I
Bugünün dünyasında “teorik olarak” da olsa şiddet tekelinin devletlerde olması gerektiği genel kabul görmüş bir durum.
Devletlerin, önceden belirlenmiş kanunlar çerçevesinde “suçlu” olduğu kesinleşmiş kişileri denetimli serbestlikten idama varan bir yelpazede cezalandırması bugünün dünyasının temel taşlarından birisi olarak kabul edilir.
Bu sözleşme, özellikle totaliter ve otoriter rejimlerde olabildiğince esnetilir ve rejimin başındaki kişi ve/veya zümrelerin çıkarları doğrultusunda keyfiyet içinde uygulanır.
Çarlık Rusya’sı, Nazi Almanya’sı, Latin Amerika diktatörlükleri, Sovyet Rusya, Mussolini İtalya’sı, Orta ve Doğu Avrupa’nın uydu devletleri, Ortadoğu ve Uzakdoğu rejimlerinin çoğu ve burada adlarını sayamayacağım onlarca başka örnek, dar bir çevrenin çıkarı doğrultusunda şiddet tekelinin kontrolsüzce kullanımın yıllarca sergilendiği yerler listesinde başı çekerler.
Bu rejimlerin kurbanı olup da hayatta kalabilen bazı sanatçılar ile sonrasında konuyu ele almak isteyenler ise tarihe tanıklık edercesine birçok önemli esere imza atmışlardır. Bu eserlere baktığımızda, sürgün, hapishane, kamplarda tutulma, kayıt dışı olarak yok edilme, sistemli işkence görme gibi alt başlıklara ayrılmış binlerce yapıtla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebilirim.
Bu külliyatın oldukça sınırlı bir parçasını, çeşitli tesadüflerin denk gelmesiyle 2021 yılının ilk çeyreğinde okudum. Bu yazıda, okuduğum kitapların kısa bir değerlendirmesini yapmayı hedefliyorum.
Yazıda değineceğim kitapları, türlerinden bağımsız olarak “esaret edebiyatı” kavramı ile tanımlayacağım.
II
Üst üste gelen okumalar dizisinin başlama düdüğünü çalan kitap, Dostoyevski’nin Ölüler Evinden Anılar isimli yapıtı oldu.
Dostoyevski’nin yazarlık kariyerini belirleyen iki olay seçmemiz gerekse öncelikle yazarın babasının öldürülmesini; ardından da adı çara karşı yapılması planlanan bir suikasta karıştığı için idama mahkûm edilmesini ve tam idam anında affedilip sürgüne gönderilmesini sayabiliriz.
Sürgün öncesinde yazdıkları fazla ses getirmeyen Dostoyevski, geri döndüğünde sürgündeki gözlemlerinden yola çıkarak kaleme aldığı Ölüler Evinden Anılar’ın yayımlanması ile adından daha çok söz ettirmeye başlar. İnsan ruhunun derinliklerini anlatacağı dev yapıtlarının işaret fişeklerini Anılar’da görmeye başlarız.
(Yukarıda andığım satır başlarına dair detaylar, Sigmund Freud’un Dostoyevski Ve Baba Katilliği Üzerine isimli yazısında ve Henri Troyat’ın Dostoyevski biyografisinde okunabilir.
Daha fazla detay isteyenler, Joseph Frank’ın orijinali beş cilt ve 2500 sayfa civarında olan ve sonradan yazarın, “bunları insan okuyacak” diye vicdana gelip bir de kısa! versiyonunu hazırladığı “Dostoyevski Çağının Bir Yazarı” adıyla dilimize kazandırılmış 997 sayfalık kitabı okuyabilirler.)
Ölüler Evinden Anılar; Dostoyevski’nin yapıtları için anahtar niteliği taşımasının yanında, dönemin tanıklığını içeren bir belge olarak da görülebilir. Diğer yanda da adlarını yazının devamında anacağım iki kitapla beraber düşünülünce rejimler değişse de Rus coğrafyası özelinde, zihniyetin değişmediğinin göstergesi olarak okunabilecek bir yapıt.
Ölüler Evinden Anılar’ı okurken, beni asıl şaşırtan Dostoyevski’nin çağının ne kadar önünde olduğunu gösteren bir detay oldu.
