“İnsanlar kendi bilinçlerinden kaçmak için bir araya gelirler.”
Albert Caraco, Kaos’un Kutsal Kitabı
Amir Ahmadi Arian’ın ilk romanı Ve Balık Onu Yuttu, modern İran’a ve onun kökü geçmişte, özellikle de İslam Devrimi’nde yatan sorunlarına çarpıcı bir bakış getiren; küçücük bir odada başlayıp zamanla ülkenin en ıssız sokaklarına kadar yayılan; bir yandan öfke bir yandan da suçluluk duygusuyla dolu olan son derece çarpıcı ve ilgi uyandırıcı bir kitap. Temelinde bir mahkûm olan Yunus Turabi ile onu sorgulayan devlet memuru Hacı Said’in hayatını okurla buluşturan roman, zamanla bu ikili arasında geçen konuşmalardan bir ülkenin makus tarihine kadar uzun bir yolu hızla katediyor.
Ağırlıklı olarak İngilizce’den Farsça’ya yaptığı çevirilerle tanınan; Paul Auster, George Orwell ve Adam Johnson gibi isimlerin Farsça’daki sesi olan Amir Ahmadi Arian, ilk romanı Ve Balık Onu Yuttu’da, yaptığı çeviriler kadar parçası olduğu bu yeni-norm dışı hayatı okurlarla buluşturuyor. Kapıları ve sınırları yabancılara kapalı, özellikle Batı dünyasına karşı geliştirdiği yaklaşımla daima kendi mahfazasında kalmaya çabalayan İran, bu hızlı ve keskin dönüşümünün arkasında milyonlarca insanın yaşamını etkileyen ve her şeyi büyük bir kaosun parçası hâline getiren sancılı bir süreci de barındırıyor. Kalemini İran’ın bu saklı ve hasır altı edilen yüzüne batıran Arian, ortaya ardılları için oldukça çarpıcı olacak bir hikâye çıkarmayı başarıyor.
Hayatımız boyunca birçok şeyle hesaplaşmak zorunda kalırız ve tüm bunlar, zamanla geleceğimizi biçimlendiren temel unsurlar hâline gelir. Bu kimi zaman devlettir, kimi zaman aile, kimi zaman arkadaşlar, kimi zamansa toplum; son raddede ise insan kendisiyle yüzleşmek zorunda kalır. Tüm bu unsurlar alt alta konulduğunda insanın kendisinden ve parçası olduğu topluluk, sınıf veya gruptan uzaklaşma ihtimalinin ne denli düşük olduğu da hemen fark edilebilir. İşte Ve Balık Onu Yuttu’nun ana kahramanı Yunus Turabi’nin hikâyesi de bu noktada başlar. Bir sorgu memuru olan Hacı Siad ile gerçekleştirdiği çetin hesaplaşmalar, zamanla onu kendisine, yıllar evvel yitirdiği ailesine, apolitik duruşuna, sisteme karşı kendi içerisinde yıllarca baskıladığı görüşlere dair düşünmeye zorlar. Üstelik bu zorlama, bir noktadan sonra Yunus Turabi ile birlikte her şeyi kendi içerisine dâhil eder ve büyük bir kara delik misali her şeyi savurmaya başlar.
The Fisherman’ın yazarı Chigozie Obioma, Amir Ahmadi Arian üzerine kaleme aldığı yazısında, onun dilini oldukça lirik ve anlatım tarzını nesli tükenmekte olan sanatçılara bir ağıt olarak nitelerken, onu farklı bir noktadan onurlandırıyor.* Bu nokta, yazar tarafından diriltilen ve bir yandan çok çarpıcı bir yandan da oldukça eğlenceli olan insanî duygulanımlarıdır. Öyle ki bir noktada en çetrefilli hesaplaşmaların tam orta yerinde beliriveren bir sorun, hem sorgu memuru hem de Yunus Turabi için çok daha farklı, kimi noktada eğlenceli olaylara dönüşebilir. Hayatımız, tüm karanlık yanlarına rağmen kendi içerisinde çeşitli mutluluklar, dostluklar, sevimli ânlar da barındırır. Obioma da işte tam da bu noktada Arian’ın dilinde yatan merhametin, onun edebiyatına yansıdığını, bunun da günümüz yazarları için ölmekte olan bir yan olduğunu ifade ediyor. Bu, roman boyunca birçok noktada okur için aydınlatıcı bir konu olmakla birlikte yine de Arian’ın anlatım tarzında yatan kaos, kahramanın içerisinde bulunduğu durum ve cevaplamak zorunda kaldığı soruların sertliği, onu çoğu noktada merhametten vicdan yoksunluğuna sürüklemeyi de ihmal etmiyor. Bu da her şeyi zamanla daha sancılı bir hâle getirirken Yunus Turabi’yi de keskin ayrımlarla, bir daha geri dönülemeyecek yol ayrımlarıyla yüzleşmek zorunda bırakıyor.
