Vazgeçemedin ondan biliyorum. Yine sana dönecekti, kuşkun yoktu. Karşında duracağı ânın hayalini kurmaya doyamadın…
Yolda, parkta, çarşıda, sinemada, spor salonunda, neresi olduğunu hatırlayamadığın mekânlarda hep onu aradı gözlerin. Omuzları dik, çenesi gamzeli, çapkın bakışlı kumral adamları dikizlerken çoğu zaman lekeliydi gözlük camların. Ona benzeyenler içini cız ettirdi. Arkasından, profilinden iyi göremediklerinin peşini bırakmadın; hamleler yaptın, görüş açını değiştirdin, ayakların yönünü şaşırdı, nabzın hızlandı, dudakların kurudu. Karşılaşma ihtimalinin sarhoşluğuyla sendeledin. Umduğunu göremeyince yüreğindeki sızıyı dindirecek teselli bulamadın. İçinde açılan derin, karanlık çukura bıraktın kendini. Boy vermiş hüsranlarının arasına gizlendin. Yine sana geleceği ânı kutsayarak bekledin.
Alışverişin ışıltılı kolları çekip çıkarmasa nefes almayı bile unutacaktın çukurunda. İyi ki cazibesine kapıldığın vitrinler vardı. Para harcadıkça, sahip oldukça içinde ılık ılık dolaşan hazla gevşiyordun. Hatta kısa süreliğine onu bile aklından çıkarıyordun. Tam da alışverişin keyfine varmışken aniden yüzünü yakalayan bir aynayla allak bullak oluyordun. Kendini hatırlıyordun. Tiklerin harekete geçiyor, birbiri ardına ağzın yamulup burnun kırışıyordu. Hüzünlü ve tedirgin bakışlarına takılıp kalıyordun bir süre. Gözünün önünde sıraya girmiş anılarından bazılarına “Git,” bazılarına “Kal,” diyordun. Onu alışverişe sürüklediğinde nasıl direndiğini, hoşlanmadığı yerlerde nasıl somurttuğunu hatırlamak istemiyordun. Seni ıslatan, ayakkabının tekini aratan, uyuklarken saçını burnuna sokan eşek şakası cinsinden şakalarına da hiç gülesin yoktu. Oysa sarıp sarmalarken kulağına fısıldadıkları, çapkın gülüşleri, yumuşakça tenine dokunan dudakları, damarlarının coşkulu çağıltısı, yakıcı sıcaklığı, sakinleştiğinde çocuk masumiyetiyle uykuya dalışı, serenatları, saçlarını okşayan elleri, kokusu, baştan çıkarıcı mesajları hep aklında kalsın istiyordun.
Kahveni yudumladığın alışveriş merkezinde masaya çıkardığın telefonunun ekranı aydınlanınca tek taş yüzüğün parladı. Sekreterin mesajında diş ağrılı bir hasta geldiğini yazıyordu. Telefonu çantana koyup toparlandın. Yeni aldığın elbise ve ayakkabı torbalarını yanındaki sandalyeden alıp acele ile otoparka indin. Son model arabana bindin. Güya gelin arabası yapacaktın. O ay ödeyeceğin taksiti düşünüp sürdün. Düğün için hâlâ umudun var mıydı? Aileler ve yakın akrabalar arasında söz kesilmiş, en kısa zamanda düğün kararı alınmıştı. İki ay geçmeden, “Bu ilişki yürümez,” deyip ayrılmak istemesine inanamamıştın. Aklına yeni mi gelmişti? Nerede hata yaptığını düşünmekten kurdeşen döktün. Uyku uyuyamaz oldun. Baban hayatta olsa arkanda durur, üzülmene izin vermezdi. Annenden o kadar emin değildin, seni suçlayacağından çekiniyordun. Birinin seninle evlenmek istemesine bile şaşırmış gibiydi zaten. Buna rağmen düğünle ilgili bir sürü şart öne sürmüş, olur olmaz şeylere burun kıvırmıştı.
