Söyleşi: Esra Açıkgöz
Çocuk kitaplarıyla tanınan Şeniz Baş’ın ilk romanı Kahraman ve Cellat raflarda yerini aldı. İthaki Yayınları’ndan çıkan kitapta, bir ailenin hikayesini küçük bir kızın büyüme serüveni üzerinden anlatıyor Baş. Alkolik, eşine ve çocuklarına şiddet uygulayan bir baba, yeterli destek mekanizması olmadığı için hapsedildiği sıkışmışlıktan çıkamayan bir anne ve bunların arasında hayatta kalmaya çalışan üç çocuğun hikayesi, bu. Aslında gerçek hayatta hepimizin şahit olduğu bir yaraya temas ediyor Baş. İstiyor ki, o daha görünür olsun, kol kırıldığında, yen içinde kalmasın. Şiddete, haksızlığa şahit olup da yüz çevirmenin yalnızca suça ortaklık etmek olduğunu daha çok insan görsün. Üstelik bütün bunları akıcı ve samimi bir dille yapıyor. Kurduğu atmosferle bizi tanık olmaktan çıkarıp ailenin bir üyesi haline getiriyor. Şeniz Baş ile yazarlık macerasını, Kahraman ve Cellat’ı, kitapta tartışmaya açtığı aile kavramını konuştuk.
Hayatın her alanının kendine özgü bir matematiği var. Hem edebiyat, hem işletme eğitimi almış biri olarak, sizin için de yazının bir matematiği var mı?
Çok matematiksel çalıştığımı söyleyemem. Elbette kurgunun bir matematiği var ama her yazarın tekniği, anlatım şekli bulunuyor. Ben hikâye kafamda oluşmaya başlayınca notlar alıyor, temeli atıyorum. Sonra kafamda hikâye ve karakterler dönmeye başlıyor. Hikâyenin başı ve sonu önemli benim için, arada gelişecek olayları onlar belirliyor çünkü. Bazen sondan başa bazen baştan sona gidiyorum. Birkaç unsuru hep önümde tutuyorum: Karakterlere ya da anlatıcıya kendi sesini ve zihnini verebildim mi yoksa yazar mı konuşuyor? Kurgunun gerektirdiğinden fazla yazdım mı? Hikâyenin temasını aktarabildim mi? Son olarak da ben bunu okur muydum yani okuma zevkini tattırıyor mu?
OLDUĞUM KİŞİYİ ÇOCUKKEN OKUDUKLARIMA BORÇLUYUM
Yayıncılık sektöründe birçok alanda çalışmışsınız; yayınevi ortaklığı, editörlük… Bu deneyimler yazma serüveninizde size nasıl yardımcı oldu?
Yayıncılığın arka tarafını yazar göz önünde bulundurmamalı. Orası kültürel olduğu kadar ticari kaygıların ve faydaların gözetildiği bir yer çünkü. Editörlüğümün ise bazen faydası oldu, bazen de elime ayağıma dolandı. Hikâyenin, kurguya dönüştürülmesi aşamasında neye ihtiyaç olduğunu fark etmek, fazlalıkları atabilmek, eksikleri hızlı görebilmek adına çok işime yaradı. Metnin bu anlamda epeyi temiz ve sade olduğunu düşünüyorum. Ama bir türlü bitti diyemememe neden oldu, “Şunu deneyebilir miydim, bunu yapabilir miydim?” derken bir sene elimde döndü durdu. Birkaç kere kendimi, “Senin bu metin için yapacakların bitti, hadi kabul et” diye ikaz ettim. Sonra da beni durdurmaları için yazar ve okur iki arkadaşıma gönderdim. Onlarla da teyitleşince rahatladım.
Kitap yazma yolculuğunuz çocuk kitaplarıyla başlıyor. İlki “İkizler Çetesi” 2017’de yayınlandı. Sonra 11 çocuk kitabına daha imza attınız. Neden çocuk kitabı yazarak başladınız bu yolculuğa?
