Gözümdeki çapağı temizlemeden yataktan fırlayıp perdeleri iki yana açıyorum. Tıkırtısıyla uyandığım saksağan pencerenin ferforje küpeştesinden uçup sabahın bulanık aydınlığında uzaklaşıyor. Güneş ışığını arıyorum. Bulutları aşsa binalar, binaları aşsa camlar, camları aşsa perdeler, engel üstüne engel… Gözlerim, birinci katın penceresinden zihnimi güncelliyor. Sarman kedi arka bahçede, gri Citroen’in kaputunda uyukluyor. Beyaz Renault yine çarpık park etmiş. İki uzun bina arasında kıyıda köşede unutulmuş, yaprak döken birkaç ağaç, üstündekileri yutacak bir yarık gibi uzanan cadde görünüyor. Otobüs durağında bekleyen, dolmuşa binen, kaldırımda yürüyen, soğuk rüzgâra gardını almış, büzüşmüş insanlar dolduruyor cadde kenarını. Korna sesleriyle irkiliyor dalgınlar. Gördükleriyle oyun oynamak isteyen zihnim, her şeyi geri sarıyor. Rüzgârla savrulan yapraklar ağaçlara geri tutunuyor, insanlar, arabalar geri geri giderek azalıyor. Cep telefonlarına eğilmiş boyunlar dikleşiyor, kuaförün paspasından kaldırılan köpek aynı yere geri dönüp yatıyor, yaşlı adam düşürdüğü cüzdanını cebinde buluyor. Caddenin sokakla birleştiği köşedeki simitçiden simit alan sıska, avurtları çökmüş bir adam ödediği parayı geri alıyor fakat simidini yemeye devam etsin istiyorum. İradem işin içinde. İnisiyatif alıp simit arabasının camekânındaki simitleri de çoğaltıyorum zihnimde. Olayları istediğim yöne sürüklerken ablam sesleniyor, “Zehra, Zeynep.” Zeynep hâlâ yatağında iki büklüm, eli karnında, naz niyaz. “Kalk,” diyorum, “ablam çağırıyor.” Odadan çıkarken duvarda asılı boy aynasında saçlarımı parmaklıyorum.
Bizim evde kişi başına düşen oksijen miktarının azlığından mı desem, yoksa gürültü patırtının çokluğundan mı, kalabalık yaşadığımız söylenebilir. Üç kız kardeşin en küçükleriyim. Babam polis, Mali Şuçlarla Mücadele Şubesi’nde ekip amiri. Yolsuzluk yapanları, rüşvetçileri kovalıyor. Benden on yaş büyük Zeliha ablam Batıkent Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi’nin Giyim bölümünden mezun. Kısa bir süre gelinlikçide çalıştı ama annemin romatizma ağrıları sık sık alevlenince işten ayrıldı. Tavsiyeyle gelen müşterilerine evde işlemeli abiye kıyafetler dikiyor. Evin yükünü de üstlenince annemin üçüncü gözü, kulağı olarak üst makama terfi etti. Anneannem kalçası kırılıp protez takıldığından beri bizimle kalıyor. Bence bu gelişin gidişi yok gibi. Evin içinde yürüteçle fıldır fıldır dolaşırken bile kesinlikle bakıma ve gözetime muhtaç sinyalleri yayıyor. Rahmetli dedemden aldığı Bağ- Kur maaşını -yatağının bir yerlerine sıkıştırdığı kesecikleri görmezden gelirsek- mutfak masrafı için anneme veriyor. Annemle ilişkileri soğuk, hiç yakın değiller. Bazen konuşurken öyle geriliyorlar ki aralarına yumurta koysalar çatlar. Zeynep iki yaş büyüğüm. Birlikteyken bizi tanımayanların çoğu daha iri ve gösterişli olduğum için beni büyük zanneder ama çıtı pıtı Zeynep kaşıyla gözüyle, bilmiş tavırları, üstten bakışlarıyla kafa karıştırır. Evde her şeyime el atar. Takılarıma, kokularıma, makyaj malzemelerime… Bedenine uygun olmadığı için giysilerimi saklamaya gerek duymuyorum çok şükür. Üç yıldır kazanamadığı üniversite sınavında nihayet açık öğretimi tutturdu da sesi yükseldi biraz daha. “Yaparsam ne olur, yapmazsam ne olur?” diyeceğimi bile bile iş buyuruyor haspam.