Yeminle “Başkası yok,” demişti “ama seninle de olmaz.” Nedenini anlamakta zorlanıyordun. Konuşmasına önceden hazırlanmış gibiydi. “Ailen varlıklı, benimkileri küçümsüyor. Annene yaranamıyorum bir türlü. Sen ne istersen sahip olmaya alışmışsın. Ben yönetilecek, kıvama getirilecek bir adam değilim. Yanılmışım, geç olmadan ayrılalım.” “Peki,” diyordun “aşkımız, sevgimiz ne olacak, bunca zaman bana kurdurduğun hayaller, aramızdaki ilişki ne olacak?” Sana çok uzun gelen saniyeler boyunca suskun kalıp özür diliyordu. Çok kızgındın ona, “Def ol, git, bir daha karşıma çıkma,” demiştin. Yüzünde atan tiklerle boğuşmaktan göz yaşı bile dökememiştin. Başına gelene inanamıyordun. Aklında bin bir türlü komplo ile uykularını delik deşik ettin. Kendini kullanılmış, duygularını yaralanmış hissettin. Ailene duyurmadın. Öğrenirlerse ona zarar verecek iki evli ağabeyin vardı. Aklını başına toplar, senden iyisini bulamayacağını anlar, dönerdi. Evlilik korkusu yaşamış olmalıydı. Evet, evet dönerdi, pişmanlıkla, utanarak, sana kendini affettirmek için etrafında dört dönerek. Telefonun her çaldığında umutlandın. Gün geçtikçe yokluğu daha ağır geldi. Taktığı yüzüğü bile çıkaramadın parmağından. Nasıl olsa dönerdi, sensiz yapamazdı. Karşına çıkmaktan çekinse de gönlünü almakta zorlanmayacağını, bir tatlı sözünün yeteceğini bilirdi.
Aradan bir buçuk ay geçti, hâlâ ses seda yoktu. Telefonu kapalıydı. Meraklanıp çalıştığı ilaç dağıtım şirketini aradın. Yerinde olmadığını söyledi telefonu açan. “Hasta falan mı?” dedin endişeyle. “İş seyahatinde,” diye cevap verdi. Yakın iş arkadaşını telefona istedin, biraz bekleyip kendini yok dedirttiğini hissettin. Boğazın düğümlendi. Hırslandın. Başka ortak arkadaşlarınız aracılığıyla izini sürdün. Sonunda deniz kenarında tatil yaptığını, yorgunluk ve stres attığını öğrendin. Sakinleşince gelirdi, evet, evet dönüp geleceği yer tabi ki senin yanındı.
Muayenehanende bekleyen genç kızı dişçi koltuğuna aldığında önlüğünü, maskeni, eldivenini takmış, ağız içi kamerayı hazırlamıştın. Alt çenesinde çürümüş yirmi yaş dişini gösterdin genç kıza, çekilmesi gerekiyordu. Davye takımından seçtiğin kerpetenle dişe asıldığında kız havayı tekmeleyip eline yapışınca durdun. Hazır değildi. Biraz dil döküp tekrar güçlü ve hızlı bir manevrayla çıkardın dişi. Çekip almıştın işte, derdinden kurtarmıştın. Biraz soluklandığında kendi derdinden de kurtulacağına dair umutlandın.
Masana geçip ödenmesi gereken faturaları inceledin. Bir tanesi dikkatini çekti. Gitmeden önce ona yaptığın köprü dişin zirkonyum kaplama malzeme ve kalıp faturası henüz ödenmemişti. Kenara ayırdın. Aramak için haklı bir nedenin vardı. Borcunu kapatmamıştı. Yine de elin telefona gitmedi. Tanıştığınız günü düşündün. Gamzeli çenesini tutarak muayenehanene gelişini. Uzandığı dişçi koltuğunda gözlüğünün camını yok sayan gözlerinizin birbirine kenetlenmesiyle hayatına girişini. Ona karşı o güne kadar başka erkek arkadaşlarınla hiç yaşamadığın bir yakınlık ve heyecan duyuşunu. Daha sık sana gelmesi için yollar arayışını. Diş tedavileri için kimseye yapmadığın indirimler, jestler yapışını. En kısa zamana randevular verişini… Dişinde ne kadar çürük, tartar, vs. varsa elden geçirdin. Ara sıra heyecanlanıp gerildiğinde yüzünü hareketlendiren tiklerden çok rahatsız oldun ama o hiç farkında değilmiş gibi davrandı. Bakışlarından senden hoşlandığı anlaşılıyordu. Artık diş hekimine gelmekten çekinmediğini, ellerinin maharetine çok güvendiğini, şefkatli ve sevecen yaklaşımına hayran kaldığını, seni daha yakından tanımayı istediğini söyledi. Birlikte yemeğe çıkmayı teklif ettiğinde hiç nazlanmadan “Olabilir,” dedin. Hastalarından gelecek çıkma tekliflerine tamamen kapalı olmana rağmen o başkaydı, hissediyordun, gelip geçici bir isteğe benzemiyordu. Belki de hiç olmaz sandığın büyük aşkındı.
