Ezgin, göçebe bir anlatıcı: Knut Hamsun | Feridun Andaç

Temmuz 13, 2021

Ezgin, göçebe bir anlatıcı: Knut Hamsun | Feridun Andaç

Bazen alıp başınızı gittiğiniz olur mu? Bir arayış, bir soluk alma ânı için değil; sizde derin izler bırakan bir kitabın ardına düşer, yazarıyla yüzleşmek ister misiniz? Belki de yanıtsız sorulardandır bu! İçsesinizin tınısı zaman zaman bu ataklığın dili olur. Duyumsal yolculukların sağaltıcı yanı olsa da, böylesi bir yola çıkışın sızısını da göze almanız gerekecek.                                                              

                                                      ***

Önümden koygunca akıp giden Karasu çocukluğumdu benim. Gelip yanıbaşında durduğum yıkıntıya dönüşen Taşköprü incindiğim yer şimdi. İki yakayı birleştiren o görkemli yapı zamanın yeline tutulmuşçasına ufalmış, artık zehir taşıyan akarsuyun dengini bulmuştu. Taşköprü bizim şenlik yerimizdi. Her iki yakayı buluşturma düşüncesi kime ait olursa olsun, taş ustaların hünerini gösteren köprü mazgallarındaki nakışlı taşlar ve atılan tarih silinip atılamamış. Tıpkı, o iki yakadaki serviler, akkavaklar gibi…

Doğaya dönük yüzümüzün oyun düşlerini kanatlandıran kitaplar da gelip kuşatırdı bizi. İlkgençliğin kapılarında gezinirken Martin Eden elden düşmez, Açlık sanrılarımızın kaynağı olur, Dünya Nimetleri ile benleşiriz, Ölü Canlar’ la bir dirim şenliğini yaşarız. Kızıl ve Kara tutkularımızı alevlendirir, Antonius ve Şeytan yeni bir girizgâhı olur yaşantımızın. 

Sözünü ettiğim yaş dönemi, bize, hayatı bütün yönleriyle tanımaya bayrak açan bir akkor sunar. Okumak ve bazı yazarlarla/yapıtlarla yüzleşmek bunların başlıcasıdır, görüşümce.

Yıllar sonra gelip durduğum o yerde karşıma çıkan Knut Hamsun’u bu yazarların başında anmak isterim. Sözünü ettiğim  akarsu gölgeliğinde günün solup, zamanın silindiği bir mevsimde okunulan Açlık’ın,  Victoria-Pan-Rosa üçlüsünün derin anlamını, yarattığı içsızıyı nasıl anlatmalı şimdi!

Bazı yapıtlar ve yazarlar öyledir, belli yaş dönemlerinde okunmalıdırlar. Zaman içinde bizimle süreduran yolculuklarındaki izler, duygu haritamızın rengi, düşünce dünyamızın biçimleyicisidirler.

                                             ***

Knut Hamsun, birçok büyük yazar gibi, yapıtları kadar bireysel trajedisiyle de okurda ilgi uyandıran birisidir. 1859’da Norveç’in kuzeyindeki Lom kasabasında doğar. Ailesi orta halli bir köylüdür. Okuma yazmayı kendi kendine öğrenir. Çocukluğu, gençliğinin bir dönemi kırsal yörelerde geçer. İlkgençlik yılları ise göçebelik yıllarıdır onun. Birçok işe girer çıkar. Yazınla ilişkisi de bu yıllarda başlar. 

1920’de Hamsun’u Nobel’e götürecek yolun önemli yapıtları arasında sözünü ettiğim üçlemeyle birlikte, Göçebe (1906-1912) üçlemesi ve Dünya Nimeti’ni (1917) sayabiliriz. Victoria-Pan-Rosa Hamsun’un roman dünyasını, yaşama ve sanata bakışını yansıtan romanların başında gelmektedirler. Bu üçleme konusunu tutkulu bir sevi öyküsünden almaktadır

Yüzyılın başlangıcı arifesinde bireyin korku, tedirginlik, yalnızlaşma konumundaki yabanıl durumunu başarıyla sergiliyor, Hamsun. Üçlemede öne çıkan bu öğeler Hamsun’un hem roman dünyasını tanımamıza, hem de bireyselliğimizin hayat sarkacının git-gelinde bir türlü dinmeyen/durulmayan serüvenin gizlerini öğrenmemize kapı aralıyor.

Hamsun, bu anlamda, bizlere büyülü bir evren sunmaz. Doğaya, kendi acıları ve yalnızlığıyla sığınan insanın içsel serüvenini, bu süreçte yaşadığı iniş-çıkışları yansıtır. Toplumdan, toplumsal yaşamdan kaçışın, uyumsuz insan tiplemesinin yüzyıldaki ilk örneklerini verir. Kahramanlarının başkaldırı özelliği yoktur. Tepkiselliği ise  kişiliğini grup içinde varkılmaya yöneliktir. Teğmen Glahn tiplemesi bunun belirgin örneğidir.

Yaşananlara tanıklık, bireyin yaşadığı, başlangıcı ve sonu belli olan olayları/olguları konu edinir. Yaşanılan gerçeğin boyutlarını sergilerken, bireyin içsel serüveninin trajik yanını göstermeye çalışır. 

Yazın alanında yüzyıl başında beliren yeni-romantizm akımının güçlü bir temsilcisi olarak nitelendirilen Hamsun’un, bireyin yalnızlaşan trajik durumunu ortaya koyan Açlık dışındaki trilogyalarına baktığımızda; doğa-insan ilişkisinin hep öncelendiğini görmekteyiz. Kapitalizmden, dolayısıyla Batı kültüründen nefret/kaçış Hamsun’un doğaya, küçük insanların dünyalarına yönelmesine neden olur diyebiliriz. ABD gezisinden dönüşünde kaleme aldıkları ‘yeni dünya’ya tepkinin bir yansımasıdır aslında. Öyle ki, Hamsun, buradaki görüşlerinde, kapitalizmi eleştirmekten de kendini alamaz.

Hamsun, bireyi kaçıp sığındığı bu dünyadan toplum önüne çıkarmaz. Belirlediği sınırlardaki dünyasını, burada olup bitenleri verir. Ama, bu da, onun içsel dünyasına, sevi/sevgisizlik durumuna dairdir. Bunalımın pekiştiği ân’lar, bunun dışavurumu, ilişkide olumsuzca belirmesi bir bir yansıtılır. Git-gel ân’ından tepkiselliğe, giderek bireylerin trajik konumlarını/yazgılarını belirleyen duruma iteklenişine değin ki süreci yansıtır. 

Batı uygarlığından kaçan, sığındığı yerde de üstün insan ülküsünü benimseyen bireyin trajedisidir daha çok öne çıkarılan. Hayata sıkı sıkıya bağlı, bireyin özgürlüğünü savunan Hamsun’un  İkinci Dünya Savaşı’nda Nazizme verdiği destek, sonrasında başına gelenler ise apayrı bir öykü. Geçen onca zaman sonra yapıtlarına dönüp baktığımızda bize insan gerçekliğinin sıcaklığını sunan bir yazarla yüz yüze olduğumuzu söylemeliyim. Belki de, beni de, o ilkgençlik ateşiyle sarsalayan da bu yanıydı onun. Alıp başımı gittiğim yer/mekân, kent ondan bana yansıyan izlere doğru çıktığım yolculuk da bunu anlatıyordu demeliyim. Hamsun, ezgin, göçebe bir dil yurttaşı; insanın içsesinin simyacısı…Yeniden yeniden okunmalı diye düşünüyorum.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (13 Temmuz 2021)

Yorum yapın