Her şeyin zor ve anlaşılmaz olduğu yabancı bir dünyada çaresiz kalmışlığınız hiç oldu mu? Sürekli bir gerginlik içinde olduğunuz; bazen üzerinize binlerce ton ağırlığında dev taşlar yıkılıyor gibi bir hisse kapıldığınız? Bu gibi durumlarda gök gürültüleri birbirine izler, bu fırtınaları ancak güçlü olursanız göğüsleyebilirsiniz. Birçok şair ve yazar bu bunalımlı dönemlerini atlatamayıp intiharı seçmiş kişilerdir. Diyebiliriz ki, edebiyat tarihi bu gibi kişilerin de bir tarihidir. Örnek mi?
Sadık Hidayet, İran edebiyatının önde gelen kaleminden biriydi. Daha önce bir kez intihara teşebbüs eden Hidayet’in ölümünü arkadaşı şöyle anlatır: “Paris`te günlerce, havagazı döşenmiş bir apartman aradı ve buldu. 9 Nisan 1951 günü dairesine kapandı ve bütün delikleri tıkadıktan sonra gaz musluğunu açtı. Ertesi gün ziyaretine gelen bir dostu, onu mutfakta yerde yatar buldu. Tertemiz giyinmiş, tıraş olmuştu ve cebinde parası vardı. Yakılmış müsveddelerin kalıntıları, yanı başında yerde duruyordu.” Alman şair ve romancı Heinrich Von Kleist, intihar mektubunda şunları söyledi. “Yeryüzünde artık öğrenip edineceğim hiçbir şey kalmadığı için ölüyorum. Elveda!” Nobel ve Pulitzer ödüllü romancı ve gazeteci Ernest Hemingway, hayatının sonlarına doğru her şeyin boş olduğuna dair fikirleri oluştu. 62 yaşında babası ve annesi gibi av tüfeği ile kendini vurarak yaşamına son verdi.
Romain Gary, dünya çapında tanınan bir yazardı. Eşi Jean Seberg’de tutkuyla bağlıydı. Eşinin ölümden bir yıl sonra 65 yaşında Paris’te yaşamına son verdi. Ardından bıraktığı notta “çok eğlendim. Hoşça kalın ve teşekkürler” yazıyordu. Avusturyalı yazar Stefan Zweig, Yahudi asıllıydı. Hitler’in dünya düzeninin kalıcı olmasından duyduğu korku ve karamsarlık sonucu girdiği bunalımdan kurtulamayıp 61 yaşında karısıyla beraber intihar etti.
Virginia Woolf, İngiliz edebiyatının en önemli kadın yazarıydı. Feminist çıkışları ile dikkat çekti. Buhranını şu sözlerle anlatır: “Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanıbaşından geçen daracık bir yol gibi” Gilles Deleuze, hastalık ve yaşlılıktan düşkün duruma düşmesi ve artık yazı yazamaması sonucunda 70 yaşında girdiği bunalım sonucu pencereden atlayarak intihar etti. Edebiyat dünyasında Japon edebiyatının önemli kalemlerinden, Jukio Mişima’nın intiharı en ilginç olanlarındandır. Eşcinseldi. Aykırı yaşamı tepkilere neden oluyordu. 44 yaşında Hara – Kiri yaparak (karın boşluğuna kesici bir alet sokup onu döndürerek bağırsakların deşilmesi) intihar etti.
Tüm bu olaylarda kişilerin kendilerine özgü psikolojik sorunları vardı kuşkusuz. Bu açıdan psikatrinin en büyük başarılarından biri nevrotik hastaları ciddiye alması ve sorunlarını hastanın gözüyle bakması oldu. Artık günümüzde bu konuda hoşgörülü olmamız gerektiğini, dar bakış açılarımızı genişletmeyi öğrendik. Bilinçdışının içeriğinin belirsizliklerine ve çelişkilerine karşı gözlerimizi açtık; bilinçdışından yükselen her şeyin bir üstü ve bir altı, bir içi ve bir dışı olduğunu anladık. Bu yazıda Jukio Mişima’nın intiharı üzerine odaklanırken onun yaşamının derinliklerinde bazı ipuçları yakalayabileceğimizi düşünüyorum. Onun nevrotik kişiliğinin arkasında, bir kişilik, bir yaşamöyküsü, umutlar ve istekler yatar.
