Söyleşi: Sercan Meriç
Ayhan Koç, üçüncü kitabı “Cümle Göğün Mavisi”ni okurlarla buluşturdu. İthaki Yayınları’ndan çıkan kitap üzerine konuştuğumuz Koç, “Hâlbuki ister ölsün ister yaşasın, ister İtalyan ister Türk olsun, ister ünlü ister kapı kapı dolaşıp dosyasını yayımlatmak isteyen genç bir yazar olsun, her yazarın imgelerden, kelimelerden, üsluplardan ve metotlardan mürekkep kendine özgü bir hazinesi vardır” diyor.
Fevzi bir gazeteci ve yazar. Bu romandaki ana karakterin gazeteci olmasına nasıl karar verdiniz?
Cümle Göğün Mavisi ile alakalı ilk notu 2017’de almışım. Yolsuzluk haberi yaptığı için gözaltına alınmayı bekleyen gazeteci şeklinde.Tabii o sıralar ne yazacağım, nasıl yazacağım, karakterler kim olacak, romanın ana mesajı ne, hiçbir şey belli değil. Geçen sene yeni dosyaya başlama zamanı geldiğinde yazılacaklar listesini açtım. Tesadüfen o gün de gündemde gazetecilerin gözaltına alınması vardı. Pek düşünmeden bu konuyu seçtim. Bazı romanlara önceden bir planlama yaparak başlarsınız. Bazı romanlar ise size kendini açar. Boş dokümanı açar açmaz kendime sorduğum soru şuydu. “Bir adam yolsuzluk haberi yaptığı için tutuklanmayı bekliyorsa, tutuklanacağını bile bile o habere imza atmıştır. O halde bu adam sonucunu bile bile niye böyle bir şey yaptı?” Bu tür sorulara cevap vere vere romanın başkarakteri, diğer karakterler, neden ve sonuçlar belirmeye başladı. Dolayısıyla romanın ana karakterinin gazeteci olması sonradan verilmiş bir karar değil, başlangıç noktamdı.
Cümle Göğün Mavisi’ni kurgusunu planlarken en çok zorlandığınız durum neydi?
Bu romanın kurgusunda hiç zorlanmadım, bu yüzden olsa gerek en kısa sürede bitirdiğim romandı. Zorlanacağımı düşündüğüm noktalar yok değildi, mesela geçmişe dönüş pasajlarında kafamın çok ağrıyacağını düşünüyordum ama o noktaya geldiğimde sanki her şey benim yerime düşünülmüş gibiydi.
Klasikten çağdaşa uzanan birçok esere ve yazara atıfta bulunuyorsunuz. Bu durum sanki biraz sizinle ilgili fikir edinmemizi, nelerden ilham aldığınızı anlamamızı zorlaştırıyor. Buna katılır mısınız?
Bir anekdottan faydalanarak sorunuzu cevaplayayım. Geçen sene Kara Havadisler Kervanı’nı okuyan değerli bir arkadaşım, en sevdiğim öyküm Tanrı O’ul ve Kullarının Bin İsimli Binlerce Yıllık Yolculuğu’nu okumanın meşakkatli olduğunu, öykünün o haliyle ancak tarih meraklısı okurların ilgisini çekeceğini, bu tür şeylerden uzaklaşıp daha anlaşılır bir seviyeye, onun deyimiyle “yere” inmem gerektiği eleştirisinde bulunmuştu. Bahsettiğim arkadaş esaslı bir Calvino okurudur. İyi ama bunu Calvino falan da yapmıştır dediğimde şöyle cevap vermişti. “Ama o Calvino.” Okurların çoğu yazarlar arasında belli bir hiyerarşi oluşturur. Bazı yazarlara metni giriftleştirme noktasında tolerans tanırken bazı yazarlara bu yüce gönüllülüğü göstermeyiz. Hele hele o yazar zihnimize, kusurlarından arınmış, geçmişi makaslanmış, sanki büyük yazar olmak için dünyaya gelmiş de kutlu kaderini alnının akıyla tamamlayıp bize mukaddes metinlerini emanet ederek göçüp gitmiş bir sanatçı imgesiyle girmişse, vay halimize. Bırakın eleştirmeyi, en düz cümlelerde dahi aşırı yoruma başvururuz. Hâlbuki ister ölsün ister yaşasın, ister İtalyan ister Türk olsun, ister ünlü ister kapı kapı dolaşıp dosyasını yayımlatmak isteyen genç bir yazar olsun, her yazarın imgelerden, kelimelerden, üsluplardan ve metotlardan mürekkep kendine özgü bir hazinesi vardır. Benim de öyle. Gerektiğinde bu enstrümanlara başvuruyorum. Yazdığım birçok kurguda literatürle yahut filmlerle dolaylı dolaysız, uzun veya kısa soluklu, bir şekilde iletişim içine girerim. Çünkü kalemi tutan benim, dolayısıyla kendi hayal dünyamı, kendi imge havuzumu, kendi bağlamımı, kendi kelimelerimi kullanırım. Nasıl başka yazarların öykülerini okurken karşıma çıkan literatür parçasının ne olduğunu merak edip araştırma yapıyorsam, okurumdan da aynı şeyi beklerim zira kimsenin konforu için bir hizmet taahhüdü vermiş değilim. Ancak şunu söylemem gerekiyor, Cümle Göğün Mavisi bu anlamda eli en açık romanım. Kuşkusuz bazı sayfalarda atıflar var ama onca kitap arasında beni veya benim gibi az bilinir yazarları seçip vakit ayıran gözü kara bir okurun hiç de zorlanacağı atıflar değil bunlar.
