Hüseyin Avni Dede, Beyazıt’ın yaşayan simgesidir. Adresi “Tek Şekerli Çınaraltı 34450”dir. Eskiden Çınaraltı çayhanesinin bulunduğu alanın hemen yanındaki, Sahaflar’ın girişindeki, Beyazıt Kütüphanesi’nin önündeki ulu çınarın altında durur. Beyazıt’a geldik mi gözlerimiz onu arar. Çünkü orayla özdeşleşmiştir. Sanıyorum 80’lerin başından beri her gün hiç aksatmadan tezgahını açıyor, kitaplarını, eski para koleksiyonunu sergiliyor. 40 yıldan fazla olmuş.
Dede, 1964’de, 10 yaşındayken ilk tezgahını Beyazıt Meydanı’ndaki Bit Pazarı’nda sergi açmaya başladığını anlatır. Benim Hüseyin Avni Dede’yi tanımam biraz daha sonraya denk geliyor. 70’li yıllarda lisedeyken, yarım gün ders yaptığımız cumartesileri, öğleden sonra Beyoğlu’na çıkar, Çiçek Pasajı’nda bira içer, sinemaya gider, İstiklâl Caddesi’nde dolaşırdık. Taksim Meydanı’nda birçok kitapçı tezgahı vardı. Seyyar kitapçılardan biri diğerlerinden farklıydı, sadece şiir kitaplarından oluşuyordu, kitapların kapağında fotoğrafları bulunan şair de tezgahın başındaydı. Kendi şiir kitaplarını satıyor, isteyenlere imzalıyordu. Dede’nin tezgahından “Acıya Kurşun Geçmez” kitabını satın almışım. Demek ki 1976 yılı olabilir ilk karşılaşmamız.
12 Eylül Darbesi öncesi sıkıyönetim döneminde o tezgahlar dağıtıldı anımsadığım kadarıyla. Taksim’e kitapçı tezgahı açılmasına izin verilmedi.
1980’lerin başlarında Beyazıt’ta Çınaraltı’nda buluşmaya başlamıştık arkadaşlarla. Hüseyin Avni Dede’nin tezgâhı da biraz ilerideki ulu çınarın altındaydı. Gelip geçerken selamlaşıyor, tezgahındaki kitaplarına bakıyorduk. Daha sonra her gün Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ndeki Erenler Kıraathanesi’ne gitmeye başlayınca Basın Yayın yüksek Okulu’ndan Medrese’ye giden yol Dede’nin tezgahının önünden geçerdi. Okula giderken durur, soluklanır, sohbet ederdik. Cep telefonu henüz icat edilmediği için aynı zamanda buluşma yerimiz, haber kaynağımızdı tezgâhı. Mutlaka tezgahın arkasına, yanına davet eder, hemen bir çay ikram ederdi. Bir çay içimi sohbet eder, günün haberlerini, kimin gelip geçtiğini öğrenirdik. Dede’nin iyi bir huyu da herkesi birbiri ile tanıştırmasıdır. Birçok arkadaşımla olduğu gibi Enver Ercan’la da Dede’nin sayesinde tanıştık. Enver o zaman ilk kitabını kendi olanaklarıyla yeni çıkarmıştı.
O yıllarda gündüzleri Çınaraltı’nda tezgah açtıktan sonra geceleri de İstiklâl Caddesi’ne çıkardı. Bazen ben de eşlik ederdim kendisine. Ağa Cami’nin sokağında Kürt böreği yedikten sonra Çiçek Pasajı’nın girişindeki biracıda ayakta birkaç bira içer, kitap satışı için uygun saati beklerdik. Kepenklerini indirmiş Tokatlıyan Pasajı’nın girişinde açardı tezgahını. Meyhanelerde demlenip evlerine dönenler olurdu müşterileri. Müthiş nezaketiyle herkesle sohbet eder, isteyenlere kitaplarını imzalardı. Zaten çoğunluk Dede’yi tanırdı ve yeni kitabın çıktı mı, diye sorarlardı. Kitaba göz gezdirip almayanları “Dostlar, gördüğünüz bu boş sayfayı kopartın ve iyice kaynatıp kesme şekerle karıştırıp için… Ne başınızda ağrı, ne midenizde ülser ne de böbreğinizde taş kalır” diye ikna ettiği anekdotu da o günlerden kalmadır. On binlerce şiir kitabını bizzat kendi sattı. Sanıyorum Türkiye’nin en çok kitap imzalayan şairlerindendir.
Adnan Özer, Üç Çiçek Yayınları’nı kurmuş, şiir kitapları yayınlıyordu. Okurlar arasında oldukça ünlü olmasına rağmen şiir çevrelerinde pek tanınmayan Dede’nin seçme şiirlerinden kitap yapma fikri oluşmuştu.
“Keman Çalan Ölüler”in dizgisi yapılıp, baskı hazırlıkları sürerken hemen her akşam buluşuyorduk Dede’yle. Hüseyin Avni Dede geç kalmış bir hippi’dir. Uzun saçları ve göbeğine inen sakalı ile bu görünümünü hâlâ korur. Kitabın baskısını yapacak matbaa Sultanahmet’e yakındı. Sanırım bunun da etkisiyle bir zamanlar Dede’nin de takıldığı, hippilerin efsane mekanı Lale Puding Shop’a gitmeye başlamıştık hemen her gece. Sultanahmet hâlâ turist kaynıyordu ve birçoğu geçmişe özlemle geliyordu buralara. Dede de bize eski günleri anlatırdı. Kitap 1985’de yayınlamış, demek ki 1984 sonlarında yaşanmış bu buluşmalar.