Buluşmalarınızın sayısı ve sıklığı ile birlikte yakınlığınız da arttı. Yaşadığı daireye gittin. Evini kendi evinmiş bildin, nasıl olsa evlenecektin. Her an beklediğin evlenme teklifi için adımlar attın, yol gösterdin, başkalarından örnekler verip kinayeler yaptın. Kravatını bağladın, çorbasını pişirdin, ütüsünü yaptın, çoraplarını yıkayıverdin; kendi evinde elini sürmeyeceğin işlerini kotardın. Bir yılı buldu tek taş yüzüğü takması. Sözlenir sözlenmez aşk sarhoşluğundan ayılıp gelinlik, düğün, ev eşyası hayallerine daldın. Listeler yaptın, dergiler karıştırdın. Kırkına merdiven dayadığından artık evleneceğine dair ümitleri azalan ailene, arkadaşlarına, üstelik kendinden beş yaş küçük bir adamla evleneceğin için caka sattın. Yıllardır çok derinlere attığın heveslerin birer birer uçuşarak açığa çıktı. Aklın fikrin gelinlik modellerindeydi. İrili, ufaklı, sararmış, çürümüş dişleri muayene ederken otomatiğe bağladığın ellerinin arasında beyaz zambak gelin çiçeğini düşlüyordun.
Sekreterin, yirmilik dişini çektiğin genç kızın gitmeden önce senin için bıraktığı katlanmış bir not kâğıdı getirdi. İmalı bakışından nota göz attığı anlaşılıyordu. Zarfa bile konmamıştı. Ne kaba bir hareketti. Genç kızın ablası yazıyordu. Önce kız kardeşine yardımın için teşekkür ediyor, sonra seni gıyaben tanıdığını ve eski sözlünle nişanlandıklarını duyuruyordu. Onun peşini bırakmanı istiyordu. Senden önce de sevgili olduklarını, birbirlerini unutamadıklarını, çok sevdiklerini ve evleneceklerini bildiriyordu. Kâğıdı küçük parçalar halinde hızla yırtıp attın yere; toplamasını, çöpe atmasını ve bir daha sormadan kimsenin notunu falan almamasını haykırdın sekreterin suratına. Yüzündeki tikler iyice çığırından çıkmıştı.
Gözlüğünü çıkarıp lekeli gözlük camlarını temizledin. Sersemlemiştin. Kaybolup içindeki karanlık çukura gizlenmek istiyordun. Masanda kenara ayırdığın faturaya gözün kaydı. Ürkek bakışların rakamların gücünden cesaret alarak değişmeye, avına hazırlanan soğukkanlı bakışlara dönüşmeye başladı. Aklından geçenlere kendin de şaşırdın. Farkında olmadığın sinsi bir güç ruhuna nüfuz ediyordu sanki. Karşı koymadın.
Sonraki birkaç günü durgun ve düşünceli geçirdin. Gerekmedikçe konuşmuyor, zora gelince aniden parlıyordun. Annen ilk defa senin için endişeli görünüyordu. Telefonda “Bu kıza bir şeyler olmuş,” diye fısıldadığını duydun. Burnundan kıl aldırmıyordun, kimseye hesap vermeye niyetin yoktu. Sözlünün nerede olduğunu soranlara türlü bahaneler uydurdun.
Hazır olduğunda aradın onu. Son bir kez görüşüp vedalaşmak istediğini ama önce borç, alacak defterini kapatmaları gerektiğini söyledin. Aldığı tek taş yüzüğü iade edecektin o da diş malzemelerinin faturasını ödeyecekti. Muayenehanende buluşmayı teklif ettin. Gün ve saat konusunda anlaştınız.
