Bir kişinin yaşam öyküsünün anlatıldığını varsaydığımız romanlarda bizi çeken, sürükleyen nedir? Birinin anlattığı bir hikâyenin içine sızmaktır. Yaşayanın, anlatanın anlattığı karşısındaki mahcubiyetini görmek bazen. Daha da çok, kendi yaşantısına ait anıya, olayla hiç ilgisi olmayan bir başkasının izinin düşmesi yıllar sonra. Farazi bir insanın kendi yaşamına ait anıları ve düşüncesi üzerinde yazarın yarattığı anlatıcının gölgesini görmesi. Onun izinin düşmesi yıllar sonra.
Hatırladığımızda hatırladığımızı düşündüğümüz hangi şeydir? Yaşayanın anısı mı, anlatanın anlatısı mı, işitenin işittiği mi? Ve bunlar yeniden başlangıca döner. O saf, eski anı mıdır bizatihi? Yoksa bir kez anlatılmaya başlandıktan sonra içi başkalarının düşünce ve duygularıyla doldukça o eski, geçmişteki halini korumakta mıdır? Evet, ve bunlar yeniden başlangıç noktasına dönebilir. Öyleyse hatıra nedir?
“İnsanlar çoğu kez arkadaşlarını gençlik yıllarında bulurlar” diye başlıyor Münir Göle, son romanı “Belki de”ye. Çevremizde, aslında tek tek kişiler olan arkadaşlardan oluşan kalabalık vardır önce. Sonra aradan birkaçı sıyrılır, dost deriz onlara. Yıllarla arkadaşlar da dostlar da birer birer eksilir. Hem sonradan gelişmiş bir arkadaşlığın derin bir dostluğa dönüşmesi ihtimali de vardır. İşte böyle katıla eksile, sonra gerçek dost dediklerimiz kalır ki onlarla yaşam bir arada gitmektedir artık. Onlar eksilmez, unutulmaz, başka yerlerde olsalar, başka hayatlara savrulsalar bile hep bıraktığımız yerden devam ederler. Ya sevgililer? Oysa sevgililer hiç de öyle değildirler. Onlar “bir ilişkinin sonunda birbirlerine ölürler.”
Böyle açılıyor“Belki de”. Daha ilk sayfalarda neyi anlatacağını söylüyor yazar.
Yazar diyoruz; hem anlatıcı da o’dur; kitap boyunca ismi geçmeyen tek karakter aynı zamanda anlatıcıdır. Onun kim olduğunu bilmeyiz. Romanın kahramanı İlhami’nin yaşamını anlatırken tek tek ilmeklerle çözeriz onu da. İlhami’yi, onun gelgitlerini anlatırken sanki kendini gizlemiş, önemsizleştirmek istemiştir. Bunun nedeni ilerleyen sayfalarda da açıklanmaz ama sezdirilir okura.
Bir insanı nasıl tanırız? Tanıdıklarının anlattıklarından biraz da. Romandaki katmanlar da böylece oluşuyor. Romancının anlattığı anlatıcı, anlatıcının anlattığı İlhami ve İlhami’nin anlattığı Sonia. Her biri matruşkalar gibi birbirinin içinden çıkan bu kişilikler nereye doğru dönüyor? Bir hayatın nasıl girdaplardan geçtiğini, nasıl da çapraşık olabileceğini ve çaresizliğini, tekil kişinin yaşadıklarından mı görmekteyiz?