Daha sonra Londra’da yaşayan kız kardeşinin de desteğiyle şiirlerinin İngilizce’ye çevrilip Türkçe – İngilizce iki dilli olarak basılması sırasında da bu buluşmalar sürmüştü. Şiirleri bir çok Türk şairi çevirmiş olan İngiliz şair Richard McKane çevirmişti. Dede’nin hayalinde Londra’ya kız kardeşinin yanına gitmek ve Trafalgar Meydanı’nında tezgah açmak vardı. Londra’ya gitti ama beklediği ortamı bulamamış olmalı ki çok kalmadan geri döndü. Ama şiirleri İngilizce’ye çevrilmeye devam etti. Sanıyorum tüm kitapları İngilizce olarak yayınlandı.
1989’da yurtdışına çıkmam gerektiğinde koleksiyonunu yaptığım çok az sayıdaki eski para ve kartpostalları Dede’ye hediye etmiştim, satar değerlendirir, diye. Üç yıl sonra, daha ilk buluşmamızda omuzunda hep taşıdığı çantadan emanetleri çıkarmış, bana teslim etmek istemişti. Vefakârdır, emanete hıyanet etmez.
90’lı yıllarda işyerlerimiz Cağaloğlu’ndan Beyoğlu’na kayınca görüşmelerimiz seyrekleşmeye başlamıştı. Yine de Beyazıt’a her gidişimde Dede’ye uğramadan geçmezdim. Ellerinde kitap paketleri bir yerlere giderken İstiklâl Caddesi’nde karşılaşıyor, kısa da olsa sohbetler ediyorduk.
Daha sonra İstanbul Şiir Festivali’ni düzenlerken 2010 yılını İstanbul şairlerine ayırdık. Tabii ki Dede de konuğumuz oldu. Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi’nde yapılan açılışta sahneye yanında Nasrettin Hoca ile çıkmıştı. Hoca’yı canlandıran arkadaşına yolda rastlamış, onu da getirmiş. Böyle dost canlısıdır.
Çınar oradaydı, Dede altında tezgahını açıyordu ama belediye başkanları sürekli meydanla oynuyordu. Oynuyordu diyorum, çünkü hemen her yeni belediye başkanı illa meydanda bir düzenleme yapıyor, bu düzenlemede de mutlaka meydanın simgelerine dokunuluyordu. Çınaraltı çay bahçesi birkaç kere kapatılıp açıldı, sonunda tamamen ortadan kaldırıldı. Dede’yi de rahat bırakmıyorlardı. Zabıtanın diğer seyyar satıcılarla birlikte kendisine de tezgah açtırmadıklarını o yıllardan beri anlatır.
Zamanla bu tacizler arttı. Dede olanca nezaketiyle durumunu anlatmaya çalışsa da kimseleri ikna edemedi. Zabıta sık sık baskın yapıp Dede’nin kitaplarına, eski paralarına el koymaya başladı. Dede’yi maddi zarara uğratmakla kalmadılar, moralini de bozdular. Aylarca tezgah açamadığı oldu. Yine de sabırla çınarın altına geldi ve sessizce yetkilerin insafa gelmesini bekledi. Tabii, Dede’nin yokluğu başta onu sevenleri, İstanbullularca fark edildi. Basında defalarca haberleri, röportajları çıktı. Sosyal medyada tepkiler çığ gibi büyüdü. 2015’de “Beyazıt Çınaraltı’nın emektarı Hüseyin Avni Dede’nin kitaplarını ve eşyalarını imha etmeyin” çağrısıyla yapılan imza kampanyasına 5 günde 31 bin 329 kişi imza vermişti.
2010 başından beri her iki yılda bir Dede yerinden edilmiş, sonra da tepkiler çoğalınca tekrar yerine davet edilmiş. Sinir harbi gibi bir şey. Ama bir şey değişmemiş. Bir süre sonra yine zabıta müdahale etmiş. Bir uğradığımda tezgah açtırmadıkları için kitaplarını yeleğine asmış, öyle satmaya çalışıyordu.
2018’den beri de düzenli olarak sergi açamıyor. Zaten meydan da kim bilir kaçıncı kez düzenlendiği için mezbelelik gibi. İşin ironik yanı İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Dede’yi ve durumunu ele alan yazılara kendi dergilerinde yer verse de bir şey değişmiyor (Eylül 2020, Çınar ve “Dede” (istdergi.com). Geçen yıl, bu yazı yayımlandığı sırada, 29 ağustos 2020’de yine Beyazıt’ta karşılaştığımızda durumda bir değişiklik yoktu. Dede sabırlı bir adamdır, umudunu hiç yitirmez neyse ki, “Ekrem İmamoğlu durumdan haberdar, meydan düzenlendikten sonra eski yerime geçeceğim” diyordu. En son geçen ay Hüseyin Avni Dede’den haber aldım; “Hemen her gün Beyazıt’a geliyor, ama tezgah açamıyor.” Çünkü hâlâ meydan düzenlenmesi bitmedi ve bitmeyecek gibi.
Metin Celâl – edebiyathaber.net (2 Haziran 2021)