Kahvaltı masasında babamı göremiyorum, sabah çok erken çıkmış. Annemin suratı on karış. Tabağımdaki beyaz peyniri parçalara ayırıp zeytinlerle karşılıklı diziyorum. Çatalımla bir beyazı, bir siyahı ilerletiyorum. Dalmışım. Zeliha ablam “Ne yapıyorsun sen?” diye sıçratıyor. “Satranç” diyorum usulca. “Nimetle oyun olmaz,” diyor annem yüzüme bakmadan. Boynumun sağındaki şah dövmesini örten saçlarımı avuçlayıp sıklaştırıyorum. Zeliha ablam dikiş dikerken yaptığı gibi orta parmağını alt dudağıyla nemlendiriyor. Tik olmuş, sinirlenince de yapıyor. Zeynep karnını tutup sızlanınca ilgi alanlarından çıkıyorum.
Berke götürdü beni üniversitenin satranç topluluğuna. İstatistik bölümünden sınıf arkadaşım. “Sende satranç kafası var, takımda oynayacak kız bulamıyoruz,” deyip ne olduğunu hiç bilmediğim bu oyunla tanıştırdı. Sanki yıllardır beklediğim, içimdeki boşlukları dolduran, hayatıma anlam katan şeyi bulmuşçasına üstüne atladım, özümsedim, kavradım. Zihnimde dolanan hamleler çatalıma sardığım spagettide, bulaşık akıttığım tabakta, ayakkabımın bağcıklarında, dalgın bakışlarımda, siyahta, beyazda takılı kaldı. Coşkulu bir merakla kafa yordum. Geriye düştüğümde oyunu nasıl çeviririm? Beklenmedik tehditler oluşturabilir miyim? Fillerle en etkili hamleleri nasıl yaparım? Siyah oynarken iki at savunması nasıl olur? Rok hangi durumda yapılır? Beyazlarla şah kanadına ve merkeze atak yaparken nelere dikkat etmeliyim? Vezir gambiti varyantları, piyonlarla avantaj elde etme, kalelerin güçlü korumasından yararlanma, şahı mat etmeye yarayan bin bir çeşit yol. Bitmek bilmez bir iştahla, hayal kırıklıklarıyla, kayıplarla, umutlarla, kazançlarla, olasılıkları defalarca hesaplayarak oynadım. Dikkatim dağıldığında, hayale daldığımda, yenerim sandığımda yenildim bazen. Rakiplerimi tarttım, eksiklerini, açıklarını kolladım. Oyun masasında karşılıklı, dövüşe hazırlanan horozlar gibi kafalar birbirine yaklaştı. Nereden saldıracağını, nasıl savunacağını iyi bilen kazandı. Çaresiz kaldığımda, yol bulamadığımda mideme kramplar girdi; lisede âşık olduğumda vücudumu saran adrenalin, zorlu maçlarda tavan yaptı. Yeri geldi, kendimden emin bir hamleyle rahat nefes alıp arkama yaslandım, hatta rakibimin saati işlerken kalkıp dolaştım özgüvenle. Bazen Berke’yi bile sıkıştırdığım maçlar oldu, yan çizip kalktı masadan. Bana yenilmek istemeyen erkeklerin bahaneleri artmıştı ama takımda olmamdan memnunlardı. Turnuvalara hazırlanırken cinsiyet umurlarında değildi zaten, herkes puanının derdindeydi.
