Dergicilik bağlamında ilk gençlik ve Ankara | Emrah Polat

Nisan 11, 2021

Dergicilik bağlamında ilk gençlik ve Ankara | Emrah Polat

Her ne kadar Edebiyat Haber maceram 2010 yılında başlasa da, dergiciliğe olan ilgim küçük yaşlara kadar uzanır. İlk deneyimim Lise 2’deydi. Ankara Seyranbağları Lisesi’nde öğrenciydim. 1989 yılıydı. Bir grup arkadaşla birlikte yarı “politik”, yarı “edebi”, amatörün de amatörü karikatürlerle süslü bir fanzin çıkarıyorduk.

Fanzin’i o dönem çoğaltmak bir dertti, dağıtmak başka… Çetin yıllardı, yasakların sert kabuğu çatlatılıyor ama ilk fırsatta daha serti inşa ediliyordu. Dönemin ruh halini anlamak açısından küçük bir örnek vermek gerekirse, Ahmet Kaya’nın Ankara Gölbaşı Sineması’ndaki konseri valilik kararıyla son anda yasaklandı. Bu yasağın bizim liseye yansıması, defterinin arasında Ahmet Kaya konser bileti tesadüfen bulunan bir arkadaşın -yasadışı bir faaliyet içinde yer aldığı gerekçesiyle- okuldan uzaklaştırma cezası alması oldu.

Esasen okul yönetimince desteklenmesi gereken fanzin çıkarma gibi masum ve yaratıcı bir uğraş bile illegal bir faaliyet gibi algılanıyordu. Bu durum bizleri o yıllarda “suçlu” ruh haline itti… “Neşriyatı kazı, altından teşkilat çıkar!” ezberinin çoğu insan için maalesef hala makbul olduğunu üzülerek görüyorum.

1991 yılında Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü kazandığımda, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi’nde, üniversitenin diğer fakültelerine göre nispeten demokratik bir hava vardı; çeşitli topluluklar faaliyet gösteriyordu. Öğretim elemanları kadrosu da oldukça zengin ve ilginçti; Yalçın Küçük, Mahir Kaynak, Levent Köker, Kadir Cangızbay, Ümit Özdağ… Devlet Bahçeli de o zamanlar fakültedeymiş, ama ben hatırlamıyorum. Sağdan, soldan kimi ararsan vardı, kısacası.

Fakülte dediysem, devasa bir yer akla gelmesin; tüm bölümler tek binada. Bazı arkadaşlar Türkiye panoraması gibiydi diyor, ama benim için Fellini’nin Amarcord filmini çağrıştıran sahnelerle doluydu okul; mesela Kadir Cangızbay, Şener Şen’in canlandırdığı “Vecihi” kılığında, küçük bir motor taktırdığı taka tuka bisikletiyle gelirdi okula…

Hiç unutmam bir gün yemekhanenin dışındaki alçak duvarda oturuyorum. Yalçın Küçük’le Mahir Kaynak hararetli hareretli tartışarak yemekhaneden çıktılar. Doğrusu Yalçın Hoca kendine has abartılı teatral hareketlerle konuşuyor, Mahir Kaynak, kürdanla dişlerini karıştırarak tebessüm ediyordu. Tam yanıma gelince durdular. Anlaşılan en alevli bölümdeydiler. Yalçın Küçük, “Bak Mahir Hocam,” dedi. “Senin savunduğun komplo teorisi, bireyin iradesini yok sayıyor, böyle bir şey o-la-maz!” Oturduğum yerden başımı kaldırmış aval aval ikisine bakıyordum. Ciddi bir edayla, “Nasıl yani?” diye sordu Mahir Kaynak. Yalçın Küçük, keçi sakalını sıvazlarken dudağını büzdü. Belli ki düşünüyordu. Bana döndü. “Evladım ayağa kalkar mısın,” dedi. Bir anda konu mankeni oluvermiştim. Yaşananlar normalmişçesine ayağa kalktım. Yüzü başka yönde, eliyle beni işaret etti. “Otur lütfen!” Ardından çıkışır bir edayla Mahir Kaynak’a döndü. “Komplo bunun neresinde? Arkadaş ayağa kalktı ve sonra da oturdu!” Mahir Kaynak gülümsedi. Gözlüğünü yukarı kaldırıp baş ve işaret parmağını V biçimine getirdi. “İyi diyorsun da hocam” dedi. “Emri kim verdi? Sen ona bak!”

