Öykü: Rüya | Sema Yurt

Mayıs 9, 2021

Öykü: Rüya | Sema Yurt

Rüyamda Suudi şeyhlerine yakışır tarzda döşenmiş, geniş salonumdayım. Altın varaklı Avangart koltukta oturmuş Swarovski taşlı kristal aynadan kendime bakıyorum. Yakası dantel beyaz bir elbise giymiş, saçımı tepe toplamışım. Ayağımda topuklu siyah rugan pabuçlarım var. Kendimi ve evimi pek beğeniyorum.

Başımı çevirip etrafı inceliyorum. Her yer süs püs içinde. Çok sevdiğimden olacak, salonun ortasına her yanına inci yapıştırılmış gösterişli bir sehpa koymuşum. Aynı incileri kırlentlerde de fark ediyorum. Detayları atlamamış olmak hoşuma gidiyor. Duvarda yağlı boya tablolar asılı. Geçen yüzyıldan kalma yalı resimleri. Üç kuşaktan beri İstanbullu olduğumdan yalılara bayılıyorum. Bu arada vitrindeki pahalı bibloların gümüş ya da Capodimonte porselenler olduğunu söylemeden geçemeyeceğim.

Salonun kalabalık olduğunu fark ediyorum. Rüya işte altın günüm olduğunu sonradan anımsıyorum. Lükens ayaklı yemek masasının üstü çeşit çeşit yiyecekle dolu. Birbirinden şık tabaklarda, zeytinyağlı dolmalar, dumanı tüten börekler, çeşit çeşit poğaça, kurabiye ve kekler, avokado, ananas, papaya, mango gibi tropik meyvelerden, kuru incir, pestil, helva gibi geleneksel tatlara kadar her şey var. Kesenin ağzını epey açmışım diyorum ama altta kalacak değilim ya helâl olsun.

Koltuklarda ve mascarpone peynirini ta İtalya’dan getirttiğim tiramisuyu afiyetle yiyen birbirinden şık kadınlar görüyorum ama çoğunu tanımıyorum. Tekli koltuğun neredeyse tamamını kaplayan kadının ayakkabılarını geçen gün Beymen’in vitrininde görmüştüm. Beş bin beş yüz liraydı. Almayı düşünmüştüm. İçimden “İyi ki almamışım” diye geçirirken o da ne! Şişko kadın el dokuması halıma çatalındaki kremalı pastayı düşürdü. Oralı bile olmuyor çıldıracağım. Kalkıp silsem ayıp olur. İçim içimi yiyor. Üçlüdeki kadın, burnu estetikli olan, durumu fark etti. Nasılda gülüyor. Gül bakalım! Son gülen iyi güler unutma. Senin gününde vişne likörünü beyaz koltuğuna damlatayım da gör. Yanımdaki kadın seslenince ona dönüyorum.        

– Zerrin Hanımcığım çay takımını nereden aldın? Çok zarifmiş. 

 Bir an şaşırıyorum. Adım Zerrin mi? Hoşuma gidiyor. Hemen benimsiyorum adımı ve gülümseyerek;

-Mustafa Bey’in İtalya görevi sırasında Venedik’ten almıştım, el yapımı.

  Hep bu anı beklermiş gibi bir çırpıda söyleyiveriyorum. Gözüm Canan’a takılıyor. Geçen toplantıda senin kristal kadehlerini öve öve bitirememişlerdi. Şimdi sıra bende diye düşünürken, Canan’ın aslında bizim eve gelen temizlikçi kadın olduğunu fark ediyorum.  Çay takımının özelliklerini anlatmaya devam edecekken lafa başkası giriyor;

-Telkâri kolyeme bakın. Geçen gün Tunalı’daki gümüşçüye gittim. Modelleri çok değişik, Mardin’den getiriyormuş. Mutlaka gitmelisiniz.

Bu da ne! Hevesim kursağımda kalıyor. Kıskanç kadın sen kimsin de konuyu başka yöne çeviriyorsun. Onu da tanımıyorum, evimde ne işi var bilmiyorum?

Sevimsiz kadın bütün dikkati kendi üzerine toplayınca dayanamayıp; “Gittim ben oraya. Çok kaliteli değil gümüşleri. Arkadaşım almış iki günde kararmışlar.” Deyiveriyorum.

Ev sahibi olarak kibar davranmadığımın farkındayım ama kadın bunu hak etti. Sesini çıkarmıyor. Fakat uygun bir anı kollayıp benden intikam alacağını biliyorum. Hangi açığımı bulacak acaba? Tetikte olmalıyım. Yorucu ama bu mücadeleden garip bir zevk aldığımı fark ediyorum.

