Türkiye’de kitapçılarda ya da kitap satılan diğer mecralarda, kitapları ülkelerine değil, türlerine göre ayırırlar bilirsiniz. Bunun istisnası olan çok güzel kitabevleri de vardır; Dost gibi, Pandora gibi… Bunun önemli olmadığı düşünülebilir ama örneğin Yan Lianke’nin Jaguar Kitap tarafından basılan “Günler, Aylar, Yıllar” adlı kitabı için bu oldukça önemlidir. Çünkü Çin’in ilk Franz Kafka ödülü (2014) sahibi yazarı Yan Lianke, Çin hükümeti tarafından sansürlenmesi ve kitaplarının yasaklanması ile ünlü bir yazar. Bunu Türkiye şartları için düşünerek “neden yasaklanmış acaba” diye sorsak, cevabımızın Türkiye’nin siyasi ve kültürel koşullarını yansıtacağını kabul etmemiz gerekir. Dolayısıyla Yan Lianke için de böyle düşünebiliriz. Ne yazmış, neden yasaklanmış… Öte yandan, kitapçılardaki bu “türcülük” bizi ülke edebiyatları konusunda oldukça cahil kılıyor. Karşılaştırmalı edebiyat okuduğum dönemde, bölümün İngiliz Edebiyatı temelli hocalarından oluşması nedeniyle, İngiliz Edebiyatı temelli ve daha çok edebiyat kanonunun daha çok Avrupa ve Amerika menşeili oluşturulduğu bir müfredatı gördüğümde, Türk Edebiyatı dersinde dahi çok bilinen toplumcu yazarların hiç okunmayışını garipsemiştim. Velhasıl “Günler, Aylar, Yıllar” için küçük bir araştırma yaptığımda çoğu kişinin, bendeki cehaletten daha azına sahip olmadığını gördüm.
Kitaba ve yazara geçmeden evvel, ülke edebiyatı demişken, İKSV’nin düzenlediği Talat Sait Halman Çeviri Ödülü’nün 2020 yılı sahibinin de bu kitabı Çince aslından çeviren Erdem Kurtuldu olduğunu da belirtmek gerekir. Talât Sait Halman Çeviri Ödülü Seçici Kurulu; Erdem Kurtuldu’ya verilen ödülün hemfikir olduğum gerekçesini şöyle açıklıyor: “Ürkütücü ve zihinden çıkmayacak imgelerle örülü bu metnin kendine özgü temposunu Erdem Kurtuldu’nun büyük bir ustalıkla Türkçeye aktardığı kanaatindeyiz. Korkunçluğun da güzelliği olabileceğini hatırlatan roman, toplumsal bir alegoriyle, açlık ve susuzluktan ölmenin aşırı-gerçekçi anlatımını birleştiren zorlu bir metin. Bu zorluğun üstesinden gelebilen Türkçe metin, bizlere hem kahramanımızın yaşama inadını hem de onu çevreleyen dünyanın yıkılışının ürpertisini hissettirmeyi başarabildi.”
İnternetin nimetlerinden faydalanarak edinebildiğimiz bilgiye göre Lianke’nin ilk yazılarının çoğunlukla 19. yüzyıl realizminden büyük ölçüde etkilendiği ancak 1990’ların sonlarına doğru tarzının büyük bir değişiklik gösterdiği belirtiliyor. Oysa 2009 tarihinde yayınlanan bu kitapta ben keskin bir gerçekçiliğin baskın olduğunu düşünüyorum. Bu görüşe göre Lianke’nin Günler, Aylar, Yıllar da dahil olmak üzere sonraki eserlerinin daha çok vahşi hayal gücü ve yaratıcı alegorilerle dolu olduğu söyleniyor. Yan Lainke’nin bu tarzı “mythorealism” olarak tanımlanıyor. (Bu tanımlama ve Yan Lainke arasındaki ilişki üzerine bir çok araştırma yazısı veya tez yayımlanmış) Eastern Illinois Üniversitesi’nden Xiaoyu Gao tarafından yazılan “The Biopolitical Elements in Yan Lianke’s Fiction Worlds” başlıklı 2018 tarihli yüksek lisans tezinde Yan Lainke’nin bu tarzı kullanarak yaşanmış deneyimin gerçekliğini sınırlamanın bir yolu olarak “tanıdık bir tuhaflığa neden olan edebi bir strateji” çerçevesinde yazdığı belirtiliyor. Edebiyat eleştirisi içerisinde çok yeni bir ifade biçimi olduğunu düşünüyorum bunların. Mesela yine Yan Lainke’nin kullandığı “mythorealism” tarzının eşsiz Çin hikayelerinin anlatılabilmesi için yeni bir edebi yöntem olduğu belirtiliyor ki sanıyorum kitapta beni de çarpan nokta bu.