Ergenlik çağında yazmaya başlayan Yukio’nun ilk romanı on üç yaşındayken okul gazetesinde basılır. 1943 yılında Tokyo Üniversitesi’nin hukuk bölümüne girer. Talebeyken kısa hikâyelerinden bir ilk koleksiyon yayımlanır, hepsi bir hafta içinde satılır. “The Forest in Full Bloom/Çiçek Açmış Orman” adlı ilk uzun hikâyesi öğretmeni Fumio Shimizu’nun desteğiyle Bungei Bunka dergisinde basıldığında on altı yaşındadır. Bu eserin Tokyo’da 1944’de yani savaşın son yılında, kâğıt kıtlığında kitap olarak basılması mucize sayılır. Dört bin adet olarak çıkan ilk baskı bir haftada satılır.
Mişima, II. Dünya Savaşı sonrası Japonya’sının en renkli, en verimli ve en üretken yazarı olur. Savaş öncesi ve sonrası yazarların olduğu kadar sağcı ve solcu entelektüellerin saygısını da kazanır. 1968 yılı Nobel ödüllünü alan yakın arkadaşı Kawabata Yusunari onu şöyle değerlendiriyor: “Sadece Japonya’da değil, dünya çapında olağanüstü bir yetenek, üç yüz yılda bir doğan dâhilerden biri. Benden çok yukarılarda”
Aile kökleri
Babası askeri disiplinden keyif alan, Hitler ve Nazi hayranı sert bir adamdır. Küçük bir bürokrattır. Babasının kökleri, hem çiftçi hem aristokrat hem de Japonya’yı iki yüz elli yıl yöneten askerlere kadar uzanır. Babaannesinin kökleri ise samuraylara kadar. Büyükanne Natsu, Tokugava dönemi samuraylarıyla ilişkili bir aileden gelmektedir ve Mişima’nın büyükbabası ile evlendikten sonra bile ailenin aristokratik geleneklerini sürdürmeye devam eder.
Babaannesi, Yukio’yu doğar doğmaz yanına alır. İki katlı bir evde oğlu ve geliniyle birlikte yaşayan babaanne, Yukio’nun beslenme saatleri dışında annesinin alt kata inmesini yasaklar. Bu nedenle on iki yaşına kadar babaannesinin yanından ayrılmayan Yukio, yıllar sonra ölen (1939) babaannesinin etkisinde çok fazla kalır. Mişima’nın çocukluğunun ilk dönemi onu yakın çevresinden uzak büyüten büyükannesi Natsu’nun gölgesi altında geçer. Büyükannesi Mişima’nın diğer erkek çocuklarıyla oynamasına müsaade etmez, sadece kız kuzenleri ve bebekleriyle oynamasına izin verir.
Mişima ailesinin yanına ancak on iki yaşında dönebilmiş ve annesiyle yakın ilişkisi biyografisini yazan kimi yazarlar tarafından ensestliğe yakın bir ilişki olarak görülmüştü. Babasının sıkı disiplininden onu koruyan annesiydi. Yukio’yu olduğu gibi kabul etmişti. Okuma düşkünlüğünü ve yazmaya olan tutkusunu babası düşmanca karşılarken, annesi onu bu konuda yüreklendirmişti.
Babaannenin etkisi
Babaannesi, maziye yönelik hasret ve özlemlerini torununa aktardı. Ecdadı samurayların ruhlarına hâkim olan disiplini, beden ve aklının tamamını kontrol etmeyi, mağrur ve kibirli olmayı ve bu yeteneklerle övünmeyi aşıladı. Bu etkileri Mishima’nın eserlerinde belirgin olarak görülür. Mişima Japonya’nın modernleşmesi ve geleneksel değerlerini yitirmesine karşı sert bir muhalefet tavrı gösterdi ve samuray değerlerini savundu. Fakat Yukio’nun kim olduğuyla bir türlü yetinememesi de muhtemelen bu nedenleydi. Yukio Mishima, ‘ölüm’ kavramına doğal sayılmayacak kadar yoğun bir ilgi duyan, parlak zekâlı, mecalsiz, fakat kan ve acıyla ilintili fantezileri olan bir gençti.