Yüzü botokstan şişmiş, takma kirpikli sarışın kadın bana bakıyor. Nereden tanıdığımı bir türlü çıkartamıyorum. Saçı, başı, yüzü Barbie bebeğe benziyor. Kendimi biraz zorlayınca anımsıyorum. Asalaklar partisinden keskin bir “u” dönüşüyle Basamaklar partisine geçen politikacının ikinci karısı. Bir iki kez magazin programında görmüştüm ama misafirim olduğuna göre tanıyor olmalıyım. Gururlanıyorum. Yakınlık göstermek için;

 -Eşiniz beyefendi nasıllar? Yoğundurlar herhalde, diye soruyorum.

– Benim adam ep gezer, bilmem artık yoğun mu değil mi. Deyince şaşırıp kalıyorum. İçimden “Kibar görünüşlü kenar mahalle dilberi. Asalet insanın ruhunda olmalı. Görgü başka bir şey canım. İstanbul Türkçesiyle konuşmak herkesin harcı değil.” diyerek yanımdakine dönüyorum;

-Bir çay daha alır mıydınız Nurhayat Hanımcığım?

Az önce tanımadığımı düşündüğüm kadınlara adlarıyla hitap etmek tuhafıma gitmiyor. Cevabı beklemeden bu kez öte yana dönüyorum;

– Maş Fasulyesi salatamı beğendiniz mi Serpil Hanımcığım? Geçen seferkinden farklı. Onu Meksika Fasulyesi ile yapmıştım.

 Daldan dala uçan bir kuş gibiyim, coşkulu tutkulu. Özgüvenim neredeyse küstahlık boyutunda.  Rüyanın özgürlüğünden olsa gerek her şeyi yapabilirmişim gibi geliyor. Antidepresan mutluluğu fışkırıyor ruhumdan, cıvıl cıvılım.

– Şayeste Hanım demin sormuştunuz cevaplayamadım. Evet, poğaçada krema kullandım süt değil. Yumuşacık oluyor. Tavsiye ederim. Bu tarif internette yok.

Misafirlerime gereken ilgiyi gösterdiğimi düşünüyorum. Masadaki çeşit çeşit ikramdan derin dondurucuya atacağım bir şeyler kalsın diye dua ediyorum ama nafile. Aç kurt gibi saldırıyor, doymak bilmiyorlar.

Sonunda teşekkürler, afiyet olsunlar, elinize sağlıklarla dolu bir “günü” daha bitiriyorum. Misafirlerimi tek tek uğurlarken fark ettirmeden ev ayakkabılarını koydukları çantalarına göz atıyorum. Kimde hangi meşhur mağazanın karton torbası var bakmadan edemem. Allahtan bu kez içlerinde bilmediğim bir marka yok. Öyle olursa hırslanıyorum. İçim içimi yiyor Ne zaman açılmış bu mağaza? Yurt dışında mı? Bu kadın ne zaman gitti yurt dışına? Niçin gitti? Neden duymadım?  Bu soruların cevaplarını aramaktan yoruluyorum. Kadınlardan birinin   sosyete pazarından aldığı kadife ayakkabı torbasını kullandığını fark ediyorum. İçimden Louis Vuitton ayakkabısı da çakmadır bunun deyip küçümsüyorum.

Herkes gittikten sonra kapıyı kapatıp derin bir oh çekiyorum. İşim çok. Masayı toplayıp, kalan yiyecekleri kaldıracağım ama önce halıdaki krema lekesini çıkarmam lazım. Yeni aldığım “Anway’i “de denemiş olurum. Sonra bulaşık faslı başlar. Yemek takımı, bardak, çatal ve kaşıklar elde yıkanacak. Diğerlerini makineye atabilirim. Bütün bunları hızlıca düşünürken aslında aklımda başka bir şey olduğunu fark ediyorum. Gözüm duvardaki takvime takılıyor. Bugünün tarihini yuvarlak içine almışım. Eyvah! Şimdi hatırladım. Hemen çıkmam lazım. Saate bakıyorum ve mantomu giyip BİM’in cuma indiriminden geriye bir şey- özellikle broşürde gördüğüm polar pijamadan- kalmış olmasını umarak, aceleyle sokağa çıkıyorum.

GERÇEK

Uyandığımda, Country tarzda döşenmiş donatılmış, duvarlarını modern tabloların süslediği küçük bir salondayım. Köşede bit pazarından aldığım ayaklı ayna duruyor. Salondaki en şirin parça bu ayna. Otantik kumaşları çok sevdiğim için her yerde kullanmışım. Duvarlarda nü tablolar asılı. İnsanları rahatsız etmeyi severim. Özellikle erkekleri. Bazıları çok utanır kafasını kaldırıp bakamaz, bazıları da gözlerini tablolardan alamaz. İçlerinden böyle resimler astığına rahat bir kadın, ilk buluşmada yatağa artarım bunu dediklerini bilirim. Erkeklerin bu halini seyretmeye bayılırım. Ciğerin etrafında dolanan arsız kediler gibi zavallıdırlar.

