Uyandınız, her şeye rağmen yeni bir gün. Mizacınıza ya da koşullarınıza göre alelacele ya da son derece yavaş hazırlanıyorsunuz. Öyle ya, evden çıkacaksınız. Pandemiyle beraber dışarısı ve erkek şiddetiyle beraber hane içi de her ne kadar iyice tekinsiz bir hal alsa da, bin yıllık mitlerden yoğrulduk bir kere: Evden çıkıyor olmanın dönüştürücü olacağını umduğumuz bir heyecan her daim var içimizde.
Evden çıkıyor ve çoğunlukla bir toplu taşıma aracına biniyorsunuz. Kısa ya da uzun yolculuğunuzun materyalleri hazır: Kulağı oyalamak için radyo ya da müzik, gözleri oyalamak için kitap, zihni oyalamak için gündelik düşler… Eh, hâlâ uykusuzsa vücut, oturulacak yer de bulunmuşsa, bedeni oyalamak için uyku. Her şey hazır! Evden çıkışın en sevimsiz aşaması olan bu yolculuktan kendinizi izole edebilirsiniz artık.
Ama bir dakika, Aslı Tohumcu Taş Uykusu’nda bize başka bir şey söylüyor: Hayır, edemezsiniz.
İlk olarak 2011 yılında yayımlanan ve son olarak İletişim Yayınları vesilesiyle okuruyla buluşan Taş Uykusu, bir şehir içi otobüs yolculuğunu konu alıyor. Sırtını binlerce tekrarla ilmek ilmek işlenmiş fotografik hafızamıza yaslıyor Tohumcu; zira biliyor, biz bu yolculuğu defalarca yaptık. Dolayısıyla otobüs yavaş yavaş dolar, üzerimize toplum kokusu siner, havasızlık dört bir yanımızı ele geçirirken; Tohumcu da yolcuların ve şoförün zihninde seke seke geziniyor. Dışarıyla içerilerin sınırlarını insanın midesini kaldıracak kadar iyi bir başarıyla ortadan kaldırıyor.
Bu sekme hali gayet tabii Virginia Woolf’un Dalgalar’ındaki ritme sahip ve tabii ki ondan çok uzak. Çünkü zihnin -her şeye rağmen ve bir şekilde- zarif akışıyla ilgilenmiyor Tohumcu. Dışarıyı cehenneme ve en büyük mücadele arenasına çeviren patriyarkanın, ötekileştirenlerin, küçümseyenlerin zarar verdiği ya da beslediği zihinleri bağlıyor birbirine: Sistematik olarak kocası tarafından tecavüze uğrayan eş, bakire “çıkmayan” karısını evine geri gönderemeyen pek dertli(!) eş, dinsize rahatça asılma hakkını kendinde bulan genç erkek, ölü bebeğini hastaneye götürmeye çalışan Kürt anne… Korkunç bir panayır olarak tahayyül edilebilir burası. Halbuki, ülkenin her köşesinin homojen bir şekilde çözüldüğü bir otobüsten başka bir şey değil; her allahın günü bindiğimiz o otobüs.
Böylesi yoğun bir ortamda zihnin akışındaki o yüksek dil uçurabilir belki bizi. Ancak Tohumcu bu noktada günlük, kirli dili kullanmaktaki mahirliğini öyle bir konuşturuyor ki, okurun yine yükselip gitme şansı kalmıyor. Tüm kiri ve iticiliğiyle hem korkunç bir özdeşleşme hem de inanılmaz bir yabancılaşma yaşadığımız: Başka birinin zihninde olmanın imkânsızlığı ve tekinsizliği var üzerimizde. Ve orayı harfi harfine biliyor olmamızın verdiği çok daha büyük bir rahatsızlık…
Taş Uykusu, defalarca şahit olduklarımızın toplamı bir ucubelik panayırı. Sevgisizliğin, eşitsizliğin, iletişimsizliğin kol gezdiği bu yerde ne deforme olmuş vücutlar, ne şov için ülke ülke gezdirilen esir hayvanlar ya da birilerinin “şeytan!” diye yaftalayıp kafeslere tıktıkları var. Beklendiği üzere formu bozan aynalar da yok, ama bir ayna var tabii. Son derece basit ve hantal bir ayna üstelik, büyüleyici varakları ve incecik ayrıntıları yok. Karşına geçtiğimiz vakit gördüğümüz şeyde herhangi bir kırılma ya da sivrilme yok: Tüm kiri ve gerçekliğiyle biz varız. Ne yazık ki sadece biz…
Büşra Uyar – edebiyathaber.net (12 Mart 2021)