İntiharı
Mişima, “Bir Maskenin İtirafları”, “Bereket Denizi”, “Yaz Ortasında Ölüm”, “Dalgaların Sesi”, “Denizi Yitiren Denizci” gibi yapıtlarında, Batılılaşma ile ülkesinin geleneksel değerleri arasındaki çatışmayı işlemişti. Onun yapıtlarının özünde ölümden kan ve intihar saplantısına, eşcinsellikten modern yaşamın kısırlığının yadsınmasına uzanan dipsiz derinlikler yatar. Önceleri, Batılılaşmış çağdaş Japonya’nın değerleri ile eski Japonya’nın samuray geleneği arasında bir yerlerde durur Mişima. Batı kültürünü yakından tanımasına karşın ülkesindeki Batı öykünmeciliğine büyük bir tepki duyar. 1965-1970 arasında kaleme aldığı “Bereket Denizi” adlı dörtlemesinin ilk kitabı “Bahar Karları”nda, genç soylu Kiyoaki’nin ölüm tasarımını şöyle anlatır: “Genç ölmeyi ve mümkünse en küçük bir acı duymadan ölmeyi becerebilecek miydi? Zarif bir ölüm; tıpkı cilalı bir masaya rastgele fırlatılmış süslü bir kimononun, masanın üstünden yerin karanlığına kendiliğinden kayışı gibi. Zarafet yüklü bir ölüm.”
Sağlık problemleri
Büyüdükçe sağlık problemleri belirir. Hastalıklı ve zayıf bir bünyesi vardır. Ortaokulun dördüncü sınıfına devam ettiği sırada birdenbire şiddetli bir kansızlık çekmeye başlar. Annesiyle gittiği doktor onda kansızlık bulur. Kendisine hastalığın ayrıntıları üzerine soru sorulunca masanın üzerindeki kitabı açıp kansızlığın sebeplerini öğrenmeye çalışırlar. Kancalıkurtlar çok rastlanan sebeplerden biridir. Bir diğeri klorozdur, ama buna daha çok kadınlarda rastlanır. Kitapta kansızlığın bir başka sebebi daha yazılıdır; ne var ki hekim onu okumaz. Bunun yerine o maddeye şöyle kaçamak bir bakış atıp sonucu kendi kendine mırıldanır ve kitabı kapatır. Ama kahramanımız onun atladığı yeri göz ucuyla okumuştur. İstimnadan söz açan satırlardır bunlar. (Cinsel isteğini kendi kendine giderme veya yapay yollardan cinsel zevk sağlama sapkınlığı tıp dilinde ‘onanizm’olarak adlandırılır. Çocuğunun üzerine düşen otoriter bir anne, zayıf yahut sert bir baba gibi faktörlerin çocukta cinsel gelişme eksikliğine yol açtığı ileri sürülmüştür.) Öyle utanır ki kalbi küt küt atar. Doktor kahramanımızın sırrının ne olduğunu anlamıştır. Mişima olayı şöyle anlatır:“Ne var ki o sırada kimsenin anlayamayacağı şey, kansızlığım ile kana susamış hayal gücüm arasındaki yönleri farklı ortaklıktı.” (s.75)
Kanının azlığı, önce onda, kan dökme hayali kurmayı tutkuya dönüştürür. Kansızlığından dolayı “kana susamışlığı” durmadan artar. Hayal gücünü keskinleştirip yöneten, onu zayıf düşürmüş olan “hayali” yaşantısı olduğunu anlar. O sıralar henüz Marquis de Sade’ın eserlerini bilmiyordur ama Que Vadis’deki Colosseum’un anlatılışı, üzerinde öyle derin bir etki bırakır ki, kahramanımız kurduğu hayallerde kendine bir çeşit “kan tiyatrosu” yaratmaya başlar. Bu hayali sahnelerde, kamalı genç gladyatörler onu eğlendirmek uğruna hayatlarına kıyar; orada yer alan bütün ölüm sahneleri yalnız kana bulanmakla kalmaz, bununla ilgili törenlerin yerine getirilmesini de gerektirir. Mevcut her çeşit idamın ve cellât gereçlerinin hayalini kurarken kendinden geçer. Kan dökülmesine yaramayan hiçbir işkence gereçlerine yer yoktur bu sahnelerde. Ateşli silahlara, tabancalara ve tüfeklere de yer yoktur. Elinden geldiğince ok, hançer ya da kargı gibi ilkel ve işlenmemiş silahları seçer. Ölümle yapılacak savaşın uzaması için karna nişan alınması, kurbanın yakınmalı haykırışlarla bağırması gerekir. Şöyle ifade eder bu sahneyi: “…ben de, içimin derin ve gizli bir köşesinden kurbanın haykırmalarına bir cevap olarak yükselen kuvvetli, coşkun bir haykırışla bağıracak gibi oluyordum. Aldığım zevk, ilk insanın avlanırken duyduğu zevkin eşi değil miydi?” Kurduğu hayallerde sayısız kurban, elleri bağlı olarak Colosseum’a getirilir. Bu hayaller gittikçe şiddetlenir, günün birinde delilik ölçüşüne varır.