Yunus Turabi, roman boyunca birçok farklı sorunla yüzleşmek zorunda kalan bir kahramandır. Bu noktada Arian’ın temel tavrı, insanın kişisel olarak hesaplaşmak zorunda kaldığı kendi geçmişiyle birlikte, içerisinde yer aldığı toplumun bir parçası olarak kolektif bellekle de yüzleşmesine yöneliktir. Zira insan, içerisinde yaşadığı toplumun bir temsilcisi olarak o ülkede olan bitenlerden, toplumsal değişimlerden ve büyük olaylardan da sorumludur. Bu noktada kişinin tek başına bir köşede sessizce geçirdiği vakitler de yumruğunu havaya kaldırıp haykırdığı sloganlar da benzer bir görev üstlenir. Her şey, kişinin kendisine ve içerisinde yaşadığı toplum düzenine karşı yapılan bir müdahaleye yanıt verme biçimiyle alakalıdır. Bu noktada Yunus Turabi, tüm toplumsal olaylara ve kişisel kayıplara rağmen pasif kalmayı ve sessiz sedasız bir şekilde kendi yolunda yürümeyi tercih eder. Onun eylemsizlikleri, onca hadiseye rağmen sürdürdüğü sessizlikleri ve apolitik tavrı, onu bu distopik dünyadan koruyamaz, zamanla onu da kaosun içerisine sürükler ve bir süre sonra hep ertelediği, uzak durduğu sistemin kendisini de içerisine alarak yutmak üzere olduğunu görür. Hacı Said’le gerçekleşen konuşmalarla başlayan bu süreç, zamanla onun kişisel kayıpları üzerinden hızla farklı bir yöne evrilir.
İnsan, her şeyi kendi elleriyle, ağır ağır inşa ederek hazırlar. Bu inşa, devamında mutluluk da getirebilir felaket de. Ve Balık Onu Yuttu bağlamındaysa her şey, felaketle sonuçlanacak çetrefilli bir süreçle ilgilidir. Yunus Turabi de bu felaketin hazırlayıcılarından -belki bilinçsiz ve uzaktan da olsa hazırlayıcılarından- biri olarak, benimsediği tavrın bedelini ödemektedir. İnsan, birdenbire bir sabah bir felaketin içerisine uyanmaz. Dönüp baktığında, bu felaketi bizzat kendisinin hazırladığını zamanla idrak eder. Ancak idrak edişin tamamlanacağı âna dek süren bu süreç, içerisinde başka felaket senaryolarını da barındırır ve bir gün insan anlar ki, kendi felaketine çevresindeki birçok insanın felaketini de dâhil etmiştir. Sözgelimi aile, arkadaşlar ve toplum bunun en büyük ortaklarıdır. İnsan, her ne yaparsa yapsın gerçekleştirmekte olduğu eylemlerin sonucu çevresindeki insanlardan ve o dönemin şartlarından bağımsız değildir; bu da her şeyi daha karmaşık bir hâle getiren temel faktör olarak roman boyunca kendisini yakından hissettirir.