Çocukluk dönemi benim okur, yazar, yayıncı ve bir insan olarak her zaman odağımdaydı. Lisans bitirme tezim de “Çocuk Yayıncılığında Süreli Yayınlar” üzerineydi. Çocuk yayıncılığı yapan yayınevlerinde de çalıştım. Dolayısıyla bir bilgi birikimi oluştu ama asıl itici güç kendi çocukluğum oldu. Çok okuyan bir çocuktum, kitaplar bana başka yaşamların mümkün olduğunu, farklı fikirleri, başkalarının hayatlarını ve hayata bakış biçimlerini öğretti. Bugün neysem, olduğum şeyin önemli kısmını çocukken başladığım okuma yolculuğuna borçluyum. O zevki, güveni, sevgiyi çocuklara yaşatmak istedim.
ÇOCUKLAR DİNLEYENE ÇOK ŞEY ANLATIR
Kahraman ve Cellat, ilk romanınız. Yazılış serüveni nasıl başladı?
Bu, yazmaya başladığım ilk metindi. Etrafında iki yıl dönüp durduktan sonra ara verip üzerine düşünme kararı aldım. O esnada çocuk kitapları yazmaya başladım. Çocuklara anlatacak bu kadar hikâyem olduğunun farkında bile değildim ama art arda geldi kitaplar. Bu sırada çocukluk üzerine daha çok araştırmaya, düşünmeye başladım. Ülke gündemi de çocuk ve kadın hakları üzerine sorunlarla kaynıyordu. Kahraman ve Cellat’a dönme isteği doğdu. Bir-iki sene daha çalıştım. Pandemide eve kapanma bana kesintisiz ve odaklı çalışma fırsatı verince bitirdim.
Kahraman ve Cellat’ta çocuk kitabı yazarlığınızın etkileri de görülüyor. Mesela, annesi sürekli iş yaptığı, onları pırıl pırıl giydirmek için çamaşır yıkamaya çok vakit harcadığından Gülce’nin fazla kıyafet değiştirmediğini anlatması çok etkileyiciydi. Böylece annesinin çamaşır yerine onlarla vakit geçireceğini, daha az yorgun, sinirli olacağını düşünüyor. Tam bir çocuk zihniyle sorun çözme yöntemi. Bu algıları yakalamayı nasıl başarıyorsunuz?
Uzun süredir sahadayım ve yayıncılık gözlem yapma fırsatı da verdi. Bazı insanlar çocukluklarını hatırlamaz ama ben unutmayanlardanım. Bir yetişkinim ama hayatımın kıymetli bir dönemini unutmamış olmaktan memnunum. Bunun çok faydası oldu. Çocuklarla vakit geçirmeyi, sohbet etmeyi de severim. Neyi nasıl ifade ettiklerine, nelerden etkilendiklerine, tepkilerine, yeni kuşak jargonlarına kulak kesilirim. Onlarla yaşamayı seviyorum. Bir de sahada olmak demiştim, fuarlarda, söyleşilerde hep çocuklarlayım. Her insan gibi dinleyene çok şey anlatıyorlar.
DERDİM İKTİDARI, GÜCÜN KULLANIMINI ANLATMAKTI
Kitapta her bölüm, dönemine dokunmuş bir şarkı sözüyle başlıyor. “Kimseye etmem şikâyet”, “Bir aslan miyav dedi”, “Deniz ve mehtap sordular seni neredesin?”… Bu hikâyeler müziklerini nasıl buldu?
Onlar, beni seçtiler desem biraz mistik olacak ama öyle. Stars ve Üzgünüm Leyla aklımdaydı, onları metne yerleştirecektim. Bilmiyorum bu tercihimin etkisi mi oldu, bölümleri yazarken başlıklara iz olsun diye koyduğum şarkılar aklımda, zihnimde dönmeye başladı. Güya sonunda kaldıracaktım onları ama yeni bölüm başlıklarından daha iyi oturunca öylece bıraktım. Sevilmiş gibi duruyor bu tercihim.