Eşyalarımın hepsi ikinci el. Yaşamış, görmüş, hikayesi olan parçalar. Mesela şu vitrin Süheyla’nın teyzesinindi. Atacakmış el koydum. Ta Adadaki yazlıktan getirttim. Biblolar öyle gibi duruyor ama antika değil. Vaktiyle Moskova ve Tiflis’teki bit pazarlarını çok gezdim. Eski sevgilim seramik sanatçısıydı. Şu meditasyon yapan Buda’yı benim için özel tasarlamıştı. Yokluğunda onu unutmamayım diye yapmıştı besbelli. Ne yalan söyleyeyim unuttum. Tibet’te geçirdiği iki yıldan sonra Hindistan’a geçeceğini haber verdiğinde beklemekten vazgeçtim. Ruhlarımız pek uyuşmuyormuş anlaşılan çakralarımı yeni aşklara açtım.

Gördüğüm yorucu düşün etkisinden olacak yataktan çıkmaya halim yok. Güya rüyada ağırladım onca konuğu ama yoruldum. Neden acaba? Stresten olabilir mi? Hiç çekemem öyle gün filan. Ruhumu daraltan, zoraki ilişkilerden nefret ederim. Misafir de çağırmam. Süheyla açığı kapatıyor nasılsa. Bugün yine “evli” bir sevgili getirmiş. Muhtemelen babası yaşında. Bekârlar dururken orta yaşlı evli erkeklerde ne bulur anlamam. Babasına duyduğu öfkeden herhalde. Aklınca intikam alıyor. Adam karısının kız kardeşiyle yatmış. Süheyla’nın teyzesi şimdi üvey annesi, kuzeni de kız kardeşi. Aile bağları iyice dolanmış ayırmak zor. Şimdi Elektra kompleksini filan bir yana bırakıp üzerime doğru dürüst bir şeyler giyeyim. Yaşlı adamın kız çocuklarına ilgisi Süheyla ile sınırlı kalsın.

Birden sırnaşık bir kedi aynı bildik huzursuzluk dolanıyor eteklerime. Kendi kendime söylenmeye başlıyorum. Hiç özgür değilim bu evde. Süheyla yetmiyor bir de sevgilileri…Daracık yerde üst üste. Çekip gitsem şuradan. Nereye, hangi parayla? Para kazanamadıkça burada kalmaya mecburum. Başka çarem var mı?

Son sergiden epey ümitliydim ama kimse nü resim almıyor. Kimi karısından korkuyor kimi sevgilisinden. Bunlar güya özgür düşünenler. Pes! Diğerleri, en azından ayıp diyor, günah diyor almıyor. Daha gerçekler. Peki, bunlar ne? İkiyüzlü pislikler! Satmak değil derdim ama para lazım. Sevdiğimden değil de tek başıma ev tutmak için istiyorum.

Düşüncelerimi kovup mutfağa yani tezgâhın olduğu bölüme geçiyorum. Salonla mutfak bir arada. Evin tek odası benimki. Nü çalışırken farklı vücutlar görsem de sabah kahvemi, heriflerin pörsümüş vücutlarına bakarak içmek istemediğimden, sevgilileri gelince- haftada en az üç gece- odayı Süheyla’ya bırakıyorum.

Cezveyi ocağa koyduktan sonra buzdolabını açıyorum. Manzara aynı. Küflenmiş peynir, kurumuş birkaç zeytin, iki yumurta, kavanozun dibinde kalan fıstık ezmesi, yarım şişe süt. Sebzelikte buruşmuş domates ve salatalık var. Şu durumda kahvaltı hazırlayamam. Açıkçası dışarıya çıkıp alışveriş yapmak da istemiyorum. Paramı idareli kullanmalıyım.

Kahvemi karıştırırken yeniden düşünmeye başlıyorum. Sergiden elime geçen ile ancak borçlarımı kapattım. Ailemin yanına dönersem tükürdüğümü yalamış olurum.  Düşüncesi bile boğuyor beni. Annem ve onun özenti hayatı. Rüyası bile boğdu. Asla olmaz! Natürmort ve manzara çalışmaya mı başlasam. Aslında eski İstanbul resimleri iyi satmıştı. Annem bile almıştı o tablolardan. Çengelköy’deki paşa dedesinin yalısı diye yutturmuştu herkese. Üç kuşak İstanbullu paşazade kızı havasına girivermişti hemen. Anneanneme söylerim diye şantaj yapıp epey parasını almıştım. Üzülmüştüm aslında. Çorum’daki o şirin köy evinin hatırası o kadar sıcaktı ki, sözde paşa dedemin boğazdaki yalısına bir türlü alışamamıştım. Ama annem unutmakta kararlıydı. Bir süre kültür şoku yaşadıktan sonra Çorumlu Ahmet Emminin Ahmet Paşalığa terfi etmesine alıştık.