Üniversiteye başladığım yıl liseden üç arkadaş, Dost Kitabevi’nden kitap setleri almış ve aramızda paylaşmıştık, okuduklarımızı değiş tokuş ediyorduk. Bilgiyi sünger gibi emiyor, edebiyattan tad almanın ne demek olduğunu öğrenmeye çalışıyorduk. Kültürel etkinlikler yönünden de -şimdikinden farklı olarak- epey zengindi Ankara. Aklıma ilk gelenler BİLAR Vakfı’nda (Ataç Sokak’taydı) ve İletişim Kitabevi’nin (Selanik Caddesi’ndeydi) alt katında düzenlenen söyleşi ve paneller. Elbette sinamaları da saymalı: Kavaklıdere, Batı, Akün, Mithatpaşa…

Kültürel beslenmenin yarattığı zenginlik derslerde de kendini fazlasıyla açığa çıkarıyordu. Bence bölümün en birikimli ve özgürlükçü hocası Levent Köker’di. Derslerde epistemoloji üzerine söylediklerine hilaf bir argümanı hararetle savunma cüretinde bulunduğumu hatırlarım. Kuşkusuz bu, Levent Köker’in sağladığı demokratik, özgürlükçü ve rahat iklim sayesinde gerçekleşebiliyordu -ki bence akademi böyle olmalı… Levent Köker’in ilk ders söyledikleri hala aklımda: “Yoklama alınmayacak, istediğiniz zaman derse girebilirsiniz, istediğiniz zaman da çıkabilirsiniz. Yeter ki girerken kapıyı çalmayın, çıkarken de gürültü yapmayın.” Bu arada söylemeden geçemeyeceğim: En kalabalık dersler genellikle onunkiler olurdu.

İlk ciddi (yasal ve matbaa mürekkebi kokusunu soluduğum) dergi deneyimim 1993 yılında geçekleşti. Uluslararası İlişkiler Bölümü olarak bir dergi çıkarmaya çakar verdik. Yayın Kurulu için oylama yapıldı. Demokrasinin ve temsili süreçlerin önemini genç yaşlarda içselleştirme fırsatı bulduğumuz değerli bir sınavdı. Sonunda büyük bir emekle dergimizi çıkardık. 1.000 tane bastırmıştık. Maatbadan dergiyi elime aldığım anki duygu yoğunluğu, yıllar sonra ilk kitabıma dokunduğumda hissettiklerime yakındı; bunu, anca yaşayanlar bilir… O günleri düşününce şunu anlıyorum: Öğrenci dergilerinin edebiyatın, kültür-sanatın, siyasetin, bir bütün olarak entelektüel yaşamın tohumlarının kök saldığı yerler olduğu çok açık ve bu tür gayretler her zaman yüreklendirilmeli. Edebiyat Haber, tecrübeyle de sabit bu hakikat nedeniyle dergileri, fanzinleri desteklemekte; edebiyatımızın, kültür ve sanatın geleceği oralarda.

Gazi Üniversitesi’nde iki yıl okudum. Sonra hayalimdeki okulu kazandım. ODTÜ, afiş ve neşriyat cennetiydi. Bir vesileyle kısaca değindiğim o günleri, başka bir yazıda ayrıntılı olarak anlatmak istiyorum.

Son söz olarak şunları söylemek isterim: Bizde dergiler, bilindiği gibi ilk kez 19. yy’da görülmeye başlandı. Uzun yıllar tümü basılıydı. Şimdi, Edebiyat Haber gibi, basılıya hiç “bulaşmamış” dergiler ya da yayınlar da var. Biçimi ne olursa olsun, basılı ya da dijital, insan emeğinin en rafine hali olan entelektüel emeğin somutlaştığı alanlardan biri olan dergiciliğin uzun süre yaşayacağına inanıyorum. 

Not: Görsel için Kerem Akyol’a teşekkürler.

edebiyathaber.net (11 Nisan 2021)

Yorum yapın