Nick Hornby, çağdaş İngiliz edebiyatının en parlak yazarlarından. İngiliz yazarın hikâyeler zaman içerisinde birçok farklı dile çevrildi ve sinemaya uyarlandı. Futbol, Arsenal, ilişkiler, uzatmalı ergenlikler, müzik, plak tutkusu ve çocuksu yetişkinler yazarın romanlarında karşımıza çıkan temalar. Hornby, kent hayatını, ilişkileri, korkularımızı, ön yargılarımızı ve takıntılarımızı eğlenceli üslubundan bir an bile vazgeçemeden anlatmayı seven bir yazar. Hornby’nin dünyasında olgunlukla yetişkinlik arasına sıkışmış bireyler, kendilerine biçilen rollere karşı bir direnç gösterirler. Onlara göre, ön yargılar, kalıp davranışlar, büyümek, olgunlaşmak kendimize söylediğimiz en büyük yalanlardan biri.
Hornby’nin son romanı Senin Gibi geçtiğimiz aylarda Sel Yayıncılık’tan Deniz Keskin çevirisiyle yayımlandı. Senin Gibi’de Hornby’nin bilindik dünyasında geziniyoruz. İkili ilişkiler, sınıf atlamaya çalışanlar, müzik tutkusu, ergen yetişkinlik halleri romanın ana eksenini oluşturuyor. Bununla beraber, yazar son romanında 21. Yüzyılın tuhaf ve aşırılıklarla dolu panoramasını hikâyesine eklemiş. Irkçılık, yükselen milliyetçilik, Trump, Brexit, ön yargılar, teknoloji bağımlılığı ve hızla dijitalleşen dünya roman boyunca karakterlerin başına bela oluyor. Hornby, içerisinde bulunduğumuz ‘tuhaf’ zamanları, biraz imkânsız gibi görünen bir aşk hikâyesi çerçevesinde anlatmayı tercih etmiş. Farklı dünyalardan, sınıftan hatta yaş döneminden gelen iki insanın birbiriyle vakit geçirmesinde önlerine çıkan engelleri aşma halellerini resmetmeye çalışmış.
‘Beni böyle sev seveceksen’
Senin Gibi’de, 42 yaşında alkolik eşi Paul’den boşanmış ve iki oğluyla birlikte yaşayan Lucy ile Londra’da kasaplık ve çocuk bakıcılığı yapan ama esas olarak müzisyen olmak isteyen Joseph’in aşklarına tanıklık ediyoruz. Hikâye, Brexit oylamasının tam öncesinde Lucy ve Joseph’in kasap dükkânında tanışmaları ile başlıyor. Bu tanışma daha sonradan Joseph’in Lucy’in çocuklarına bakıcılık yapmaya başlamasıyla başka bir hale dönüşüyor. İkili aralarındaki kimyanın farkına varıyor ve birbirlerinin çekim gücüne kapılıyorlar. Ve olaylar kısa sürede romantik bir birlikteliğe dönüşüyor.
Her tutkuyla başlayan ilişki gibi onlar da birlikteliklerine gölge düşürecek, zora sokacak detayları ilk başlarda fark etmiyorlar. Örneğin aralarındaki yaş farkı. Hızla dijitalleşen dünyada Lucy gibi analog-dijital arasına sıkışmış kuşak ile Joseph gibi dijital dünyanın içerisine düşen nesil arasında doğal olarak zaman içerisinde bir iletişim süreci yaşanıyor. Joseph, elinden düşürmediği cep telefonuyla her daim yüzüne nur inmiş gibi telefon ışığıyla geziyor, Lucy’in ise sosyal ağlara gönlü onun kadar yatmıyor. İkilinin aralarındaki jenerasyon farklılığının haricinde, zamanın acımasızlığına da karşı mücadele etmeleri gerekiyor. Lucy’nin yaşlanmaya karşı düştüğü melankoli, Joseph’in da önündeki uzun geleceğe onunla gidip gitmeme ikilemi de akıllarında tuttukları sıcak şüphe kaynağı. Bununla beraber Lucy’nin geçmişten gelen karmaşası Paul de, hazır kıta onun şimdiki zamanına sızma girişimlerini sürdürüyor.