Mutfaktan çıkarken Zeliha ablam arkamdan kötü kötü bakıyor. Anneannemle aynı odayı paylaştığından beri ruhuna sinen bezgin ağırlıkla gülüşleri durgunlaştı, bakışları hüzünlendi. Sanki bütün dünyayı sırtında taşımaktan usanmış, köşesine çekilmek için gün sayıyor. Zaten satranç takımımı çöpe attığı zaman aramız bozulmuştu; bir de gözlerindeki sevecenliğin yerini kuşkulu takip alınca iyice koptuk. Satranç oynamaya başladığımda tabii ki Zeynep de heves etti. Beraber kaldığımız iki yataklı odada ortak kullandığımız gardırop, bilgisayar masası ve sandalyesi, dizüstü bilgisayar, duvardaki kitaplık rafı, boy aynası gibi eşyaların arasına, yatağımın sandıklı bazasındaki silindir taşıma kaplı plastik satranç takımı da eklenmişti. Birlikte oynarken ağzında sakız, yırtık pırtık kotuyla yatağıma çıkmasına gıcık olsam da rahat yenebileceğim bir rakip olduğu için sesimi çıkarmıyordum. Bir gün satranç oynarken annemin üçüncü gözü, kulağı Zeliha ablam yakaladı bizi, “Ay ben ders çalışıyorlar zannettim, bu ne kız?” diye anons yaparak çınlattı sesini. Annem hışımla odaya girdiğinde, ne yavru köpek bakışlarımız, ne “Akıl oyunu bu, spor gibi, kafamızı çalıştırıyoruz,” diye inlememiz işe yaradı. Oyunumuz bir poşete doldurulup çöpe atılırken Zeynep’in dudak kıvrımında saklı sevinci yakaladı gözüm. Engellenmeye katlanamazdım. İsyanım büyük oldu. Birkaç ağlama krizi, evi terk etme tehditleri canlarını sıkmaya yetse de son noktayı babam koydu, “Oynasın çocuk, ne zararı var? Derslerini ihmal etmek yok ama,” diye arka çıktı bana. Ondan sonra annemle ablam anlam veremedikleri bu oyunu oynamama ses çıkarmadılar.
Yattığım odaya geçiyorum. Saçlarımı toplayıp aynada boynumdaki siyah şah dövmesine bakıyorum. Hoşuma gidiyor. Akşamki takım içi turnuvaya hazırlık için bilgisayarı açıp satranç oyun sitesinde birkaç maç yapıyorum. Beni 1400 UKD (Ulusal Kuvvet Derecesi)’ye yükselten maçların notasyon kâğıtlarını ders notlarımın arasından çıkarıp inceliyorum. Geçen hafta satranç topluluğuna gelen havalı kız –UKD’si 1600’ mü neymiş- İşletme’de okuyormuş, ona yenilmek istemiyorum. İtalyan açılışına hazırlanıyorum. Zihnimden atamadığım çekincelerime rağmen kendimden emin sayılırım. Okula gitmek için giyiniyorum.
“Çıkamazsın,” diyor annem kapıda. Bugün evde oturacakmışım, nedenini nasılını sormayacak, tepesinin tasını attırmayacakmışım. Zeynep de sessiz, salonda bir köşeye kıvrılmış. Zeliha ablama bakıyorum, gözlerini kaçırıyor. Odaya dönüp pencere camını açıyorum. Durağa otobüs yanaşmış yolcu indiriyor. Trafik azalmış, insanlar çabucak bir yerlere dağılıyor. Caddeden bizim sokağa çakar lambalı bir ekip arabası dönüyor. Bulutlar çoğalmış, yağmur yüzüme tükürerek çiseliyor. Pencereyi kapatıyorum. Evde benim bilmediğim bir sır örtüyor sessizliği. Anneannemi limon kolonyası kokan odasında sandalyede namaz kılarken buluyorum. Sağına, soluna üfledikten sonra tespihini istiyor benden. “Ne oldu anneanne?” diyorum. Kapıyı işaret ediyor. Yavaşça örtüyorum. “Düşüncesiz, tedbirsiz baban operasyon yapacak diye hem kendini hem sizi tehlikeye atmış. Ailesiyle tehdit etmişler. Adamlar yakalanana kadar evden çıkılmayacakmış.” Annemin üçüncü gözü kulağı Zeliha ablam dalıyor odaya, “Aşk olsun anneanne, sana o kadar söyleme dedik.” “Ne varmış?” diyorum, “Zeynep’in bildiğini benden mi saklıyorsunuz?”