Önce alıntıyı yapayım:
“Bir keresinde aklıma şöyle bir fikir geldi: Bir insanı ezip mahvetmek, ona en korkunç bir katilin bile duyunca titreyeceği kadar ağır bir ceza vermek isteyenlerin, insana yaptığı işin tamamen anlamsız, faydasız olduğu duygusunu vermesi yeterlidir. Bugünkü sürgün hizmeti ilgi çekmeyen can sıkıcı bir iş olduğu halde, aslında makuldür: Mahpus tuğla keser, toprak kazar, badana yapar, inşaatlarda çalışır; bu işlerin de bir anlam ve amacı vardır. Sürgün kendini bazen buna kaptırır, daha iyi, daha becerikli olmak ister. Ama bir kovadan öbürüne su dökmek, kum elemek, bir yığın toprağı bir yerden başka bir yere taşımak gibi işleri ona zorla yaptırırsanız, sanırım birkaç gün sonra ya kendini asar ya da bu küçülmeden, utançtan ve azaptan kurtulmak için, “öleyim bari” diye binlerce cinayet işler. Böyle bir cezanın ancak işkence, intikam aracı olacağına şüphe yoktur; bu ceza hiçbir makul amaca hizmet etmediği için anlamsızdır” (s. 26)
1862 tarihli Ölüler Evinden Anılar’ı yazarken Dostoyevski Marx’ın 1844 Elyazmaları’nı ve Alman İdeolojisi’ni okumuş mudur, bilmiyorum ama alıntıladığım satırlar, kanımca, fordist üretim biçiminin yaygınlaşmasından sonra iyice gözle görülür olan “emeğin yabancılaşması” kavramını çok çok iyi açıklayan ve analiz eden bir içeriğe sahip.
III
Bernard Malamud’un Tamirci isimli romanı, Ölüler Evinden Anılar’ın yayımlanmasından yaklaşık elli yıl sonra 1911 yılının Kiev’inde bir dizi şanssızlık sonucu cinayetle suçlanan Yahudi köylü Yakov Bok’un yaşadıklarını konu alıyor.
Malamud, Tamirci’yi yazarken 1874 – 1934 yılları arasında yaşamış ve 1913’de Tamirci’de anlatılanlara benzer bir suçlama sonucunda tutuklanmış ve bu süreçte benzer muamelelere maruz kalmış Menahem Mendel Beilis’in yaşam öyküsünden esinlenmiş.
1974’te ve 2005’te Kiev’deki Adam adıyla Altın Kitaplar ve Bilge Kültür Sanat Yayınları tarafından yayımlanan roman, son olarak yeni bir çeviri ile 2013 yılında Kafka Kitap tarafından Tamirci adı ile yayımlandı. (Kitabın orijinal ismi The Fixer)
1914 yılında Brooklyn, New York’ta Rus Yahudi göçmeni bir ailede dünyaya gelen Bernard Malamud, belli ki dersini iyi çalışmış. Roman boyunca, Hristiyan kültüründe derin yeri olan Yahudi düşmanlığının izlerini adım adım takip etmiş ve bu durumu Rus halkına ait bir durummuş gibi sunarken aslında tüm “batı” dünyasındaki antisemitizmin şeceresini çıkarmış.
Tamirci’yi okurken bir yandan öfkelendim diğer yandan da Haneke’nin 2009 tarihli Das weiße Band – Eine Deutsche Kindergeschichte (Beyaz Bant) isimli müthiş filmini izledikten sonrakine benzer bir “şimdi taşlar yerine oturdu” hissi yaşadım.
Yakov Bok’un katlanmak zorunda kaldığı işkenceler, bu işkenceleri “öteki” ya da “azınlık mensubu” olduğu için gördüğü bilgisiyle beraber düşünülünce insanı derinden etkiliyor.
Tamirci’nin yayımlandığı yıl, yazarın hakkı verilerek Pulitzer Ödülünü aldığı bilgisini de vererek bu alt başlığı sonlandırayım.
IV
Karl Georg Büchner; 1935 tarihinde yayımlanan “Danton’un Ölümü” isimli eserinde, Fransız Devriminin ardından fikir ayrılığına düştüğü yoldaşları tarafından idam edilen Danton’un ağzından, “İhtilal Satürn gibidir, kendi evlatlarını yer.” sözlerini kaleme alır.
Macar asıllı Arthur Koestler’in, ilk olarak 1940’da yayımlanan Gün Ortasında Karanlık isimli romanını, yukarıda alıntıladığım sözün tartışıldığı 250 sayfalık bir makale olarak da okumak mümkün.
