Ayla Önal’ın romanı Siranuş’un Mızıkası’nda sahne, 1978 yılı Eylül’ünde Ankara’da, Ali Kemal’in evinde açılır. Ali Kemal birkaç hafta sonra İstanbul’a taşınır ve biz de onunla birlikte Hayat Apartmanı’na yerleşiriz. Apartmandakilerin adımlarını takip etmeye, sokaklardaki dünya ile binadaki daireler arasında gidip gelmeye başlarız; birkaç defa da Kanada’ya uçarız. Tempo yavaştır, anlatı Aralık ayına yayılır. Finale doğru biraz daha hızlanırız. 1979 Ocak’ının ilk birkaç gününde taşlar büyük ölçüde yerine oturur; hemen ardından kısa mesafeli zamansal bir sıçrayışla roman sonlanır.
Bir Telin İki Ucu
Önal anlatısında, 12 Eylül 1980’e doğru koşan takvim yapraklarının hemen öncesine konumlandırdığı bir yapı kurmuş. Bu yapının malzemesini, yer yer bireylerin iç çatışmalarından yer yer de toplumsal çatışmalardan kesitler oluşturuyor. Karakterleri izlerken şu noktaları merak ediyoruz: Roman kişileri kendi hayatlarına anlam katmak için neler yapıyorlar? Anlam arayışları doğrultusunda taşıdıkları istekler ve sergiledikleri davranışlarla toplumsal kaos arasındaki gerilim, romana nasıl yansıyor? Kahramanlarımız hikâye boyunca nasıl bir başkalaşım geçiriyorlar? Kendi adıma, Önal’ın anlatısında bu soruların yanıtlarını bulabildiğimi söyleyebilirim. Yazarın kurduğu bu yapıda, sözcüklere hafifçe dokunuvermesi, yerlerine yerleşmelerine yetmiş. Atmosfere yayılan ezgiler ise çok sayıda kemanın tellerinden yükseliyor.
Romanda, uzmanlık gerektiren zihinsel faaliyetlerini takip edebildiğimiz kişiler bulunmuyor. Statü sahibi şahsiyetler arasında sayabileceğimiz Aram, Ruggero ve Profesör’ün yapageldikleri işlerin benliklerine etkileri hikâyenin akışından ayıklanmış. Bu sayede çok daha başka bir şeye odaklanmaya sevk ediliyoruz. Esma, Rakel, Ayhan, Gazanfer ve Anna diğer önemli roman kişileri. Bütün bu karakterler apayrı geçmişlerden gelseler de “yalnızlık”ta ortaklaşıyorlar. Hüzünlü ve yalnızlar. Birçoğunun yalnızlıkları, anılarında yaşattıklarıyla perçinleniyor. Kişisel tarihlerini öğreniyor, onları zamanla daha iyi tanıyor, tanıdıkça da anlatının renklerinin ortaklaştığı veya ayrıştığı yanları daha iyi algılayabiliyoruz. Gazanfer, Anna, Rakel ve Sevilay’ın gündelik pratiklerinde geçmişten kalan veya yürürlükteki politik şiddetin yansımaları daha belirgin. Hikâyenin bir ucunda, Ali Kemal’de yankısını bulan – Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar’ını veyahut Beyaz Geceler’i hatırlayalım- bunalımlı bireyin sürüklenişi yer alırken, diğer uçta politik süreçlere katılan Gazanfer ve Sevilay var.
İrili ufaklı bütün karakterlerin ortaklaştığı başka bir duygu durumu da kalp ağrıları. Kahramanlarımızın çoğu ya bir türlü uç verememiş, ya yarım kalmış ya da yaşanıp da unutulamamış aşklardan muzdaripler. Bırakılmışlığın, vedalaşamamanın sancılarını çekiyorlar. Yanlış anlamalar, bakışlarla kurulan diyaloglar, beden dilinin ürettiği manalar tüm kırılganlıklarıyla benliklerine hücum ediyor. Romanın bilge karakteri Anna da bu acılardan nasibini alanlardan. Fakat Anna’yı tanıdıkça, kendi geçmişinin hayal kırıklıklarıyla, hayaletleriyle baş etme konusunda daha becerikli göründüğünü söyleyebiliriz.