Böylece roman kahramanlarına geliyoruz şimdi: Anlatıcının eski dostu İlhami – zira tanışmalarından bu yana yirmi yıl geçmiştir en azından – İlhami’nin sevgilisi Sonia, arada bir romanın içine giren ve biraz da seyri alt üst eden iki oğlu ve ne kadar kendini gizlese de anlatıcı. Bu iç çemberin dışında ise, anlatıcının eşi Esin, İlhami’nin eski karısı Laura, sevgilisi Audrey ve sonra gelip geçen, bir kuş gibi uçan kadın isimleri. Bu kadın isimlerine üçüncü çember diyebiliriz belki de. Dış çember ise tüm anlatıyı kuşatan, saran sarmalayan, kıtadan kıtaya atlayan şehir isimleri. Mekân ve giderek diyebiliriz ki zaman, romanın dış çemberini oluşturmakta, onu toparlamakta, yerler arasında bir yer, zamanlar arasında bir zaman seçemese de kendine, anlatıyı ayaklarının üzerine oturtmaktadır.
Mekân ise birden çok şehir, hatta kıta olsa da merkez iki ülke arasında gidip gelir. Böylece roman iki ana eksene oturmaktadır. Türkiye (İstanbul) ve İtalya (önce Roma, Milano ve sonra Bolgheri). Yazar karakteri biraz da bu iki ana eksen arasındaki çelişki ve ilişkiler üzerine kurmuştur. İlhami öğrencilik yıllarında İstanbul’dan Roma’ya göçmüş, boşandıktan sonra ise uzun yıllar yaşadığı Roma’dan kalkıp İstanbul’a gelmiştir. Toparlanınca yine oraya döneceğini öğreniriz. İlhami tam burada tanıtılmaya başlayacaktır okura. Roman boyunca, daha önce de söylediğimiz üzere, mekân gidip gelir, değişir. Avrupa şehirlerinden Afrika’ya, Afrika’dan Orta Amerika’ya… Kıtalar arası, şehirler arası dolaşıp durur. Mekân gidip geldikçe isimler, şehirler gözümüzün önünden geçip giderler; ancak buralardaki yaşantılara dokunulmaz çoğunlukla. Yalnız Roma, Milano ve Bolgheri ile İstanbul arasında olay örgüsü atkıyı bir oraya bir buraya atmaktadır.
Yazar mekânı da zamanı kullandığı gibi kullanıyor kitapta. Zaman olaylar arasında bir ileri bir geri gidip gelirken mekân da huzursuz kahramanın gidiş gelişleriyle değişiyor ve biçimleniyor. Zira İlhami’nin yaşadığı her çalkantıda zemin değişiyor. Çünkü o kaçmakla yüzleşmek arasında kalmış biri gibidir. Kaçış huzur getirir mi insana? Roman bir açıdan bunu da soruyor. Gerilerde kalmış bir soru bu; ama var. İlhami’nin mekânlar ve zamanlar arasındaki kaçışları hayatını düzene sokmasına yardım edecek mi, bilmiyoruz. Aslında okur olarak sanki bunu bekliyoruz. Kendi gerçek hayatlarımızın bir dengeye oturmasını, her şeyin mantık çerçevesinde, bir rutin dolayında evrilmesini istediğimiz gibi, İlhami’nin de yaşamında bir düzen arıyoruz. Bir yandan da yine bir okur olarak içten içe daha ne olacak, neler yaşayacak bu adam, diye meraklanıyoruz. Tam da bu değil midir okuru bir romanın içine çeken?
Öte yandan anlatıcının hayatı işte bizim başta istediğimiz, tam da o düzenli, rutin devinimi sürdürmektedir. Dolayısıyla anlatıcı ile İlhami’nin hayatı arasındaki çelişki derinleşmekte, anlatıcının onu anlama çabası romanın yürütücüsü olmaktadır.
Yazarın sözlerinden ilk başta bu yaşamın herkes gibi başladığını düşünüyoruz, en azından kısmen. İlhami’nin İtalyan olan eski karısı Laura ile iki çocukları olmuştur: Enzo ve Lino. Eski karısı zaman zaman girip çıksa da romana, onun hayatında başat bir rol üstlenmediğini biliriz. Oğulları Enzo ve Lino, her yaşta başka bir zorlukla babalarını test etmekte, onun oradan oraya sürüklenmesinin sebeplerinden biri de onlar olmaktadırlar. Çocuklarıyla sorunlu ilişkisi en kritik anlarda bir başka yöne çeker İlhami’yi.
