Bir mülteci kampında yaşayan ve babası tarafından zincirle bağlanan altı yaşında bir kız çocuğu… Gazetecinin, “neden bağlısın” sorusuna, “babam çocuklarla oynamama izin vermiyor” yanıtını verir. Aç bırakılan kız çocuğu bu işkenceden kurtulduktan sonra uzun süren açlığın etkisiyle o kadar hızla yemek yer ki, boğularak ölür. Adı Nahla Osman. Tıpkı yıllar öncesinde kıyıya cansız bedeni vuran Aydan bebek gibi o da Suriyeli… Hayatı yaşamadan biten bu çocuk, insanlığın o unutkan belleğine bir tokat atar adeta… Birleşmiş Milletler raporuna göre; dünya genelinde 821 milyondan fazla aç insan olduğunu bilen insanlığın belleğine… “Adına yoksulluk dediğimiz şey, yokluktan değil; çokluktan kaynaklanır. Hakkına razı olmayanların çokluğundan.” der Knut Hamsun.
“Tanrı, bana parmağını değdirdikten sonra beni salıvermiş, bir daha bana dokunmamış.” diyen Andreas’a ses olur Hamsun, Açlık romanında. “Yumruğunu yemedikçe kimsenin bırakıp gitmediği o garip şehirde, Kristiania’da aç sefil sürtüyordum o günlerde…” diye başlar hikâye. Ünlü bir yazar olma sevdasıyla Kristiania’ya (Oslo) gelen genç yazar Andreas’ın açlık ve sefaletle olan mücadelesidir anlatılan.
Yazdığı yazılardan kazandığı parayla geçinen, derme çatma pansiyonlarda yaşayan, işler yolunda gitmediğinde parklardaki banklarda uyumak zorunda kalan Andreas; karnını doyurmak için sahip olduğu eşyaları teker teker satar. Buna rağmen açlıktan kurtulamaz. “…İnsanın birazcık ekmeği olsa! Sokaklarda ısıra ısıra gidebileceği bir küçük çavdar ekmeği! Hem yürüyor hem de bu en iyisinden çavdar ekmeğini hayal ediyordum; şimdi yemesi ne hoş olurdu! Açlık iflahımı kesiyordu; ölmeyi, yok olmayı özledim, duygulandım, ağladım sefaletim bitip tükenmek bilmiyordu!” Hamsun, kahramanının çektiği açlık duygusunu (Nobel ödüllü yazarın adını duyuran bu eseri kendi hikâyesidir aslında) çok gerçekçi ve yalın bir dil kullanarak okura anlatır; okur, açlıkla yüzleşir ister istemez.
“…Gözlerim açık, tavana dikili yardımsız, ölüyordum işte. Derken işaret parmağımı ağzıma sokup emmeye koyuldum. Beynimde bir şey kıpırdamaya başladı; alttan alta yol bulmaya çabalayan bir esinti idi bu; parmağımı ısırıversem? Hiç düşünmeden gözlerimi yumdum, dişlerimi bastırdım. Parmağımdan hafif kan sızdıkça yalıyordum bu kanı. Acımıyordu, yara da önemli değildi pek. Bense birdenbire kendime gelmiştim.”
Açlıktan zihnini toplayamaz bir halde isyan eder Andreas; “Yaşamak, başkaları kadar benim de hakkım değil miydi? Tembel miydim? İş bulmak için didinmemiş, üniversite derslerine devam etmemiş, gazete yazıları yazmamış, gece gündüz deli gibi okuyup çalışmamış mıydım? Bütün bu olup bitenlerden, artık hiçbir şey anlamaz olmuştum, hiçbir şey!” Günlerce hiçbir şey yemeden ayakta kalmaya çalışan kahramanımız; ‘Bedava yaşıyoruz, bedava/Hava bedava, bulut bedava/Dere tepe bedava’ diyen Orhan Veli’ye yanıt verir sanki ‘Ciğerlerim ne yapsın bu havayı?’