Fevzi’nin eşi Meral ile yaşadıkları, içimizdeki canavara dair de birçok şey söylüyor. Fevzi, bu canavarın dizginlenebileceğine dair nasıl ipuçları veriyor?
Bence Fevzi’nin içine düştüğü durumdan toplumsal bir ders çıkarmak güç. Zaten romanın böyle bir niyeti yok. Cümle Göğün Mavisi’nin bir işlevi de Fevzi Durukan’ın aldatıldığını öğrendikten sonraki içe kapanışının esas sebeplerini deşmek. İstediğimiz kadar dışarıdan sağduyulu cümleler kuralım, zannediyorum ki yeryüzünde aldatıldığını öğrenen çoğu insan duygularını dizginlemekte zorlanır. Oysa Fevzi öğrendiği gerçeği haykırmak, ortalığı kırıp dökmek, biriyle derdini paylaşmak, hiç değilse evliliğini sonlandıracak bir girişime yeltenmek yerine, romanda da vurgulandığı üzere birkaç yılını Silivri’de bir hücrede geçirmesine neden olacak bir işe imza atıyor. Yolsuzluk haberinden bahsediyorum. Kurgu ilerledikçe Fevzi’nin hayatındaki bu kırılmanın geçmişindeki bir travmayı uyandırdığını öğreniyoruz. İntihar ederek hayatına son vermiş annesinin de babasını aldatmış olması. Fevzi annesinin intiharındaki kabahatini örtbas etmek için yıllar yılı babasını öne atıp onu suçlamış. Aynı şey kendi başına geldiği zaman ise hükme bağlanmış o eski dosya tekrar açılıyor ve babasıyla empati kurmaya başlıyor. Bu aynı zamanda annesinin intiharındaki rolüyle yüzleşmesine neden oluyor. Birçok okurun fark ettiği üzere, nasıl ki Meral için bu evlilik geçmişteki hatalarını kendi gözünde affettirecek bir girişimse, Fevzi için de Meral bir eşten ziyade annesinin ikamesi.
Cümle Göğün Mavisi’nde iyi, kötü, doğru, yanlış kavramlarının çokça silikleştiği, iç içe geçtiği ve yer değiştirdiği dikkat çekici. Sizin için yazarlıkta iyi nedir? Siz yazar olarak idealist misiniz, yoksa nihilizme mi yakınsınız?
İkisi arasında bir yerdeyim. Cümle Göğün Mavisi bir bakıma ilk romanımın yayımlandığı günden bu yana zihnimdeki gelgitleri ve şahit olduklarımı masaya yatırdığım bir çalışma oldu. Cihan karakterinin doğuşu, Fevzi ile aralarındaki çatışma bu ikilemin eseri. Kimi günler Cihan’ın söylediklerine hak verdiğim oluyor. Bir yandan külüstür bir bilgisayarda romanlar öyküler yazıp bir yandan maddi zorlukla cebelleşirken bazı anlar ne yaptığımı sorguluyorum. Şayet kitapları yirmi bin, elli bin adet basılan bir yazar olmak istiyorsam kısa yoldan nasıl yazmam gerektiği üç aşağı beş yukarı belli. Ama yazmıyorum. Bunun sebebi iyi biri olmam, kendimi yüce biri olarak görmem, takdir beklemem veya idealist olmam değil. Sadece o tür hesaplar güderek yazarsam kendimi yazardan ziyade müşteri memnuniyetini esas almış bir üretici gibi hissederim. Ben ise varoluşumun ve içinde bulunduğum dünyanın kabuğunu soymak için yazıyorum. Daha önce hiç yazmadığım türde bir şeyi yazacağıma dair kendimle bahse tutuşuyorum, hiç denemediğim üsluplarla yazmaya çalışıyorum, hiç bulunmadığım coğrafyalara yelken açıyorum. Yazmak kendimi özgür hissedebildiğim tek alan. Bir oda, bir masa, bir bilgisayar, kitaplar ve başıma epey iş açmış bir beyinden ibaret bu küçük ama bağımsız alanı bir sömürgeye dönüştürmek niyetinde değilim.