Bu yeni bir biçim tanımlaması olan “mitorealizm” hakkındaki bir diğer açıklama ise, çoğu kişi tarafından konuşulmayan konuların anlatıldığı edebi yöntem olduğu. Bunun da Günler, Aylar, Yıllar kitabı için isabetli bir ifade olabileceğini düşünüyorum. Kaldı ki bu Lianke’nin toplumun alt sınıflarındaki insanların mücadelelerine farkındalık kazandırmak için bilinçli olarak yavaş yavaş unutulan ya da yazmaktan özellikle kaçınılan konuları tercih etmesi için bu tarzı kullanması/yaratmasını açıklıyor.
Bana kalsa, mitorealizm yerine belki minimalist bir realizm diyebilirdim. Kitabın ilk cümlesinden son cümlesine kadar kuraklığı içimizde hissettiğimiz, güneşin altında kavrulduğumuz bir roman.
“Büyük kuraklığın olduğu o yıl, zaman kavrula kavrula küle döndü; gün, yakalamaya çalıştığınızda kor gibi elinize yapışıyordu.”
Kuraklığın tüm ekinleri kuruttuğu, bu nedenle de kıtlığın baş gösterdiği Balou Sıradağlarının eteklerindeki köydeki insanlar topluca göç ederler. Geriye 72 yaşında bir adam ile, yağmurun yağması için yapılan bir ritüelde güneşten gözleri kör olan bir köpek ile İhtiyar ile Kör’ün yaşatmaya çalıştığı bir mısır sapı kalır. İhtiyar adam, su ve gübre bulunmayan bu kurak toprakta mısır fidesini yeşertmeye çabalar, mısır fidesinin yaprak vermesi mutluluğu, yapraklarında hastalık çıkması mutsuzluğudur. Bilge bir ihtiyar olan karakter, köpeğiyle konuşur, güneş ışığını tartar ve mısır sapını kendi idrarıyla sular.
102 sayfadan ibaret bu romanın olay örgüsünü veya olanları aktarmanın bir anlamı yok, zira zaten hikaye yukarıdaki gibi özetlenebilir. Ancak metnin sadeliği, ihtiyarın dünyaya ve kendi varlığına bakışı, köpekle iletişimi, mısır fidesini yeşertmeye ve tohum vermeye çalışması, güneş ile savaşı gibi her bir olayın kendisi metafor.
Hayatta neden varız? Nereye gidiyoruz? Ne için çabalıyoruz? Metnin buna benzer bir çok varoluşsal soru sordurduğunu düşünüyorum.
“Kör, sen söyle, dedi ihtiyar, insan bu dünyaya böyle bir hayat sürmek için gelmedi mi zaten? İhtiyar, köpeğin ona cevap vermesini beklemeden, kendi sorusuna kendi cevap verdi: bence öyle. Sonra dedi ki, ama kocayınca öyle olmuyor, kocayınca bir ağaç, bir tutam ot ta da torun torba ile yaşamaya başlıyorsun. Yaşamak ölmekten yeğdir yine.”