İnsan neden yazar tüm bunları? Tezer Özlü ’ye göre; “Dünya acılı olduğu için yazar. Duygular taştığı için yazar. İnsanın kendi zavallılığından sıyrılması çok güç bir işlemdir. Ama insan bir kez bu zavallılıktan sıyrılmaya görsün, o zaman yaşamı kendi egemenliği altına alabilir. İşte böylesi bir egemenliği bir iki kişiye daha anlatmak için yazı yazılır. Çünkü insanın kişisel özgürlüğü, kendi dünyasına egemen olmasıyla başlar.” Hamsun’un edebi yolculuğa başlama hikâyesinin gerekçesi de budur bir bakıma. Yoksulluğu, iletişimsizliği ve kişisel acıları kahramanıyla dile getirir. Değişmeyen gerçekliğin, toplumsal çürümenin, iletişim eksikliğinin bir yansımasıdır hikâye. Nahla ve Aydan bebeği sığdıramayan, vicdanı olmayan dünyanın yansıması… Bizi sarıp sarmalaması gereken evimizin neresi olduğu sorusunu sormamıza neden olan…
“Evim nerede bilemiyorum. Belki de ben şu satırları yazarken İngiltere’deki her şeyim yakılıp yıkıldı, kül oldu. Tekrar oralara dönebilecek miyim, dönmek isteyecek miyim? Bereket versin kâğıt ve mürekkep henüz bulunuyor. Şu sıralar yaşamımı yaşayacağıma onu kâğıtlara karalıyorum…” der Zweig. Yaşadıklarını kayıt altına almaktan vazgeçtiğinde ise bu katlanılmaz bulduğu dünyadan trajik bir şekilde ayrılır zaten. Zweig’ın tersine gemiye binerek şehri terk eder bizim kahramanımız. Kendini doyurabilecek yeni bir dünya arayışı içerisinde Kristiania’ya ‘şimdilik hoşça kal’ diyerek…
Bir sabah, bir genç, elindeki kitabı bir evin önüne bırakıp sessizce uzaklaşır. Bir süre sonra biri daha kitap bırakır aynı yere. Sonra biri daha, biri daha, biri daha… Kitaplardan tepe oluşur evin önünde… Ne bir arbede yaşanır, ne de kötü bir laf edilir. Kitapları sessizce bırakıp dağılır kalabalık. Evin sahibi tüm bunları penceresinden izler; her gün evinin önünde biriken, büyük bir yığına dönüşen kitaplar onun kitaplarıdır çünkü. Gelenlerse kendisinden vazgeçen okurları… Camdan onları büyük bir mutsuzluk ve pişmanlıkla izleyen ise; Norveçli yazar Knut Hamsun… Dünyada yapılmış en etkili protestolardan biri olarak tarihe geçer bu olay. Nazi taraftarlığı yapan ve Norveç’in Almanlar tarafından işgaline tepki göstermediği için cezalandırılan, yazdıklarıyla çelişen Hamsun pişman, mutsuz ve utanç içinde yumar hayata gözlerini…
Bir başka zaman dilimi… Bir otelin önünde öfkeli bir kalabalık… Öyle kızgınlar ki… Tanrının yolunda olduklarını söyleyip onun rolünü çalarak 35 kişiyi diri diri yakacaklar… Gözü dönmüş bu canilerin öfkeleri buna rağmen dinmeyecek… Aralarında Asım Bezirci, Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Metin Altıok ve Hasret Gültekin‘in de bulunduğu bu insanların suçu ne peki? Onlar gibi düşünmemek mi? Suçlu olduğu mahkeme tarafından kesinleşen Hamsun’u ve ona yapılan protestoyu düşününce…
Okuduğumuz kitaplardan, yaşadıklarımızdan alacağımız çok ders var. Sel sularının çekildikten sonra bıraktığı pislikler gibi her şey ortadayken öfkeleniyoruz biraz… Sonra… Bellek, zaten unutkanlık hastalığında… Okuduğumuz haberdeki Nahla’yı, açlıktan parmağını ısıran Andreas’ı, kıyıya vuran cansız bedeniyle Aydan bebeği, yakılan aydınlarımızı, bir protestonun nasıl yapılacağını gösteren gençleri… Hepsini unutmaya programladığımız belleğimize hapsediyoruz… Yüzleşmekten korkarcasına… Birbirimize tahammülsüzlüğümüzü tetikleyen sistemin ördüğü duvarlar arasında, Nahla’ya bir parça ekmek vermeyen seyirci koltuğundaki bu dünyanın içinde dolanıp duruyoruz.
Bu dünya denilen gezegen bizim evimiz değil miydi? Evimiz… Sığınağımız, korunaklı alanımız… Peki, böyle bir gezegen bizim evimiz nasıl olacak? Değilse nerede o zaman bizim gerçek evimiz…
Kaynak:
https://tur.mainstreetartisans.com/4048611-hamsun-knut-biography-and-creativity
Knut Hamsun, Açlık, çev. Behçet Necatigil, Varlık Yayınları.
Havanur Taflan – edebiyathaber.net (9 Haziran 2021)