Mişima’nın, “Bereket Denizi” adlı dörtlemeyi tamamladığı yıl planladığı intiharını gerçekleştirir. Mişima, karate ve kılıç oyunlarında ustalaşarak, savaşçı Japon ruhunu korumak amacıyla Kalkan Derneği adlı yarı-askerî bir örgüt kurmuştur. Planlandığı üzere, 25 Kasım 1970’de Mişima ve beraberindeki Tatenokai üyelerinden dördü Japonya Silahlı Kuvvetlerinin Tokyo’daki Ichigaya Kampını ziyaret ederler. Komutanı sandalyesine bağlarlar. Mişima İmparatorluğun haklarının yeniden tesis edilmesi için hazırladıkları manifestoyu ve taleplerini okur. Japonya’nın silahlanmasını yasaklayan savaş sonrası anayasayı suçlar ve kendine hara-kiri uygular. Ardından, geleneğe uygun olarak Tatenokai üyelerinden Hiroyasu Koga ise intiharın tamamlanması için Mişima’nın başını kılıçla keser.
Christopher Ross’un “Mişima’nın Kılıcı” adlı kitabında bu törensel intihar ayrıntılarıyla anlatılıyor: “Karnına giren kalın kılıcı soldan sağa ağır ağır döndürmeye başladı. Yere oluk oluk kan akıyordu. Karnındaki yaradan pembemsi bir bağırsak fırladı. Odayı pis bir koku kapladı. Kafasını kesmesi gereken harp okulu öğrencisi tam üç kez başarısızlığa uğradı. İlkinde, Mişima’nın sırtını yardı; ikincide, yerdeki halıyı. Üçüncüde, Mişima’nın çene kemiğine indirdi kılıcı. Sonunda, bir başka harp okulu öğrencisi kılıcı kaptığı gibi başını gövdesinden ayırdı…”
Cumhuriyet Kitap ekinde Celal Üster Mişima’nın intiharı üzerine şöyle soruyor: “Bahar Karları”nda genç soylu Kiyoaki’nin tasarladığı zarif ölüm ile Mişima’nın intiharının yabanıllığı arasında gerçekten de korkunç bir çelişki mi vardır, yoksa dışarıdan bakıldığında anlaşılmayan benzersiz bir uyum mu? Çünkü kendi deyişiyle, ‘güzelliğin kamikazesi’dir Mişima.” Ross’a göre, Mişima, ölümünü politik bir bildiriye dönüştürmüştür. “Belki de,‘ diyor, “canına kıyışını son yapıtı olarak görüyordu…”
Japon adetlerine göre ölümle onura adım atmaya giriş eyleminin yapılış şekline verilen addır, hara-kiri. Ölüm, yaşam ve onur arasında göz ardı edilemeyecek bir bağ vardır. Lakin kişi, ölümle onurunu temizlerken bile serbest değildir. Hara-kiri yapmak bir sanat işidir. Aceleye getirilecek ve alelade yapılacak bir iş olmadığından, bir yapılış tarzı ve kullanılan alet edevatı vardır. Bir kılıç ya da benzeri delici ve kesici bir gereç gereklidir. Karın bölgesine geçirilen kılıcın döndürülmesi ve iç organların parçalanarak, ölüm eylemi gerçekleştirilir.
Japonya’da rastlanan “hara-kiri”, toplumsal inanışların önemini belirtmek açısından ilgi çekici bir örnektir. Japon inanışlarına göre “hara”, ZEN düşüncesinde, vücudun enerjisinin toplandığı merkez noktasına verilen isimdir. Göbek deliğimizin 4 parmak altındaki bölgedir. Enerjimizin biriktiği ve vücuda yayıldığı bölge olarak ta tanımlanır. İnsanın karın bölgesinde bulunan, insanı insan yapan ruhsal bir varlıktır. “Kiri” ise, Japoncada kesmek anlamındadır. Japonlar, kişinin kendini öldürmesi için, hara’nın da öldürülmesi gerektiğine inanırlar; karna bıçak saplayarak kişi, gerçek varlığını öldürür.