Polisler apartman ve çevresinde önlemler almaya, şerit çekmeye, patlayıcı madde aramaya başladıklarında annemin salonda “Yeter artık,” diye haykırdığını duyuyorum. Anneannem mırıltılı konuşmasıyla babama verip veriştiriyor. Annemi evlendirdiğinden beri huzursuz olduğu belli. “Adamın işi bu, işi, neden anlamıyorsun?” diye yakarıyor annem. Ötekini ikna etmek zor görünüyor. Zeliha ablam orta parmağını alt dudağıyla nemlendiriyor yine.
Odaya geçip bilgisayarı açıyorum. Sakin kalmaya çalışarak satrançta oyun sonlarını gözden geçiriyorum. Aklım babamda. Hazırladığı tuzakların neler olabileceğini düşünüyorum. Zeynep’in omzuma dokunmasıyla sıçrıyorum. “Kalk bakalım küçük hanım, zaman geçmiyor, internette sörf yapacağım,” diyor. “Telefonunla oyalan sen, şimdi kalkamam,” diyorum. Saçlarımın arasından dövmemi fark ediyor. “Ne yaptırdın sen?” diyerek omzuma abanıyor şaşkın şaşkın. “Sus, sakın söyleme şimdi kimseye,” diyorum, “gel, ne yapacaksan yap bilgisayarda.” Sandalyeden kalkıyorum. Geri adım atmamla keyifleniyor ama gözleri hala bende. İşaret parmağımı dudağıma dik dayayıp çıkıyorum odadan.
Geçen her dakikanın daha ağır işlediği akşam olunca ışığı yakmayı bile zor akıl ediyoruz. Konuşacak konu bulmakta zorlanıyoruz. Zeynep’le apartmanın önünde bekleyen ekip arabasındaki polislere çay ve börek götürüyoruz. Babam gelene kadar evden dışarı çıkmamamızı tembihliyorlar. Operasyon hakkında bilgi alamıyoruz. Evde anneannemin mırıl mırıl duaları uykumuzu getiriyor. Nihayet pencereden arabasını arka bahçeye park edenin babam olduğunu görünce Zeynep’le önden koşup apartman kapısında karşılıyoruz onu. Boynu hafif sağa yatık, yaylanarak yürüyor, yorgun ama gururlu. Ensemize yapışıyor. Neşesini fark edip sağ kolunu geriye kıvırarak arkadan dizimle dizini büktürüyorum. “Şimdi olmaz,” diyor.
Yemek masasında anneannemin sandalyesi boş, önceden yemiş. Annemin sıkıntılı saatlere esir düşürdüğü tebessümü hâlâ serbest kaldığının farkında değil. Çatal bıçak sesleriyle ritmini bulan yemekte, boşalan bardaklara dolan suyun ferahlığı yayılıyor masaya. Yanımda oturan Zeynep kendini tutamayıp boynumdaki saçları kaldırıyor. “Baba bak ne yapmış,” deyip sırrımı döküyor ortaya. “O ne kızım?” diyor babam. “Geçici dövme babacım, şah, turnuvada şans getirsin diye yaptırdım.” Cevabıma pek kafa yormuyor. Zaten kimsenin benimle uğraşacak hali yok. Yemek olağan akışında devam ediyor. Babamın yorgunluğu yüzüne çökmüş. Kimse operasyon hakkında soru sormaya cesaret edemiyor. Bir ara Zeynep kulağıma eğilip “Ben de yaptıracağım,” diyor.
edebiyathaber.net (11 Şubat 2021)