Romanda İlhami’yi bir entelektüel olarak görürüz. Kitaplar, tablolar, müzik onun yaşamını doldurur. Kitap isimleri, alıntılar, bestelerin, tabloların isimleri ve ayrıca yazarlardan bestecilerden, ressamlardan isimler selamlar okuru. Sanki tüm bu isimler arasında kendi yaşamının çıkışsızlığına çıkışlar bulmak istemektedir aynı zamanda.
Ve sonra Sonia romana girer. İlhami Milano’da bir arkadaşının sergisinin açılış kokteyline davet edilmiştir. Ve daha içeri girer girmez, uzun, sarışın, “incecik, her şeyi çok biçimli, boynu, kolları, bacakları bitmeyecek gibi uzayan, açık kahverengi gözleri pırıldayan” bir kadını görür ve olduğu yerde kalakalır. Bu kadın Sonia’dır. İlhami, galerinin sahibi Sonia ile tanışır ve tanıştıktan iki gün sonra Sonia ile hiç beklenmedik bir ilişki yaşamaya başlarlar.
İnsanların yaşamında adı konmamış birtakım başlangıç noktaları varsa, bu nokta, daha öncekiler hiç olmamış gibi birden her şeyi değiştiriyorsa; İlhami’nin yaşamındaki bu nokta da Sonia’yı gördüğü andır. Ondan sonra hiçbir şey önceki gibi gitmeyecektir. Bu aşk ve bu ilişki, dalgalanmalarıyla İlhami’nin yaşamını kendi avuçları arasına alır. Ve bir noktada seçim yapmak zamanı gelirse ve onu, aşkı seçmese bile insan, orada takılı kalır: “Bir erkekle bir kadının hikâyeleri yarıda kesilirse eğer, her ikisi de bir boşluğu içlerinde geleceğe taşımak zorunda kalırlar. Bundan kurtuluş olamaz. Başka ilişkilere başlar, bitirirler ama eksik kalan hep oradadır, yeni hayaletlere dönüşmüşlerdir.”
İlhami’nin bütün hayatı boyunca çok sayıda kadınla ilişkisi olmuştur. Ancak Sonia’ya gelinceye kadar. Sonia onun için herkesten başka, bambaşka bir kadın, ruhunun yansıması olan kadındır. “Bir konuyu, bir yarayı kafanda kapatırsın, yıllar sonra birden fark edersin ki, o konu hâlâ aklında, yara da cılk duruyor. İlla aşk meşk durumları değil, her şey için böyledir bu. Bazen saatler günler, bazen de yıllar sonra ortaya çıkıverirler. En sıkı bastırılmış sandığın bir olayı aniden hatırlayıverir ve insanı alt üst eder.”(syf 134)
İlhami (ve dolayısıyla anlatıcı) geri dönüşlerle İlhami’nin geçmişini anımsar, şimdisini kurarlarken birden çok roman kişisi akıp geçmektedir yazı üzerinden.
Yazar, anlatıcıya bir hayatı anlattığını söyletirken bize, aynı zamanda geçmişe, yaşantılara, gelip geçiciliğe, gelip geçmeyenlere, aşka dair konuşmakta. Burada yazarın, anlatıcının anlattığı İlhami’nin ağzından, bildiğimiz ama burada, şimdi, yeni bir sesle söylenen düşüncelerle yanımıza geldiğini hissediyoruz.