Kitabın yazarın düşünce dünyasına ışık tutan ve benim bir üst paragrafta “makale” benzetmesi ile nitelediğim tarafı, benzer kaygılarla kaleme alınmış çoğu kitabın handikabı olan bir tuzağa düşmüyor.
Yazarının inançlarını aktarmayı hedefleyen kimi romanlar, iyi yazılmış veya doğruları anlatan bir altyapıya sahip olsalar da edebi yönlerini sakatlarlar. Gün Ortasında Karanlık, bu açıdan bakılınca edebi yönünün son derece yüksek olması sebebiyle ayrı bir yerde duruyor.
Kitapta, 1930’lu yıllarda SSCB’de başlayan büyük tasfiye sürecinde yaşananlar, kitabın kahramanı Rubashov’un yaşadıkları üzerinden anlatılıyor.
Rubashov, devrimin ön saflarında yer almış ancak zamanla devrimi kendi tekeline alarak bürokratik bir zorbalık düzeni haline getirmiş yoldaşları tarafından tutuklanmıştır.
Hücresinde, geçmişini düşünür, günlüğüne notlar alır, ceza almaktan kurtulursa bitirmeyi planladığı çalışmasına dair düşünceler geliştirirken vicdanının sorgulamasından geçemediğini fark eder.
Rubashov, kendi vicdanına hesap veremezken eski arkadaşı Ivanov’un ılımlı sorgulama tekniklerine maruz kalır. Bu yumuşak dönemde zihnine düşen soru işaretleri, görevi Ivanov’dan devralan Gletkin’in teknik olarak işkence sayılmayan ama Rubashov’un fiziksel olarak tükenişi ile son bulan sorgulama teknikleriyle birleşince tam bir iradi bozgun yaşar.
Koestler, romanın kahramanının içine düştüğü çelişkileri, hesaplaşmalarını, neye inanıp neye inanmadığını bile unutacak noktaya gelmesini ilmek ilmek dokurken Dünya edebiyatına unutulmaz bir eser bırakmayı başarır.
Romanı, Pınar Kür’ün su gibi akan çevirisinden okumak da Koestler’in eserinin derinliklerimize işlemesini sağladığını da unutmamak gerek.
V
Esaret Edebiyatı üst başlığı altında değerlendirmeye çalıştığım yapıtlarda kronolojik çizgiyi takip ettiğimde Nazi Almanya’sına ulaştım.
Nazi rejimi, devletin şiddet tekelini elinde bulundurabilmesi ilkesini o döneme kadar görülmedik bir biçimde kullanır.
Naziler önce, Almanya içindeki muhalifleri, Yahudileri, Çingeneleri hedef alırlar. Zaman ilerledikçe, işgal ettikleri ülkelerdeki “ötekileri” ve devamında İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla tüm Avrupa’daki “yok edilmesi gereken unsurlar”ı hedef almaya başlarlar.
Kurulan gettolarda başlayan süreç zaman ilerledikçe toplama kamplarına evrilir ve bu kamplar Nazileri “nihai sonuç”a ulaştırmayı hedefleyen ve milyonlarca insanın ölmesine neden olan tarihin en soğukkanlı cinayet şebekelerinin kurulması ile son bulur.
Primo Levi’nin Bunlar da mı İnsan, adını taşıyan otobiyografik romanını Klaus P. Fischer’ın, Nazi Almanyası kitabında verilen referanslar nedeniyle okumaya karar vermiştim.
Primo Levi, İtalya’da sürdürdüğü partizan mücadele sırasında tutuklanarak gönderildiği Auschwitz toplama kampından kurtulabilen az sayıdaki insandan biri. Levi, kurtuluşun ardından, Bunlar da mı İnsan, Ateşkes ve Boğulanlar Kurtulanlar adları ile dilimize çevrilmiş “Auschwitz Üçlemesi” ile oldukça saygın bir yazar konumuna gelir.
Bunlar da mı İnsan ve Ateşkes’te, kronolojik olarak birbirini takip eden olaylar kaleme alınırken Boğulanlar Kurtulanlar ise tüm toplama kampı deneyimlerine düşünsel olarak bakmaya çalıştığı bir eser olarak anılabilir.
Yazarın Auschwitz deneyimlerinden yola çıkarak kaleme aldığı tematik bir bütünlük içinde sunulan öykülerinin yer aldığı Periyodik Tablo ve partizanlık tecrübelerinden damıtılarak yazılan Şimdi Değilse Ne Zaman? İsimli kitaplarını ise henüz okumadım.