Kapıyı açtığında karşında duruşu yüzlerce kez hayal ettiğinden çok farklıydı. Tereddütlü ve sıkıntılı bir hali vardı. Hesap vermeye hazırlanmış gibiydi. Onu sıcak bir gülümsemeyle karşılayarak rahatlattın. Madem ilişkiniz yürümedi, iki dost olarak kalabilirdiniz. Çekinmesine gerek yoktu, düşünüp ona hak vermiştin. Sekreterinin izinli olduğunu, sevdiğini bildiğin vişne suyu ikram edeceğini söyledin. Onun bardağına önceden hazırladığın ağır bir uyku ilacı katmıştın. Rahatladı. Komik bir iki olay anlattı. Kahkaha atarak karşılık verdin. Sen de ona evde annenle çekişmeni, kargodan yanlış gelen pantolon hikayeni anlattın. Sonra kutusuyla tek taş yüzüğünü verdin. Almak istemedi ama ısrar ettin. O da faturanın parasını nakit ödedi. Teşekkür edip diş ünitesinin olduğu odaya davet ettin. Gitmeden son bir kez dişlerini kontrol edeceğini söyleyip hasta koltuğuna uzanmasını, rahatına bakmasını istedin. “Bir telefon görüşmesi yapmam gerekiyor, biraz bekletebilir miyim?” dedin. “Olur, tabii ki,” dedi.
On beş dakika sonra eldivenlerini takıp döndüğünde koltuğa yayılmış esniyordu. Ağız ekartörü ile ağzını açık tutup, hazırladığın enjektörle alt damağına anestezik iğne yapıverdin. Kocaman açılmış soran gözlerine “İşlem yaparken canın yansın istemezsin,” dedin. Sol alt çenede bir köpek, iki azı dişin köprüsüyle işe başladın. Ne çok özenmiştin, kalıbı iyi olsun, rengi doğal olsun diye. Asılıp yerinden çıkardın. Konuşmak istedi, garip sesler çıkardı. “Bunu tekrar elden geçirmek gerekir,” dedin. Tezgâhın üzerindeki metal kabın içine koydun. Koltuğunu biraz daha yatırdın, gözlerini açık tutmakta zorlanıyordu. Tezgâhın çekmecesinden koli bandını alıp arkasına geçtin. El çabukluğuyla üç tur dolayıp gövdesiyle kollarını koltuğa yapıştırdın. Bacaklarından güç alarak gövdesini öne itmeye, kurtulmaya çalıştı. Dizlerinin üstüne ters oturup bacaklarını da koltuğa yapıştırdın. Gözleri yerinden fırlayacak gibi açılmıştı. Anlaşılmaz yüksek sesler çıkarıyordu. “Sakin ol,” dedin duygusuz, robotik bir tonla “işimi rahat yapmaktan başka niyetim yok.” Yalvaran bakışları tiklerinin bile çıkmaya cesaret edemediği donuk yüzüne çarpıp düştü.
Kullanacağın alet tepsisini, küvetini, pamuk tamponları hazırladın. Işığı yaklaştırıp ağzının içine baktın. “İşte buradalar,” dedin “emek emek yaptığım dolgu dişler.” Sağ altta üç azı, yukarda iki azı dişiydi. “Bunları çekmeden hesabı kapatamayız.” Bütün gücüyle vücudunu sarstı, koltuk zelzele olmuş gibi sallandı. Sen de hani derler ya deli kuvvetiyle, işte öyle asıldın dişlere. En çok sağ alttaki üçüncü azı dişinde zorlandın. Ağız kenarlarından kan akıyordu. Son dişi de çekip kabın içine attıktan sonra karşısına geçip baktın, çürük bir diş gibi göründü yüzü. Ağız ekartörünü çıkardın, plastik tükürme bardağını uzattın gamzeli çenesinin altına. “Ne yaptın sen?” dedi. Ağzı yüzü perişan haldeydi. Steril ağız gargarası içirip çalkalattın. Pamuk tamponları sıkıştırdın. Tezgâhın çekmecesinden bir makas alıp eline tutuşturdun. “Ben eve gidiyorum. Çıkarken kapıyı çek. Şikayetçi olabilirsin, her şeyi göze aldım,” dedin.
Son model arabana bindiğinde ellerin yorgunluktan titriyordu biraz. Derin bir nefes aldın. Derdinden, tasandan kurtulmuştun işte. Yola çıktığında eve gitmek için erken olduğunu fark ettin. Fırsat varken doğru alışveriş merkezine sürdün arabanı.
edebiyathaber.net (22 Haziran 2021)