Kitapta, bize, ne yazık ki hiçbirimiz için uzak olmayan bir aileyi, -alkolik ve eşine, çocuklarına şiddet uygulayan bir babayla çıkış yolu bulamayan bir anneyi-, bir çocuğun gözünden ve büyüyüş macerası üzerinden anlatıyorsunuz. Neden bu yolu seçtiniz?
Derdim iktidarı, gücün kullanımını anlatmaktı. İktidarın ne demek olduğu ilk ailede deneyimleniyor. Çocukluk dönemi ve çıkmazları da bir başka ilgilendiğim konuydu. İkisi birleşti ve Gülce’nin hikâyesinde vücut buldu. Kadın-erkek ilişkilerindeki sorunlar, evliliğin getirdiği dayatmalar, aile olmanın zorlukları bu temel meselelerin etrafına örüldü. Bir yetişkin sesini çıkarabilir, kendini kurtarmak için çeşitli yollar deneyebilir, yardım isteyebilir, en azından yaşadıklarını arkadaşına anlatıp rahatlayabilir. Çocuk hiçbirini yapamaz. O, yaşamla bağını ebeveynleri üzerinden sağlar, onların söyledikleriyle dünyayı tanır, yaşamını anlamlandırır. Bundan daha büyük bir kaos olamaz. Anne-babadan boşanılmıyor. O yüzden ebeveynler, aralarındaki sorunların ve iktidarlarının çocuklar üzerindeki yansımasını görsünler istedim.
BU ROMAN BİR YÜZLEŞME
Türkiye gibi her gün en az üç kadının erkekler tarafından öldürüldüğü, kadına yönelik erkek şiddetinin yoğun olduğu bir ülkede, aileyle, kadına yönelik şiddetin olduğu bir roman yazmak riskli bir girişim. Bu anlamıyla romanı kurgularken, yazarken endişe ettiğiniz zamanlar oldu mu?
Hiç endişe etmedim. Bu bir yüzleşme. Her mahallede en az bir aile böyledir diye de bir iddiam var. Alkol, Gülce’nin dediği gibi bir kalkan, o kalkanın adını değiştirin daha da net görülür. İşini kaybetme, parasızlık, hayattan istediğini elde edememe, erkeklik onuru(!), uyuşturucu, kumar, aşk… Hegemonik erkeklik hem erkekler hem kadınlar üzerinde çok büyük baskı kuruyor. Sürekli talepleri var. Erkek de kadın da bu kavramın altında eziliyor. “Erkek erkekliğini, kadın kadınlığını bilecek” diye bir söz var bizde. İşte bu hegemonik erkekliğin özetlenmiş hâli. Bu, erkek ve kadına farklı güç alanları tanımlıyor. Her ikisi de o alanlarda kurdukları iktidarla birbirine dünyayı dar edebiliyor. Erkeklerinki gittikçe daha büyük bir çıkmaza girmiş gibi gözüküyor. Dünya genişledi, güç alanlarında kaynaklar azaldı, zayıflıklar da daha çok göze batar oldu. Artık elde tutmakta daha çok zorlanıyor, altında eziliyorlar. Erkekler, kendilerini ezen bu eril sistemi kabul edebilseler dişlerini kadınlara ve çocuklara değil, o sisteme gösterebilecekler.