Bunlar da mı İnsan, esirlerin bilmedikleri bir coğrafyada oldukça zorlu koşullarda ve Almanların insanların canına kast etmek amacı ile inşa ettikleri imha kamplarında yaşananlara dair birincil tanıklıkları soğukkanlı bir üslupla anlatmayı başarabilen ve meraklılarının atlamaması gereken bir eser.
Levi, kitabında Almanları affetmediğinin altını çizerken kişisel nefretini yazmaktansa adeta bir ölüm fabrikası olarak inşa edilen kampların doğasını, oradaki mahkûmların gündelik yaşamlarını, SS subaylarının tutumlarını, kapoların rutinlerini ve daha yüzlerce detayı okurun vicdanını rahatsız edecek kadar büyük bir tarafsızlıkla anlatmayı başarıyor.
VI
Yeri gelmişken, Primo Levi’nin Boğulanlar Kurtulanlar adını taşıyan kitabı ile ruh kardeşi olarak anabileceğim (her iki kitap da birbirlerine referanslar içerir.) bir başka kitaba daha değinmek isterim.
Viyana doğumlu Hans Meyer, baba tarafından Yahudi olsa da Naziler iktidara gelip Yahudi aleyhtarı yasaları tavizsiz bir şekilde uygulamaya başlayana kadar Yahudi kimliğini öne çıkartmayan bir isim. Hatta yazarın biyografilerinde, babasının ölümünün ardından annesi tarafından Katolik olarak büyütüldüğü vurgulanır.
Hans Meyer, Nazilere karşı yürüttüğü direniş faaliyetleri sırasında yakalanıp kamplara kapatılması ile devam eden sürecin sonunda Auschwitz’de ölümü beklerken kurtarılır. İlerleyen yıllarda Meyer, Alman tınısı taşıyan adını (kulağa Fransızca gibi gelen) Jean Améry ile değiştirir ve kamp tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı denemelerini Suç ve Kefaretin Ötesinde adıyla dilimize kazandırılan kitapta toplar.
Améry’nin kitabı, Alman kültürü ile büyümüş bir insanın iktidardaki rejim tarafından düşman bellenip yok edilmesine karar verilmesinin travmasını merkeze alır. Bu travmaya ek olarak, okuyana kadar düşünmediğim, kısmen Bunlar da mı İnsan’da değinilen, yaşamı boyunca fiziksel güç gerektiren bir işte çalışmamış, entelektüel birikimi olan insanların kamp deneyimleri nasıldı, sorusuna cevap verir.
Améry, denemelerini Primo Levi’nin aksine içinde biriken öfkesini bastırmadan kaleme alır. Bu açıdan bakılınca yeri geldiğinde Primo Levi’yi yeri geldiğinde Hannah Arendt’i sert sözlerle eleştirmekten çekinmez.
Kitabın, “İnsan Yurda Ne Kadar İhtiyaç Duyar” adını taşıyan denemesinin, ülkesiz kalmak, göçmek zorunda olmak, zorunlu göç edenler ne hissederler gibi konulardaki fikirleri ile tarihe meraklı olmayan ama “fırsatını bulsam da gitsem” diye düşünenlere, yazılması üzerinden elli yıldan fazla zaman geçmesine, denemelerin bağlamının bambaşka olmasına rağmen günümüz insanına çok şey söylediğini özellikle vurgulamak isterim.
VII
Bu uzun yazının sonuna gelirken, Nabokov’un Rusça kaleme aldığı erken dönem yapıtlarından olan İnfaza Çağrı’ya değinmek istiyorum.
Ardı ardına okuduğum bu kadar farklı kitaba rağmen, İnfaza Çağrı, benim için bambaşka bir deneyim oldu.
Kitabın önsüzünde Nabokov, İnfaza Çağrı’yı yazdığında Kafka’nın kitaplarını okumamış olduğunu özellikle belirtmek ihtiyacı hissetmiş. Bu ihtiyacın nedenini romanı bitirince daha iyi anladım.
İnfaza Çağrı, daha çok Orta ve Doğu Avrupa edebiyatlarına ve sinemasına ait yapıtlardan aşina olduğum tuhaf atmosfere sahip bir roman. Kitapta, açıklanmayan bir suçtan hüküm giyen ve infaz gününü bekleyen Cincinnatus’un hikâyesini okuruz.