“İlişkiler böyledir çoğu kez,” diyor, “İki insan bir gün yola çıkarlar, zaman aktıkça onlar da zamanın değişimine uğrarlar, artık ikisi de yola çıktıkları kişi değildirler. Belli belirsiz, hissedilmez bir gölge, pusuya yatmış adım adım yaklaşmalarını bekliyordur, onları yutmak, ayırmak için… Sonunda sis basar, sadece yapayalnız çıkabilirler oradan, yara bere içinde, bitik, takatsiz. Tek başına yol sürmenin zamanı gelmiştir bundan böyle.”(syf 151)
Öte yandan ülkenin ve İstanbul’un değişen çehresi de İtalya’da artık küçük bir köye, Bolgheri’ye yerleşmiş İlhami’nin gözünden görülmektedir. Burada yaşayanların geliştirdiği savunma mekanizmalarının ötesinde, o biraz daha uzaktan ve bütün çıplaklığıyla görmektedir değişimi. Gazetelerde yer alan vahşi cinayetler, kadınlara tecavüzler, çocuk istismarları… Her köşede pusuya yatmış tehlikeleri düşünmekten insanlar gitgide daha çok ve bir bulaşıcı hastalık gibi yayılan huzursuzluk içinde yaşamaktadırlar. Özgürlükler günden güne kısıtlanmaktadır. Fakat anlatıcının buna cevabı, kendilerinin de bu şehirde yaşadığı ve başlarına bir şey gelmediği olur. Bu değişimin bir dağ başına yerleştiği için İlhami’nin içindeki gerçeğin değişmesi olduğunu ileri sürer. İlhami “Belki de.” der. Anlatıcı da farkındadır oysa; içinde yaşanılan şehir değişmekte, insanları, binaları, çehresi her şeyi değişmektedir. Anahtar sözcükleri değişmektedir yaşamın. Herkes kendi içinde yaşadığı gizli bir korkuyla, yapıp ettiklerine, sözlerine, düşüncelerine bile ve hatta yiyip içtiklerine bile dikkat etmektedir. Korku herkesi kuşatmıştır. Ancak insanlar yok gibi yapmakta, yaşamlarının arka planına attıklarını düşündükleri bu atmosferin gitgide kendilerini ve ilişkilerini sardığını, sıkıştırdığını fark etmemektedirler.
Aslında romanın bir pasajında yer alan bu isyan, yaşanıldığı sanılanın nerede, gerçeğin nerede durduğunu da sordurur insana. “Belki de” deyişi yazarın, tüm anlatısı için de geçerlidir. Belki de olmuştur, yaşanmıştır bu olup bitenler. Belki de her şey bir düş, bir yanılsama yahut kurmaca değildir. “Her şeyin bir hayal ürünü olduğu fikri kimseye cazip gelmiyor, bu hem anlattığımın ucunu kaçırtıyor, hem de her şeyi uydurarak bir dünya yaratıp içini gerçek olmayan kişilerle doldurmak size tatsız görünüyor… Gerçeklere tutunmayı sever insan, imgelem çok soyuttur, esoteriktir, gizli bir yerlerden gelir ve ürkütücü olabilir,” (syf.128) diyor Münir Göle.
Romanın bütününe baktığımızda bir aşk öyküsünü merkeze alan yazarın roman boyunca kahramanlarını ve anlatıcıyı geldikleri her dönüm noktasında çeşitli ruh halleri arasında gezindirmekte olduğunu görüyoruz. Hayatın iniş çıkışlarla ilerleyişi bir kişinin yaşamı üzerinden ve hatırlayışlarla verilmektedir. Hikâye zamanındaki bu geliş gidişler metne hareket kattığı gibi, yaşamdan tek tek kesitlerle karakterleri bir bulmacanın parçaları gibi kendimizin ortaya çıkarmasına olanak verir. Ancak geçmişte anlatılan bu hikâye nerede sonlanacaktır? Anlatıcı sormaktadır: İlhami kimdir aslında?
Yazarın sözü bu: “Havada asılı kalan toz, bir öykünün bittiği yerin izidir.”
Kaynak: Belki De, Münir Göle, Alakarga Yayınları, 224 s.
Nalân Kiraz – edebiyathaber.net (23 Şubat 2021)