Edebiyat sizce öldü mü? Yazarlar kitapta Cihan karakterinin bahsettiği gibi önceki yazarların artıklarından piyasayı mı döndürüyor?
Edebiyatın öldüğünü düşünmüyorum. Öyle düşünsem edebiyatçı olmazdım. Burada izninizle Cihan’ı biraz açacağım. Cihan Fevzi ile restorandayken hayali bir karakterden şöyle bir alıntı yapıyor. Kafka’nın en iyi eseri, 3 Temmuz 1883 tarihinde Prag’da doğan Yahudi çocuğun hikâyesidir. Buradan ve daha sonra sözü edilen Patrick Süskind’ın Derinlik Baskısı öyküsünden yola çıkarsak Cihan edebiyatın ölmüş olduğunu değil, güzelin, iyinin bir ideası olmadığını, en nihayetinde tanımladığımız biçimde bir edebiyatın hiç var olmadığını öne sürüyor. Ona göre edebi eserlerin değeri metne içkin unsurlarla değil metin dışı parametrelerin (Kültür Endüstrisi) devreye girmesiyle belirleniyor. Bu yazarın hayat hikayesi, görüşleri ve kişiliği olabilir, yazarın otorite ve toplum karşısındaki konumu olabilir, kitabın yarattığı sansasyon, yazarın ve yayınevinin bağlantıları, reklamlar, kitabı öven eleştirmenlerin karizması, zamanın ruhu ve kitabın teması olabilir. Zamanın ruhunun esere etkisine en iyi örnek, Genç Werther’in Acıları olur. 18.yy’da yayımlandığında sayısız gencin intihar ettiği, eserin o sıralar tüm Avrupa’yı sarstığı söylenir. 21.yy’da ise Genç Werther’in Acıları bizde böyle bir etki doğurmuyor. Günümüzden örnek vermek gerekirse batıda son yirmi yılda mülteci sorunu, entegrasyon, LGBT, ırkçılık gibi konularda yayımlanan gırla roman var. Bu başlıkların edebiyata aksetmesini elbette olumlu buluyorum. Yalnız dikkatimi çeken bir şey var. Bu tipte kitapların incelemelerinde yapıtın estetiği, mimarisi, dili, katmanları hiçbir şekilde masaya yatırılmadan yazarın niyeti göklere çıkarılıyor; gelen yorumlar ve ödüllerle kitap bir çırpıda orta sınıfın elinde statüyü ve politik duruşu gösteren kullanışlı bir metaya dönüşüveriyor. Sözgelimi Colson Whitehead’in Nickel Çocukları… Whitehead’in önceki romanına kıyasla bu romanını beğendiğimi söyleyebilirim, gelgelelim otuz sene sonra Bülbülü Öldürmek mi daha çok konuşulacak, Nickel Çocukları mı dersiniz, reyimi ilkinden yana kullanırım. Çünkü romanda ne teknik, ne dil, ne tavır, ne anlatılan noktasında yeni bir şey var. Senelerdir filmler, kitaplar yoluyla gayet farkında olduğum bir olguyu güzel bir hikâye ve kurgu ile aktaran iyi bir kitap. O kadar… Son olarak kendimden bir misal vereyim. Kitaplarımdaki bir ifade nedeniyle gözaltına alınıp yargılandığımı düşünün. Şayet böyle bir şey olursa kitaplarımın yüzüne dahi bakmayan bazı eleştirmenlerin süreç içinde meraka kapılıp beni okuyacağından, kusurlarıma takılmadan lügat paralayarak eserlerime ve şahsıma övgü düzeceğinden, satışların artacağından, ajansların kitaplarımın yabancı dillere çevrilmesi için girişimlerde bulunacağından pek kuşkum yok. Cihan’ın işaret ettiği şey bu. Hiçbir zaman hayal gücü, yetenek ve yaratım yeterli olmamıştır. Haksız mı? Bence hayır. Tümüyle doğru mu? Emin değilim, çünkü bu bakış açısı antikiteden günümüze asırlar boyu kanondaki varlığını muhafaza eden ve tekrar tekrar okuması yapılan edebi yapıtların mevcudiyetine tatmin edici bir açıklama getirmekten uzak. Ama tartışmaya açık.
