Geçtiğimiz seneyi zorunlu ev hapsinde geçirmemiz, kendi küçük imparatorluklarımızın asıl değerini acımasızca yüzümüze vurdu diye düşünüyorum. Sahip olduğumuz işler, konumlar, mekânlar ve en önemlisi de her sabah alışkanlıkla yüzlerimize yapıştırdığımız sahte gülücükler birer birer yaldızlarını döktüler. Bu süreçte kimimiz sevdiklerimize, kimimiz sosyal medyaya, kimimiz de işe güce sarıldık ancak yine de yeterli gelmedi. Etraftaki sesler susup da kendimizle yüzleştiğimizde hepimizin üzerine derin bir kasvet çöktü.
Herkes gibi ben de bu cendereden nasıl çıkacağımı düşünürken İthaki Yayınları’dan Anıl Alacaoğlu çevirisiyle çıkan ve arka kapağında “sözünü kesinlikle sakınmayan bir roman” olarak tanımlanan Âşık Kadınlar ile karşılaştım. 2004 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Elfriede Jelinek’in 1975 yılında yayımlanan ve hem yazıldığı dönemde hem de günümüzde tepki çekmeye devam eden bu romanı daha önce Türkçeye çevrilmiş olsa da bu baskıdaki çevirmen önsözü sizi bambaşka kapılar açıyor. Anıl Alacaoğlu, böylesi bir kitaba kimsenin hazırlıklı olamayacağının bilinciyle, “Bir yapıyı inşa etmeden önce yıkmak gerekir,” diyerek ne denli kırılacağımızı ve bu kitaptan sonra belki de bir daha aynı insanlar olamayacağımızı büyük bir incelikle söylüyor.
Her şeyi göze alarak sayfaları çevirdiğimizde ise okurunun karakterlerle asla bağ kurmasını istemediğini daha en baştan belli eden Jelinek’in kurduğu acımasız dünyaya çekiliyoruz. Briggitte ve Paula adında, farklı sosyoekonomik konumlardan gelen iki kadının öyküsü üzerinden bir insanlık sorunu anlatılıyor ve bu esnada dilin tüm imkânlarından faydalanılıyor. Özel isimlerde ve cümle başlarında küçük harf tercih edilmesi, öznelerle nesneler arasındaki ayrımı yok ederek her şeyi ve herkesi alınıp satılabilir, kullanılıp bir kenara atılabilir ya da zamanla yıpranıp değerini yitirebilir bir konumda bırakıyor.
Elbette bu eşyalar dünyasında konumu da sahip olmak belirliyor ve sahip olabilenler de sadece erkekler. Kadınlarsa bir şeyleri ancak erkekler üzerinden elde edebiliyorlar. Masasının üzerindeki araç gerece dokunarak patronuyla bağ kuran bir sekreter ya da müstakbel kocasının evindeki porselenleri bebeğiymişçesine gözeten Briggitte’ye her ne kadar kızsak da bir noktada onları çok iyi anlıyoruz. “Yanlış ya da eksik” hayatlarını ancak aşk, yani bir erkek geldiğinde tam sayabildiklerinden, insanlık kadınlara bir türlü düşmüyor.
Başta bir mesleki becerisi olan kadınlar için umut olduğuna dair boş bir inanca kapılsak da daha ilk sayfalarda bundan vazgeçmek zorunda kalıyoruz çünkü kendileri dahil kimse o kadınların “biri” olmasını beklemiyor. Kitabın daha sonra sonsöze de evrilecek olan önsözünde, fabrika işçisi olan kadınların “çoğunlukla evleneceklerini ya da başka bir şekilde mahvolacaklarını” söylerken Jelinek’in hiç de şaka yapar bir tarafı yok. Makineleşmiş bir şekilde “kendilerine tayin edilen kaderleriyle” asla çatışmadan bisikletleriyle işlerine giden ve evlerindeki görevlerine dönen kadınların öylece zamanın geçmesini beklemek ve bu sürede de başka herkesin en az kendileri kadar mutsuz olmasını sağlamaktan başka şansları yok. Çünkü bir şey başkasınınsa senin değildir ve eğer “birinin değeri düşerse diğer herkes birazcık değer kazanacaktır.”
İyice umutsuzluğa sürüklendiğimizde ise sahneye zengin kız Susi giriyor. Sonunda idealleri olan, kendine evlilik içinde bile olsa başka bir yol çizebilecek bir kadınla karşılaştığımızı düşünüyoruz. Hem de Paula’nın tehlikeli bulunduğu için ekseriyetle bastırılan fikirleri gibi hemen üstü çizilip kenara atılmıyor. Jelinek’in o kadar da acımasız olmadığına tam inanmaya başlarken aslında Susi’nin de pahalı bir biblodan farksız olmadığını acı bir şekilde fark ediyoruz.
Bunca edilgenliğin arasında erkeklerin daha iyi konumda olduğunu düşündüyseniz oldukça yanılırsınız. Jelinek onlara da kişilik atfetmeyerek sadece görece bir üstünlük hayaline kapılmalarına izin veriyor. Başarılarının sadece sırtlarından geçinenler için bir şey ifade ettiğinin dahi bilincinde olamayacak kadar kendi dünyalarına gömülmüş durumdalar. Herhangi bir başarı elde etmeden ömürlerini harcayanlar ise, kendileri kirli ve ağır işler yapmak zorunda kalırken “ev işi gibi temiz bir işi” yapabilen karılarından intikamlarını son nefeslerine kadar alma peşindeler. Ezelden beri süren bu nefreti bizler de çok iyi biliyoruz. Çevirmenin de dediği gibi bu kitabın adı Âşık Kadınlar olmasına rağmen içeride elli dokuz kez nefret sözcüğü geçiyor. Kimsenin mutlu olmasına izin verilmeyeceği ve bunun bir düzen sorunu olduğu gerçeğiyle tekrar tekrar yüzleşmemiz gerekiyor.
Önümüzdeki yıllarda insanlık hangi koşullarla sınanır bilmiyorum ancak bunca hazırlıksız ve kendimize, insana, insanlığa yabancı oluşumuzu çok tehlikeli buluyorum. Aynayı önce kendimize tutmazsak, bizler de kendimizi kolaylıkla harcanacak eşyalardan farksız konumda bulacağız. Erkeklerin kadınlara, annelerin kızlarına, toplumun herkese yaptığı bu akıl almaz baskıdan kurtulabilmenin yolu belki tam da buradan geçiyor.
Deniz Şen – edebiyathaber.net (11 Mart 2021)