Cincinnatus, kaderine boyun eğmiş ve infazının bir an önce gerçekleştirilmesini bekleyen bir kahraman. Kahraman bu isteğine rağmen, genelde tutulduğu hapishanede, özelde ise hücresinde bir türlü rahat bırakılmaz. Görünürde onun iyiliği düşünülerek ziyaretçi kabul etmesine izin verilir, seveceği düşünülen yiyecek ve içecekler ikram edilir, kütüphaneden rahatça yararlanması sağlanır, sırf kendini daha iyi hissetsin diye yan hücreye gelen komşu ile sohbet etmesi sağlanır.
Tüm bunlar olurken, Cincinnatus’un içine çekildiği girdap, onun iyiliği için midir yoksa psikopatça bir deneye kurban mı edilmektedir, bir türlü anlayamayız. Kahramanın hücresinde ardı ardına tuhaflıklar yaşanırken, bu tuhaflıkların ne kadarının gerçek ne kadarının hayal ürünü olduğu sorusunun cevabını da bulamayız.
Tüm bu gelgitler arasında, romanın içeriği gerçekçilik ile sapkın bir grotesklik arasında gider gelirken Nabokov okurunu, karmaşık hisler arasında sahipsiz bırakmayı tercih eder.
VIII
Yazıda bahsi geçen kitaplar:
Arthur Koestler, Gün Ortasında Karanlık, Pınar Kür (Çevirmen), İletişim Yayınevi, 7. baskı, Kasım 2019
Bernard Malamud, Kiev’deki Adam, Azize Bergin (Çevirmen), Bilge Kültür Sanat, 1. Baskı, Mart 2005
Bernard Malamud, Kiev’deki Adam, Nihal Yeğinobalı (Çevirmen), Azize Bergin (Çevirmen), Altın Kitaplar Yayınevi, 1. Baskı, 1974
Bernard Malamud, Tamirci, Başak Yenici (Çevirmen), Kafka Kitap, 1. Baskı, Temmuz 2013
Fyodor Mihayloviç Dostoyevski, Ölüler Evinden Anılar Nihal Yalaza Taluy (Çevirmen) Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları
Jean Amery, Suç ve Kefaretin Ötesinde (Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri), Cemal Ener (Çevirmen), Metis Yayıncılık, 1. Baskı, Ocak 2015
Joseph Frank, Dostoyevski Çağının Yazarı, Ülker İnce (Çevirmen), Everest Yayınları, 1. Baskı, Şubat 2017
Karl Marx, 1844 El yazmaları, Murat Belge (Çevirmen), Birikim Yayınları, 1. Baskı 2000
Karl Marx, Friedrich Engels, Alman İdeolojisi, Olcay Geridönmez (Çevirmen), Tonguç Ok (Çevirmen), Kor Kitap, 1. Baskı, 2018
Karl Georg Büchner, Danton’un Ölümü, Mustafa Tüzel (Çevirmen), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı, 2019
Klaus P. Fischer, Nazi Almanyası (Yeni Bir Tarih), Yavuz Alogan (Çevirmen), Alfa Yayınları, 1. Baskı Mart 2020
Primo Levi, Bunlar da mı İnsan (Auschwitz Üçlemesi 1), Zeyyat Selimoğlu (Çevirmen), Can Yayınları, 5. Baskı Kasım 2018
Primo Levi, Ateşkes (Auschwitz Üçlemesi 2), Semin Sayıt (Çevirmen), Can Yayınları, 1.Baskı 2002
Primo Levi, Boğulanlar Kurtulanlar (Auschwitz Üçlemesi 3), Kemal Atakay (Çevirmen), Can Yayınları, 4. Baskı, Eylül 2020
Primo Levi, Periyodik Tablo (Hayatta Kalma Öyküleri), Feza Özemre (Çevirmen), Kırmızı Kedi Yayınları, 1. Baskı, Nisan 2014
Primo Levi, Şimdi Değilse Ne Zaman?, Nevin Özkan (Çevirmen), Efil Yayınevi, 1. Baskı, Mayıs 2011
Vladimir Nabokov, İnfaza Çağrı, Seniha Akar (Çevirmen), İletişim Yayınevi, 3. Baskı, Ocak 2017
Onur Uludoğan – edebiyathaber.net (31 Mart 2021)