Mişima intiharını bir yıl öncesinden hazırlar. Tatenokai üyeleri dışında hiç kimse yazarın intihar hazırlığından haberdar olmaz. Mişima’nın kendisi intiharı sırasında hazır bulunacak Tatenokai üyelerinin mahkemedeki kendilerini savunmak zorunda kalacaklarını önceden bilerek onlar için geride nakit bırakmayı ihmal etmez. Ölüme karşı bir açlık duygusu gelişir onda. Yaşamdan korkunç bir acı çeker. Kendi güçsüzlüğünü duyumsar. Bu güçsüzlük onu kendi gerçeği ile karşılaştırır. Bu gerçeğin içinde bulur kendini. Bunalımını dayanılabilir hale getireceğine inanarak yazıya sarılır. Aynı zamanda bunalım Mişima’nın başarılarının kaynağında, onun düşünsel ve artistik yaratımının kaçınılmaz ve vazgeçilmez şartıdır. Kurtuluşu yazıda arar. Ama bunalımı öyle bir noktaya gelir ki, artık onu daha fazla taşıyamaz, ondan kurtulmak ve özgürleşmek ister. Sonsuz bir özlemle ölümü ister. Özgürleşmek ölümün başka bir adı olur. Ölüm tadına doyum olmaz bir sarhoşluktur. Ölüm korkusunu yenerek, yalnız kendisi için tanrı olacaktır, ama tam tanrı olduğu sırada da yokluğa karışacaktır.
Özgürlük, salt ölüm korkusunu yenmek üzere intihar etmesiyle başlayacaktır. Ölümle tanrılaştığı anda yokluğa karışacaktır. İnsan hakikatin ne kadarına onun parlaklığından gözleri körleşmeden karşı koyabilir? İnsan ne kadar bunalım kaldırabilir? Kaçmak ve kendisini avutmak için çeşitli aldanma ve tedbir alma yolları nelerdir? Gerçeğin ve özgürlüğün koşulları nelerdir? İnsan onlarla nasıl ayakta durabilir ya da yaşayabilir? Mişima’yı okurken kendimize tüm bu soruları soramadan edemiyoruz.
Kendisine yazar olarak seçtiği isim “Mişima”, Fuji Dağı’nın karlı tepelerinin izlendiği şehrin adıdır. “Yukio” ise kar demektir. İlginç olan, Yukio’nun ismi Japonca olarak tamamı yazıldığında, “Ölümle lanetlenen muammalı şeytan” anlamına gelmesi. Kendisi de bunun ilginç bir tesadüf olduğunu söylemiş. Sözlükte “tahammül etmek” karşılığı “dayanmak, katlanmak, kaldırmak” olarak geçiyor. Bunalımı ise tahammül edememek, dayanamamak, katlanamamak, kaldıramamak olarak algılıyoruz. Nelere dayanıyoruz, katlanıyoruz ve kaldırıyoruz hayatımızda? Hayatımızda dayandığımız, katlandığımız, kaldırdığımız neler var?
Ve artık dayanmak, katlanmak, kaldırmak istemediğimiz, bizi boğan, sıkan hangi olaylar, hangi tavırlar, hangi durumlar söz konusu? Bu soruları pek çoğumuz kendimize sormaktan vazgeçeriz. Farkındayızdır ama eyleme geçmek bizi öyle korkutur ki bir şeyleri değiştirip, gelişip, hayatımızı yaşanır hale getirmektense; tahammül sınırlarımızı zorlayarak kendimizi kendi hapishanemizde tutmayı seçeriz. Bu tahammülsüzlük durumu aslında ne kadar bizi sıkar gibi gözükse de bizim artık bir değişim ve gelişim istediğimizin göstergesidir. Pek çoğumuz işte bu noktada vazgeçeriz.
Kaynakça
Ayşe Akdeniz – Çok farklı bir samuray – http:/www.radikal.com.tr
Carl Gustav Jung – Anılar, Düşler, Düşünceler, Can yay, 3. Basım, 2008
Celal Üster – Bir ‘son yapıt’ olarak intihar – Cumhuriyet Kitap, 13 Mayıs 2010
Hande Öğüt – Mişima’nın en büyük hayali – Radikal Kitap, 27 Nisan 2010
Raşel Rakella Asal – edebiyathaber.net (15 Mart 2021)