Aklım yeniden karışıyor. Tablolar sıkıcıydı ama iyi para kazanmıştım Neden olmasın! Ah! Nerede kaldı gerçek özgürlük? Neden istediğim gibi çalışamıyorum, neden para diye bir şey var? Annemi dinleseydim bana bulduğu subayla çoktan evlenmiştim. Damadı da kocası gibi subay olsun istemişti ama benimkinin babamla ilgisi yoktu. Neydi o öyle? En maçosundan yürüyen bir ego. Pek sever öyle adamları. Evli, mutlu, çocuklu, hanım hanımcık bir resim öğretmeni olurdum. Yarım gün okulda, yarım gün de evde, mis gibi bir hayatım olurdu. Arada zengin kadınların portrelerini çizerdim. Paraya para demezdim. Birinden başladım mı gerisi çorap söküğü gibi gelirdi. Birbirlerini taklit etmeye bayılır bu tür kadınlar.

“Rahmetli büyük büyük dedemin portresine bakın. Ne güzel değil mi? Zerrin Hanım’ın kızı Dilara çizdi.

“Çok güzel. Benim Çerkez atalarımı da çizer mi?

“İstidattı var. Söyleyin bence. “

“Hiç yorulmayın. Ben sordum çizemem dedi. Elinde çok iş varmış. Gerçi beni araya aldı. Zerrin Hanım çok eski ahbabımdır. “

 Bu hayal beni mutlu ediyor. Neden olmasın diyorum kendi kendime?

  Maksat daha iyi sanat yapmak için para kazanmak değil mi? Kendimi yormadan alelade resimler çizer, kazandığım parayla kaliteli boyalar alırım. Tek başıma ev tutar, özgürce çalışırım. Hem parasız kalmayı sevmiyorum. Dolabın böyle bomboş olmasını, kombiyi en düşük ayarda yakmayı, suyu idareli kullanmayı, kıymayı ikiye, üçe bölerek saklamayı, hiçbirini sevmiyorum. Belki de eski sevgilim bana “küçük burjuva” derken haklıydı. Hoş elmayı dilimleyerek yediğim için böyle bir çıkarımda bulunmasına pek anlam verememiştim. Şimdi olsa ısırarak yerim ama evde hiç meyve yok.

Annemi aramayı düşünüyorum. Düşünceler üşüşüyor kafama. Kararsız kalıyorum.

Panter gibi hemen atlar üzerime. Saçını değiştir! Zerrin Hanım’ın kızı mor kafalı dedirtmem. Aman siyaha boyarım olur biter. Biter mi? Sanmam. Giysilerimi, alışkanlıklarımı, hepsini koyar önüme.  Onu yapma, bunu yap! Bunu giyme, şunu giy! Bende dinler gibi yaparım canım. Biraz tutunduktan sonra yine kafama göre takılırım. Koket teyzelere kendimi sevdirince aradan çıkarırım onu.

Kahve pişti ama hiç içesim gelmiyor. Saate bakıyorum on ikiye geliyor. Bu saatte annemin komşularıyla sabah kahvesini içtiğini biliyorum. Huzursuzum.

 Az önceki düşünce iyice kavrıyor beni, içine alıyor. Özgürlüğün ne olduğu konusunda yeterince düşünüp düşünmediğimin farkına varamıyorum ama farkında olduğum tek şey açlığım. Karnım gurulduyor. O dakika kararımı veriyorum.

Geçen gün fena sinirlendirdim kadını. Hemen arayıp gönlünü alayım. Sonra gidip saçımı siyaha boyatırım. Annemi arayayım. Boşuna görmemişim onu rüyamda. Hayırlısı olsun derler ya, bana da böyle hayrı olsun paşa karısının. Ah Zerrin! İstesen bana bir sürü sonradan görme bulursun ama illaki senin istediğin kız olacağım. Olurum, ne yapayım. Yeter ki bana geçen sefer ki gibi koca adayları bulmaya kalkma! Dün altın günün vardı değil mi? Dondurucuya mutlaka bir şeyler atmışsındır sen. Güzel bir kahvaltı yaparım. Giderken de BİM’in indiriminden uygun bir şey kaldıysa alır götürürüm, gönlü olur aristokrat Zerrin ‘in.

edebiyathaber.net (9 Mayıs 2021)

Yorum yapın