Daha önce ektiği mısır tohumlarını topraktan çıkarıp bir süre bu şekilde beslenebilen İhtiyar, bunlar tükendikten sonra önce köydeki evlere girmek istemez, ancak ödünç alacağını söyleyerek girdikten sonra da bu evlerde hiçbir yiyeceğin olmadığını fark eder. Bundan sonra açlıkla amansız bir savaş başlar. Kör köpek ve kendinden başka canlıların da bu kurak topraklarda yaşam savaşı verdiğini anlar ve sıçanların toprağın altına sakladığı mısır tohumlarını keşfeder ve onları toplar. Böylece sıçanlar, ihtiyar ile köpeğin kısıtlı mısırlara ilişkin düşmanı haline gelir. Mısırlar da bitince, artık ölmek üzereyken ve köpeğin mi kendisini kendisinin mi köpeği yemek zorunda kalacağını düşündüğü sırada, sıçanları yemeğe karar verir. İhtiyar adamın doğa ile savaşı, ilkel insanın doğaya karşı yüzbinlerce yıldır süren mücadelesidir. İnsanlar tarafından kör edilmiş köpek, sıçanlar ve bir ara hikayeye giren kurt sürüsü… Her bir satır üzerine ayrı ayrı düşünülebilir.
“Öldükten sonra eğer bir hayvan olarak yeniden doğarsam, sen olarak doğmak isterim, eğer sen de bir insan olarak yeniden doğacak olursan, benim oğlum olarak doğabilirsin, böylece birlikte yaşamaya devam edebiliriz.”
Kuraklık ve kıtlık nedeniyle sıçanların dahi köyü terk etmesi üzerine, son yiyeceklerini de yitiren ihtiyar, mısır fidesi için su taşıdığı 20 km uzaklıktaki su kaynağına da gidemez hale gelir. En sonunda mısır fidesinin altına kör köpek ve kendisi için iki mezar kazar. Kuraklık ertesi yılın hasat mevsimine kadar devam edip, ondan sonra yağmur yağdığında ekim mevsimi gelir. Köylüler de köylerine geri dönerler ancak ekecek tek bir mısır tohumu dahi bulamazlar.
“Köylülerden biri ihtiyarı hatırladı birden. İhtiyarın bir yıl önce tarlasında bulduğu o mısır fidesini korumak için nasıl da koskoca dağ silsilesinde bir başına kaldığını hatırladı. Bütün köy ihtiyarın Baliban Tepesi’ndeki tarlasına koşturdu, uzaktan bakınca o bir nokta üç dönümlük arazinin ortasında derme çatma bir barakanın bir başına durduğunu gördüler. Barakaya vardıklarında ihtiyarın kendi elleriyle çapaladığı alanın sanki ekim yapılmış gibi yemyeşil olduğunu gördüler, o gür yeşilliği içinde taze arpanın mavi kokusuyla, açık beyazla satı arası olan başka bir koku yükseliyordu. … Köylülerin bu yeşilliğin içinde fark ettikleri ilk şey daha geçen sene olgunlaşmış olan o mısır sapıydı.”
İhtiyarın cesedi mısır saplarına dolanmış, mısır köklerinin sarmaladığı halde bulunur. İhtiyar köyünü terk etmemiş, sonsuz bir kuraklığın sardığı bu topraklarda, bir mısır fidesini yeşertebilmiştir.
Bizim topraklarımızın bilge ihtiyari Aşık Veysel’in vasiyetini hatırlayarak bitirelim; “Mezarıma taş koymayın beton dökmeyin, ben öldükten sonra üzerimde otlar bitsin, çiçekler açsın taş kapatır çimento kapatır hiç kimse istifade edemez; benim toprağım da milletime hizmet etsin, oradaki biten otlardan koyun yesin et olsun, kuzu yesin süt olsun, arı yesin bal olsun”
Selin Aksoy – edebiyathaber.net (2 Şubat 2021)