Gülce’nin annesi Nermin, yatılı okulda büyüyor, hayatı yalnız karşılamak zorunda kalıyor. Babası Tahsin de aile olmanın ne demek olduğunu bilmeden büyüyor. Ebeveyn olduklarında aile olmayı deneseler de pek başarılı olamıyorlar. Nermin, sık sık konuşmalarında çocuklara yaptıkları haksızlığı dile getirse de, bir yerde “Aile sizi korur. Başınızda birisi olmadan yaşamak ne demek bilmiyorsunuz, hep şikâyetçisiniz” diyor. Bu aslında yaygın bir inanış ve bence en kötüsü; içinde nasıl bir baskı ve şiddet olursa olsun, ailenin çocukları koruduğu algısı…
Aile çocukları korumalı. Bu kurumun var olmasındaki başat nedenlerden biri, bu. Ancak aile kurum olarak güçlendikçe üyelerini silikleştirmeye başladı. Bir kavrama ne kadar güç atfederseniz, o kadar kötücülleştirmeye başlarsınız. Durmadan “Elma iyidir, meyvelerin en güzelidir, elmasız yaşamak mümkün değildir” deyin; bir süre sonra elmanın varlığı yokluğu, bulunabilirliği zihinlerimizi yer bitirir. Elma bile şuura sahip olmayan varlığıyla bize hükmeder. Kaldı ki aile canlı bir kavram, kendine bir araç buluverir varlığını yaşatacak. Bazen baba bazen anne bazen dede hatta bir çocuk. Ailenin odağına neyi yerleştirirseniz, o gücü elinde tutan olarak kötücülleşir. Aile bu varoluşundan feragat etmeli, kuruluş amacına ulaşmaya çabalamalı. Çünkü bu şekliyle çocukları korumuyor, yiyor. Çocukların aile içinde korunması ancak onların da bir birey olduklarının tanınmasıyla mümkün. İnsanlar, “Çocuklar şöyle, çocuklar böyle” diye konuşunca çok şaşırıyorum. Çocuk diye bir üçüncü tür yok, herkes çocuk oluyor, bu yaşamın bir dönemi sadece.
ÖNCE DÖNGÜYÜ GÖRMELERİNİ İSTİYORUM
Başta kuralcı ve “dırdırcı” bir anne ile eğlenceli, “kahraman” bir babanın kızı Gülce. Büyüdükçe eğlencenin sorumsuzluk, kahramanlığın cellatlık olduğunu görüyor. Siz de kitapta bizi anbean bu dönüşüme tanıklık ettiriyorsunuz. Kitabı kapattığında okurda ne kalmasını umuyorsunuz?
Öncelikle döngüyü görmelerini istiyorum. Biz zannediyoruz ki aile içi bir sorun olsa ya boşanılır ya üçüncü sayfaya haber olunur. Aslında çoğu evde döngü kendini tekrar ediyor, kabullenilmiş çaresizliğe dönüşüyor, özel günlerde sosyal medyadaki paylaşımlarda kahramanlar ve melekler anlatılıyor. Yani kol kırılıyor, yen içinde kalıyor. Aslında o gemiler su alıyor, kaptanlar yollarını çoktan şaşırmış durumda. Sonra bu döngüyü yaratan anlayışların hukukla, toplumsal değerlerin yenilenmesiyle değişebileceğinin anlaşılmasını arzu ediyorum. Bireyin kendi gücü bir yere kadar yetiyor.
Kitap aslında kadınların sıkışmışlığını da gösteriyor. Nermin, çocuklarını kurtarmak için iş bulmaya uğraşsa da olmuyor. Babasından destek istediğinde, “Çocuklarını bırak gel” yanıtını alıyor. Aslında bu, yaşadığımız ülkede bir kurgu değil, hayatın gerçekliği. Birçok kadın bu sıkışmışlıkla yaşıyor, yaşamaya çalışıyor. Bu anlamıyla kitabı hayatın neresinde görüyorsunuz?
Tam ortasında. Kadın istihdam ve eğitim oranları, aynı işi yapan kadın ile erkek arasındaki ücret politikaları, aile politikaları, kadın hakları konusundaki kanunlar ve uygulamaların durumu, sığınma evleri, çocuk haklarındaki uygulamalar, çocukların eğitime ulaşma oranları, psikolojik destekler, dayanışma ağları, ücretsiz kreşler… En önemlisi ise toplumun bu desteklerin ve çalışmaların yapılması için talebinin ne düzeyde olduğu gibi oranları düşündüğümüzde sorunun cevabını da vermiş oluyoruz.
Çocukluğu çalınmış yetişkinler o kadar çok ki… Gülce de bir an önce büyüyüp hayata atılmak, böylece ailesindeki yükleri, yorgunlukları omuzlamak istiyor. Sanki bunu yaptığında her şeyi düzeltebilecekmiş gibi. Ama öyle olmuyor ve böylece çalınmış çocukluklara bir de yetişkinliğin hayal kırıklıkları ekleniyor. Bundan sonrasında “sağlıklı” insanlar olabilmek, yaraları sağaltabilmek mümkün mü?
