Dil, bir çağrıdır. Varoluşumuzun dışavurumu, bilincimizin yansısıdır.
Orada, sesinin bizi içine aldığı anlam, buluştuğumuz her nesneyi, karşımıza çıkan her görüntüyü, söze durduğumuz her insanı bütüncül yanlarıyla anlatır bize.
Anlam ve anlatım…
Bizi biçimleyenlerin gerçekliğini bunlarda bulduğumuz gibi, ötesindeki yazı, sözün getirip önümüze yığdığı her bir şeyi ayıklama işini de üstlenir. Yani, sözden yazıya geçişle başlayan dilsel serüveni insanoğlunun edebiyatı kurma, oluşturup yaratısal kılma eylemini gerçekleştirmesine kapı aralar.
Bunu yapıp eyleyen yazarın dille ilişkisi, yaşadığı coğrafyanın dokusuyla renklenir. Dahası o biçim alma sürecinde dil başat bir düşünme/yaratma nesnesi olarak yazarın avucunun içindedir.
Bilinç ve bellek, söz ve yazı kadar yazarın ibresini belirler. Taşıyıcı zamanın aralıklarından geçen yazar, yaratıcılık aurasını kuşanırken ister istemez kendi renkleri/sesleriyle bir dünya kurar.
Buna yerel/yöresel tını diyebiliriz. İlk baştaki rengi, yani teninin altındaki doku buradan gelir. Sezgisel bakış dediğimiz şeyin bellekte mayalananlar olduğunu yadsımadan, sözün imbiğinden geçirdikleriyle yazısını kurar yazar.
Neyi/neden/niçin ve nasıl anlatacağına karar verdiğinde ise o sınırları aşmış, dış dünya gerçekliğine bakarak insani olanı öne çıkarıp ortak bir dil/ses arayışına yönelmiştir.
Başka seslerin ve renklerin buradan alımlayacağı, bir ölçüde de çıkarsadıklarıyla bütünleşebileceği bir dil yolu çizer yazar. Kendi içcoğrafyasının taşıyıcılığında göstermek/baktırmak istedikleriyle bir dil yurdu kurar. Bir tür ada/anakara yaratır.
Yazarın yaşadığı/yaşattığı yerdir burası. Dilinin sesi, rengi, tınısı orada biçimlenir. Dünle bugünün buluştuğu çizgi, geleceği kurma düşü/düşüncesi oradan ağıp gelenlerle dil yoluna dönüşür.
Yazma Süreçleri, Okuma Dönemeçleri
Yazarak aldığınız yol sizi, birçok labirentte gezindiriyor kaçınılmaz biçimde.
O gezinmelerde arayış, bakış, duyuş kaçınış, konumlandırış, avunuş, (duyumsayış), terkediş, bekleyiş vardır. Çünkü iki uçtasınız, hem de eylemselliği seçmişsiniz.
Gezinmeniz barınak arayışı değildir kuşkusuz… Yüzleşmelerinizde görseniz de bunu, kesintiye uğramadan gitmeyi; daha çok, kendi adıma; okumalarda bulmuşumdur. Ama bunu da bilinçli bir yazıcı olmama yormak/vermek isterim.
Canetti’yi okuyorum gene.
Kitabının alınlığında ışıyor ilk sözleri, çekip alıyor beni içine:
“Yazma sürecinin sonsuz bir yanı var. Bu süreç her gece kesilse bile, tek bir yazma eylemi söz konusu ve bu eylem kendini ancak – türü ne olursa olsun – herhangi bir sanatsal araçla sergilemediğinde en hakiki görünüyor.”
Sonra, Canetti, “dil deneyleri”nden söz eder. Çekici bulmaz, kaçınır ama tanımadan edemez…
Yazan biri için kendi yazı labirentinde dil duygusunu yaşamak/yaşatmak en doğrusu bence de.
Haklı olarak, Canetti, dil deneyimlerine girişenlerin yaşamın özünden koptuğunun altını çizer.
Kuşkusuz dil olmadan, dahası dile egemen olmadan yazılamaz. Gelgelelim, salt dil deneyleriyle uğraşmanın bir başına bir şey olmadığı da kesin.
Bunu gene Canetti’nin açılımıyla sürdürelim:
“Dil ile deneylere girişen, özün en büyük bölümünden vazgeçmiş olur; küçücük bir parça hariç, her şey dokunulmadan ve değerlendirilmeden kalır; sanki sadece serçe parmağıyla çalışıyor gibidir.”
Dile gitmek, var olanı açımlamaktır; içgözünüzün yeni bir bakış edinmesine kapı aralamaktır. Kendinize yurt/yazı yurdu kılacağınız dili vazgeçilmeziniz yapan da gitme/bakma/görme ve dönüştürme eylemidir.
Edebiyat dediğimiz şey de işte bu noktadan sonra başlar.
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (20 Nisan 2021)