisini de gören biri olarak çağdaş öyküye kadın yazarların ilgisi, ele aldıkları konular ve işleyiş biçimleri hakkında kısaca neler söylemek istersin?
Kadınların hem okur hem de yazar olarak erkeklere göre, edebiyata daha yakın durduğunu gözlemliyorum. Her yazarın kendisinden, kendi dert ettiklerinden yola çıktığını düşünecek olursak kadınların yazmaya daha fazla ilgi göstermesiyle edebiyatta son yıllarda kadın sorunları, ev içi yaşantıları daha görünür hale geldi diyebiliriz. Bu olumlu bir şey tabii ama kadınlar, kadınların derdinden başka bir şey anlatmıyor demek de istemem doğrusu. Kadın yazarların incelikli ve ayrıntılı bakışının, nesnelerle daha içeriden ilişki kurduğunu da yadsıyamayız. Bu ayrıntıcı tutumun öyküye pek yakıştığını düşünüyorum. Aslında kadın ya da erkek ayırmadan öykü yazmaya ilişkin yoğun bir istek ve çaba olduğunu görüyorum. Bu ilgide yazma atölyelerinin olduğu kadar “öykünün kolay yazılabilir ve yayımlanabilir” bir tür olduğuna ilişkin bir inancın da payı var sanırım. Yeni yazmaya başlayan biri için yazdığının nasıl yankı uyandıracağına ilişkin geri bildirim almak önemli olabiliyor. Bütün bunlar öyküye olan ilgiyi arttırıyor. Bu koşullar, bir yandan da birbirine benzeyen, özgün olmayan öyküler yazılmasına sebep oluyor. Evet yazmak öğrenilebilir bir şey. Roman yazmak da öykü yazmak da öğrenilebilir ama bana sorarsan edebiyat en etkili biçimde “okuyarak” öğrenilir. Sıradan metinler okuyarak değil tabii. Bence edebiyat atölyelerinin en iyi yapacağı şey yazar adaylarının nitelikli edebiyat metinleriyle karşılaşmalarını sağlamak, öncelikle iyi okur olmalarının yolunu açmak olabilir. İyi bir okur yazmak istiyorsa kendi yolunu bulur zaten.
Karşılaştığım öykülerde dertleri, kaygıları, hayalleri birbirine benzeyen öykü kahramanları var. Benzer konular benzer biçimde yazılıyor. Bir de öykünün ne olup olmadığıyla ilgili bir kafa karışıklığı yaşanıyor sanki. Örneğin; iç dökme şeklindeki bir metnin, ya da çok ilginç bir anınızın öykü olmadığını kestirebilmek gerekiyor.
Buna karşılık özgün metinlerle de karşılaşıyor ve bundan mutluluk duyuyorum. Kimi zaman gencecik insanların düşleme ve kurgulama becerisine hayran kalıp dil işçiliğine şapka çıkardığım oluyor.
edebiyathaber.net (22 Ocak 2021)