Albert Caraco, Kaos’un Kutsal Kitabı’nda “Var olan düzeni kabullenip onunla mutlu yaşayan herkes birer ‘sosyal böcek’tir,” der. Bu anlamda Yunus Tarabi’nin davranışlarına Caraco’nun öne sürdüğü düşünceler ekseninde yaklaşmak, kulağımıza ona dair çok daha fazla şey fısıldar, zira bu noktada durum, salt Yunus Turabi olmaktan çıkar ve tüm sosyal böcekler üzerinden bir ülkeye, bir topluma sirayet eder. Napolyon Bonaparte’a atfedilen o meşhur sözde, “Dünya çok acı çekiyor; ama kötü insanların şiddetinden değil, iyi insanların sessizliğinden,” denildiği gibi roman boyunca süregiden tüm bu kaosun müsebbibi de sadece Yunus Turabi veya sorgu memuru değildir. Aslında ortaya konulmak istenen, yazarın tüm bu kahramanlar üzerinden konuyu özelleştirmesi, bu özelleştirme sırasında da kahramanların üstlendiği temsiliyettir. Etten kemikten bir insan olarak oldukça yakından tanıdığımız biri olduğunu fark ettiğimiz Yunus Turabi, belirli bir noktadan sonra tüm sosyal böceklerin kitaptaki iz düşümü hâline gelir. Kanlı eylemler, silahlı saldırılar ve sonu öngörülemez yasalar hızla hazırlanıp el çabukluğuyla kabul edilirken tüm bu sorunlar, onun için uzak bir zaman ve mekânda gerçekleşen edimler gibidir. Her zaman tercih ettiği sessizlik ve yalnızlık, üstelik tüm bu olaylar aleyhinde onlarca protesto gösterisi olurken benimsediği tavır, onu da mazlumdan çok zalimlerin safına yaklaştırır; çünkü ortada bir kötülük varken kötülüğe karşı sessiz kalmak, onu reddetmekten ziyade onu onaylamaya yakın bir tavırdır; tıpkı sükût ikrardan gelir anlayışında olduğu gibi. Bu noktada Yunus Turabi, yaptıkları kadar yapmadıklarından, söylediği kadar söylemediklerinden de sorumludur. Dolayısıyla onun üzerinden yapılan her atıf, aslında sosyal böceklerin ne denli sorunlu yapılar meydana getirebileceğini göstermesi bakımından da ayrıca dikkate değerdir.
Her diyalog içerisinde çeşitli kişisel atıf, hesaplaşma ve yargılar barındırır. Bu resmî bir görüşme, belirli bir otorite etrafında şekillenen bir konuşma dahi olsa, işin içerisinde her zaman kişilerin kendilerinden bir şeyler de bulunur. Son derece insani olan bu durum, diyalog uzadıkça kendisini daha da yakından hissettirir. İşte Ve Balık Onu Yuttu’da karşılaştığımız durumlardan bir diğeri de budur. Üstelik birinci tekil şahıs ağzından anlatılan roman, okura Yunus Turabi’nin perspektifinden bir bakış sunarken onun zayıflıklarını da açıkça görünür kılar. Bu anlamda onun başına gelenleri kavrama biçimi, farklı noktalardan ön plana çıkar. Davut, anne baba ve iş arkadaşları bu meselenin çekirdeğini oluşturur. Tam da bu noktada işin içine dâhil olan Hacı Said ise onunla hesaplaştığı kadar kendisiyle de hesaplaşarak devlet anlayışı ve yürürlükte olan sistemi farklı yönleriyle gündeme getirir. Zira otoriteyi temsil etmek maksadıyla bulunduğu makam ve üstlendiği görev zamanla onu da değiştirmiş, onu olduğundan daha farklı ve davranışlarında daha sert biri hâline getirmiştir. Ancak Yunus Turabi ile gerçekleştirdiği sorgulamalar onun da yavaş yavaş çözülmesine, içerisinde barındırdığı ve uzun süredir baskıladığı duygu ve düşünceleri ortaya çıkarmasına sebep olur. Okur, bakışını bir yandan sorgulayanın bir yandan da sorgulananın geçmişinde yatan kör kuyulara uzatırken diğer yandan da keşfedilmeyi bekleyen sırların içerisinde kendini bambaşka bir dünyanın içerisinde bulur. Romanın sonuna kadar süren ve son raddede keskin bir biçim alan bu durum, kitaba biçim veren en temel unsurlardan biri olarak da kendisine özel bir alan açar.
İranlı yazar Amir Ahmadi Arian’ın İngilizce yazdığı ilk romanı Ve Balık Onu Yuttu, İran’ın karanlıklarla dolu geçmişinden bugüne perde aralayan, izleri hâlâ sürülebilen ve oldukça güncel meseleleri de içerisinde barındıran modern bir anlatıyı okurun beğenisine sunuyor. Yunus Turabi ve Hacı Said üzerinden başlayan ve zamanla bütün bir toplumun temsiliyetine dönüşen roman, iyilikle kötülük arasında insanın sessiz kalarak da birçok şeye sebebiyet verebileceğini farklı bir açıdan gösteriyor.
* “I found Amir Arian’s Then the Fish Swallowed Him a strange and startling vision written with the ferocity of an endangered artist and the lyric eloquence of a master. The world conjured up in these pages will haunt the reader with a real, palpable but entertaining dread much like the Iranian classic, The Blind Owl. It is a debut of genuine brilliance and wit.” (Chigozie Obioma)
** “Then the Fish Swallowed Him is a gripping, intelligent novel, opening vistas of the imagination with economy and insight. Harrowing and clear as a bell.” (Isabella Hammad)
Abdullah Ezik – edebiyathaber.net (26 Ocak 2021)