İç içe geçen katmanlarda kendi kitabınızı karakterler üzerinden eleştirmekten ve irdelemekten geri durmuyorsunuz. Yer yer eleştiri dünyasına yönelik de itirazlarınızı görüyoruz. Nedir eleştiri/eleştirmek ve edebiyat yayıncılığı ile ilgili fikriniz?
Atlamayalım, tek yaptığım kitabın genel çerçevesini metin içinde irdelemek veya bazı yazar tipleri üzerinden adresi belli taşlamalarda bulunmak değil. Beni yakinen tanıyanlar biliyor, Cümle Göğün Mavisi’nde en çok kendimi yerdim. İğneyi kendine batırmak zor ancak sizi zorlamayan bir şey yazmak da pek zevkli değil. Benim için eleştiri, kendine bu işi vazife edinmiş kişinin elindeki kitabı, yorum ve argümanlarını gerekçelendirebilmesini sağlayacak titizlikle okuduktan sonra herhangi bir şablonun kolaylığına başvurmadan esere neşter vurmasına denir. Genel bir perspektiften olabileceği gibi eserin farklı veçhelerden yeniden ele alınması şeklinde de olabilir. Türkiye’de bunu yapabilenler var mı? Var. O halde onları niye yeterince görmüyoruz diye sormalı. Tek sebep arz – talep mevzusu mu? Alın size iki örnek. Geçen sene bir romanın pedofili unsurlar taşıyan birkaç sayfası sosyal medyada teşhir edildi. Yazarla editörün gözaltına alınması, kitabın toplatılması için taleplerde bulunulması gibi ironik detaylara girmeyeceğim. Kendini eleştirmen olarak konumlandıran kimi şahıslar bilirkişi edasıyla geldiler, edebiyat tarihinden yığınla örnek verdikleri makalelerini paylaştılar; yazarı ahlaksız, kitabı ise pespaye olarak sıfatlandırdılar. Buraya kadar sorun yok. Çünkü yazar sahiden ahlaksız, kitap da sahiden pespaye olabilir. Bilmiyorum. Ancak yazıları daha dikkatle incelediğinizde bariz bir sorun vardı. Yer yer kabalaşan bu yazılarda söz konusu kitabın baştan sona okunduğunu belli eden ne bir paragraf ne de ölçüt olarak teşhir edilen o birkaç sayfayla yetinilmediğine işaret eden herhangi bir detay göze çarpıyordu. Gülünç olan yaşına, başına ve konumuna karşın bu kişilerin bu makaleleri yazarken bu eksikliği boş vermeleri mi yoksa bir kişinin dahi bu tuhaflığa ışık tutmaması mı henüz karar veremedim. Yine geçen sene genç bir şair (erkek) başka bir genç şairin (kadın) kitabına olumsuz eleştiriler getiren bir makale yazmıştı. Üslup ve gerekçelendirmede sorunlar vardı muhakkak ama defalarca okuduğum için gönül rahatlığıyla söylüyorum, yazıda eleştirilen şairin cinsiyeti mevzubahis edilmemişti. O günün akşamına doğru eleştiriyi yapan şair sosyal medyada linç edildi, kadınların şiir yazmasını kabullenemeyen, ilkel kafalı, kıskanç biri ilan edildi. İnternet portalı yazıyı derhal yayından kaldırdı. Acı olan şuydu ki bu lince katılanlar arasında sıra masumiyet karinesine, adil yargılanma hakkına, eşitliğe, çağdaşlığa, tartışma etiğine, demokrasiye geldi mi mangalda kül bırakmayan bazı yazar, şair ve akademisyenlerin oluşuydu. Ya biri bile yazıyı okuma zahmetine katlanmamıştı ya da bile isteye bunu yapmışlardı. Yeterli sanırım. Kanımca köşe başlarını bu tipte kişilerin tuttuğu böyle bir ortamda eleştiri kolay kolay çıkmaz. Çıkarsa da mıy mıy bir şey olur.
Ayhan Koç’un bir yazma ritüeli var mıdır? Özel bir kalem, özel bir masa, olmazsa olmazı gibi…
Müzik. Müzik olmadan yazamam ben. Bir de yalnız olmalıyım.
Bundan sonrası için yeni bir kitap projeniz mevcut mu? Mevcutsa biraz ipucu verebilir misiniz?
Tarihi belli değil, eğer bir aksilik olmazsa yeni kitabım 2021’de İthaki’nin Pangea Kitaplığı’ndan çıkacak. Bu kez spekülatif kurguyla okurların karşısına çıkacağım. Bunun dışında yeni bir öykü dosyası oluşturmak için kolları sıvadım. Beş öykü tamamlandı, şu an Borges’e ithafen bir novelette yazmaktayım.
edebiyathaber.net (26 Mart 2021)