Donald Winnicott, çocuğun var olabilmesi için aileyi soyut bir anlamda öldürmesi gerektiğini söyler. Yani anne-babaları aşıp, onlarla bağı hayatın ilk aşamalarında kurduğumuz noktadan çıkarıp sağlıklı bir evreye getirmemiz gerekiyor. Gülce’ninki gibi bir ailede büyüyen çocukların hayatında derin izler oluşması kaçınılmaz. Güvensizlik, aşırı bağlılık, kendini tekrar eden eylemler, seçimler gibi. İyileşmenin ilk adımı, insanın ailesinde yaşadığı sorunların, ebeveynlerinin davranışlarının onu tanımladığını düşünmekten vazgeçmesi. Yaralara sarılmadan, yara iziyle yaşamayı öğrenmek gerek. Yokmuş gibi davranmanın kimseye faydası olduğunu düşünmüyorum. Kendi kendine yüzleşmek, bunu taraflarla konuşabilmek de iyi gelebilir. Kabul etmeseler bile en azından iki taraf da ne olduğunu, ne hissedildiğini bilecek. İnsan zayıf bedenine rağmen zihinsel olarak çok güçlü bir varlık. Yaralarını sarmayı ve yola devam etmeyi beceriyor.
AİLEDE YAŞANANLARDA TOPLUMUN DA PAYI VAR
Kitabın sonunda elden ayaktan düşmüş ve af dileyen bir babanın etrafında toplanıyor aile. Gülce’nin tarif etmesiyle bir “Stockholm Sendromu” mu bu yoksa ölüm ve böyle ani rahatsızlıklar her şeyi unutturmaya yetiyor mu?
Aslında hiç unutulmuyor. Gülce buna Stockholm Sendromu diyor ama değil. Onların çıkışı yoktu, gerekli desteği alamadıkları için kaldılar orada. Sonra çıkış kavramı da silikleşti ve zamanla tamamen görülmez oldu. Nasıl çıkacaklarını bilmedikleri için uyumlandılar. Tahsin yani baba ise hastalıktan önce dış dünyadaki savaşının bittiğini kabul etti. Kendini adım adım geriye çekip ev içindeki iktidarı görece şekilde devretmeye başladı. Tahsin’in hastalığı yenilgisinin ilanı aslında. Hastalığın eliyle celladı da kahramanı da yok etti ve nihayet Tahsin olabildi. Merhameti yüksek bir toplumuz. Yapımızda bu kadar düşmüş ve yenilmiş birisini terk etmek yok. Gülce, Cem, Deren ve Nermin birlikteydiler zaten, Tahsin onlara katıldı.
Ailenin sadece anne-baba ve çocuklardan oluştuğunu düşünüyoruz. Oysa kocaman bir çemberin küçük bir halkası ve o halkanın içine geçmiş birçok insanın; komşunun, akrabanın, mahallelinin eli, sesi, görüntüsü de var içinde. Bu anlamıyla dört duvar arasında yaşanan acı olaylarda sizce toplumun payı ne?
Buraya kadar verdiğim tüm cevaplarda toplumun payını göstermeye çalıştım. Çıkışı görememe nedenleri toplumun bir çıkış sunmayışı. Boşanılsın istenilmiyor, aile içinde olanlara müdahil olunmuyor, şiddet ve zorbalık görüldüğünde baş çevriliyor, çocuklar üzerinde ailenin mülkiyeti kabul görülüyor. Bir kişi kötü ya da zayıf olabilir ve başkalarına şiddet, zorbalık uygulayabilir. Biz toplum olarak, onun kendi kendini iyileştirmesini mi beklemeliyiz yoksa şiddet uyguladığı insanlara destek olup onları o çemberden mi çıkarmalıyız?
edebiyathaber.net (30 Haziran 2021)