İkilinin birlikteliklerini çıkmaza sokan en güçlü engel ise ırksal farklılıklar, ön yargılar ve bilinçdışının kontrolünün dışında gelişebilecek kaçak ırkçı ifadeler oluyor. Joseph öfke anlarında Lucy’i ırkçılıkla, Lucy de benzer bir şekilde istemeden de olsa Joseph’i kalıp yargılara kurban verebiliyor. Böylesine kontrolsüz duygu durumlarının yükselmesindeki en büyük pay hiç kuşkusuz eski kıtanın o dönemki başkanı Trump’ın yükselttiği ayrımcı söylem, küresel ısınma inkârcılığı “Hey! Hava çok sıcak, hani küresel ısınma vardı?” ve Brexit’in yarattığı göçmen karşıtlığı ve milliyetçi söylem oluyor. Gündelik siyasetin, hayatın sıradan sayılabilecek her anına sızması Lucy ve Joseph gibi hassas denge üzerine kurulu ilişkilerin balans ayarını bozuyor haliyle. Üstelik aileler de bu konuda onlara hiç yardımcı olmuyor. Daha da fenası özellikle Joseph’in ailesi Brexit’in faydalarından bahsederken ekonomiyi daraltan göçmenlerden kurtulmayı liste başı yapması siyah-beyaz farklılıklarına arkaik bir pencereden bakmaları da Joseph ve Lucy’in yollarına mıcır döşemiş oluyor.
Joseph ve Lucy, saldırgan ve her daim bağırarak konuşan dış dünyaya karşı yapılacak en iyi savunma yöntemine geçiş yapıp, evlerinde kendi küçük krallıklarını kuruyorlar. Gün boyu dizi izliyorlar, sevişiyorlar, birlikte yemek yapıyorlar.
Birlikte geçirilen zamanı kendilerinin kılıp, anı güzelleştirmeye çalışıyorlar. Elbette, bu sırada dünya onların camına taş atıyor, gürültü yapıyor, rezalet çıkarmaya devam ediyor. Lakin, her şeye rağmen ev en dış dünyanın kaosuna ve uğultusuna karşı en güçlü sığınak. Josph ve Lucy de öyle yapıyor. Kendi küçük krallıklarında sarhoş rezaleti çıkarmaya hazır dünyaya kapılarını kapatmayı başarıyorlar. Şimdide kalıyorlar, geleceği düşünmüyor, geçmişi ise siliyorlar. Böylesi daha iyi hiç kuşkusuz. Yaşasın carpe diem!
Tuhaf zamanlarda aşk
Nick Hornby, Senin Gibi’de aşina olduğumuz muzip, eğlenceli ve şık müziklerin yer aldığı bir hikâyeyle günümüz dünyasına bakmaya çalışmış. Kâğıt üstünde klişe gibi görünecek hikâyeyi, canlı ve gerçekçi karakterlerle kurgulamış. Külliyatının ağırlık noktalarında her daim erkek hikayeleri anlatmayı tercih eden Nick Hornby, Senin Gibi’de Lucy’nin dünyasına nüfuz ederek, onu romanın ağırlık merkezi kılmış.
Senin Gibi, yukarıda da belirttiğimiz gibi aşk romanı olduğu kadar politik de bir öykü. Brexit’in gölgesinde kutuplaşan İngiltere, yükselen sağ söylemin göbeğinde artan ırkçılık ve göçmen karşıtılığı, ekonomik kriz ve birbirinden şüphe duymaya başlayan kalabalıklar İngiliz yazarın satır aralarına sızan ciddi meseleler olmuş. Tansiyonu hiç düşmeyecek gibi duran dünyada, sağlık, çevre, ekonomik kriz ve sağcılığın göbeğinde varoluşumuzun geleceği hiç olmadığı kadar tehlikede. Krizin sönümlenmesi için ayaklarını gazdan çekmeyi düşünmeyin, aşırı zamanın tuhaf politikacıları, belirsizlik ortamında sağcılığa ve içe kapanmaya yürekten teşne kitleler arasında alternatif ne olabilir ki? Sağcılığın alameti farikasının duygulara oynamak olduğu düşünülürse, damardan romantik Hornby de bu duygu durumuna alternatif olarak aşkı koyuyor. Hornby, bayat bir klişe gibi dursa da, bu tuhaflıkların panzehirinin aşk olduğuna inanıyor Hornby. Yazar, aşkın tek başına dünyayı kurtaramayacağını, dangalak sağcıların önünü tamamen kesemeyeceğini biliyor ama her şeye rağmen gelecek adına iyimserliği sıcak tutabileceğine inanıyor. Kendi ifadesiyle: “İnsanların bu kadar çaresiz hissettiği bir dönemde umutlu bir kitap yazmak istedim. Her şeyin ne kadar berbat olduğunu anlatan yeteri kadar çağdaş roman var gibi geldi bana… Romancılar bu konuda çok iyi! Ama ben, bugünden daha iyi görünen bir gelecek hayal etmeye çalışıyor, bir yandan da bu iyimserliği gerçek hayatta da yeşertmek istiyordum. Sanatçıların işinin bir parçası da bizlere yaşamak için bir sebep vermek diye düşünüyorum, öyle değil mi?”
Senin Gibi, 21. Yüzyılın, Netflix’in, sosyal medya çılgınlığının, tuhaf zamanların, kafa karışıklığının, medyanın ve siyasetçilerin aksine iyimser olan umudun peşinde bir tek aşk var diyenlerin romanı.
edebiyathaber.net (11 Temmuz 2021)