Kurgu
Romanın kurgusu, kozmopolit Hayat Apartmanı’nın çok sesliğini vurgulayan en önemli araca dönüşüyor. Zira hikâyeyi bize baştan sona anlatan dış ses, olay örgüsü bakımından kritik anlarda, karakterler ayrı mekanlarda bulunsalar dahi ritmik bir senkronizasyon yaratarak, onları aynı anda gözleyebilmemizi sağlıyor. Böylece, bakışları ötekine değemeyenler arasında bile kendiliğinden oluşan görünmez bağlar, onlar farkına varamadan rastlantısallığın gizemini ve sonuçlarını yaratıyorlar. Hayat’ta ikamet edenler arasında birbirleriyle sıkı fıkı olanlar da var, komşusuna uzaktan uzağa şöyle bir selam verip, geçip gidenler de. Yan kapıdakine bazen sinir olabiliyor, bazen de deliye dönüp canına okuyabiliyorlar. Yine de muhataplarına karşı düşmanca hislere kapılmıyorlar hiç.
Toplumsal bellekte büyük izler bırakan 1915 Olayları ile 1980 öncesi sağ-sol çatışmaları, yanısıra mafyalaşma her ne kadar ikinci planda kalsalar da Önal’ın anlatısında kendilerine yer buluyorlar. Siranuş’un Mızıkası’nın sahnesi, toplumsal alanla bireysel alanın arasındaki çelişkilerin geçişliliğinin ortaya serildiği; ama bir yanıyla da kendi önermelerini bu geçişlerin içinden yeniden yarattığı bir ortamı simgeliyor. Yazarın öyle bir dili var ki, karakterlerin içinde bulundukları açmazları anlıyor ama eyleme geçmekte çok fazla zorlanmamalarını arzuluyoruz. Her birinin irili ufaklı trajedilerini biliyor, bu trajedilerin Sahne’ye kar taneleri gibi düştüğünü görüyor ama düştüğü anda erimelerini istiyoruz.
Nesnelerin Harikuladeliği
Anlatı boyunca, gündelik deneyimlere, toplumsal yaşamın önemsizmiş gibi görünen basit ayrıntılarına dair veriler de ediniyoruz. Bu küçük ayrıntılar okuyucuda mucizevi bir aidiyet duygusu yaratıyor. İmgelerin, eşyaların, birtakım geleneksel kalıpların dışavurumu o günleri zihnimize taşıyor. Bu kayıtlar arasında nesneler hatırı sayılır bir ağırlığa sahip. Yollardaki triportörler, at arabaları; evlerdeki antenler, ahşap mobilyalar; merdaneli çamaşır makineleri, spiral kablolu telefonlar, kahve fincanları, horoz şekerleri, gramofon ve pikaplar, sehpaların üzerindeki peçeteler…
Nesnelerin dünyasıyla Rakel ve Esma’nın torunu minik Muzo aktif bir alış-veriş içindeler. Özellikle de Rakel’in mızıkasının temsil ettiği şey güçlü bir biçimde belleğin ta kendisi. Doğrusunu söylemek gerekirse, yakın geçmişte yaptığım okumalar arasında, nesne- insan ilişkisinin eserde bu denli önemli yer edindiği herhangi bir çalışmaya rastladığımı hatırlamıyorum. Önal‘ın gelecekteki yapıtlarında da nesnelerin hem kendilerine yüklediğimiz anlamlarını çoğaltmış olarak hem de yeniden ve yeniden bizlere büyülenme fırsatı sunarak karşımıza çıkmalarını hevesle diliyorum tabii ki… Yeri gelmişken, vaktini evcil hayvanı ve gözde eşyalarıyla haşır neşirlik içinde geçiren Muzo’yu gülümseyerek takip etmekten geri duramadığımı da belirtmeliyim. Hatta Tinker Bell’in nesneleri yeni baştan yapılandırmakla akıp giden zamanının bir benzerini Muzo’nun ev içi hayatında yakalıyoruz. Onun haylazca evirip çevirdiği oyuncakları, romanın saatini çalıştırdığımız anlardaki gündelik yaşamı bezeme uğraşımıza katkı sunuyorlar ve genel anlamda da manzarayı yorumlamamıza eşlik ediyorlar.
***
Siranuş’un Mızıkası 1980 Temmuz’unda kapanıyor. Romanı bitirirken o son satırların yatıştırıcılığını inkâr edemesem de, Türkiye’yi dokuz şiddetinde sarsacak Askeri Darbe’nin pek yakında gerçekleşeceğini bilmenin üzerimde tuhaf bir etki yarattığını itiraf etmeden geçemeyeceğim. Yazarın bu hatırlatmaya yer açmasının nedeni daha çok romanın ruhunda gizliymiş gibi geliyor bana. Siz ne dersiniz?
Hatice Balcı – edebiyathaber.net (22 Ocak 2021)