Ayşe elindeki servis tepsisiyle kış bahçesinin kapısından girdiğinde, beyaz ahşap masanın etrafındaki rahat koltuklarda oturmuş, misafirleriyle konuşurken buluyor Melis Hanım’ı. Duya duya kanıksadığı o sorularla başlamış anlaşılan yine görüşme. “Hayallerin nasıl kokar?”, ” En sevdiğin masal kahramanı hangisi?”, ” En sevdiğin meyve?”, “En sevdiğin renk? “Partinin türüne, temasına göre değişiyor bu sorular. “Hayal Mühendisi” diyor Melis kendisi için. Müşterilerinin içinde olmayı arzu ettikleri dünyayı iki saatliğine yaratıyor onlara çünkü. Böyle bir meslek mi var? Ya da okulu? Bilmiyor Ayşe. Onun dünyasında “hayal” denen şey kurulmaktan çok kırılmak için zira.
“Ah gel Ayşe’cim. Americano İdil Hanım’ın, portakal suyunu da Arya’ya verelim lütfen.”
Çıtır çıtır yanan şöminenin ısıttığı, alevlerin bir yılan dili gibi yüzlerde dolaştığı kış bahçesinde, dışarıdaki peyzajla bütünleşmiş köşede toplantı masası. Melis hanım misafirlerini bu masalsı köşede ağırlamayı seviyor. Beyaz, eskitme ahşap masanın üzerinde iki katlı, vintage İngiliz porseleninden servis tabakları duruyor her zaman. Ayşe, içlerini cookie, macaron, ya da el yapımı çikolatalarla dolduruyor her sabah temizliği bitirdikten sonra. Beyaz eşofmanlarının üzerine yeşil şişme yelek giymiş sarışın kadına Americano’yu, Melis Hanım’a da anneannesinin hatırası, üzerinde 18. yüzyıl balo kostümlü kadın erkek figürleri olan zarif fincanında sütsüz şekersiz filtre kahvesini bıraktıktan sonra gülümseyerek ayrılıyor yanlarından. Az sonra başlayacak doğum günü partisi için servise yardım etmesi gerekli. Sonrasında da iki saatlik bir baby shower var. Bebek geliyor partisi, bebeğin cinsiyeti belli oldu partisi, diş buğdayı partisi… Şaşırmış abicim bunlar kendini! Hepi topu birer çocuk yapıyor, onu da yere göğe sığdıramıyorlar. Sıçtıkları bokun partisini bile yapsalar tuhaf gelmez artık Ayşe’ye.
Tepsisini mutfağa bırakıp salata kasesini alarak Frozen temalı partinin yapılacağı büyük salona koşturuyor nefes nefese. Hayalleri kar kokuyormuş Melisa’nın. Bak sen! En sevdiği kahraman da Elsa imiş. Karlar Prensesi. Mavi beyaz balonlarla donatılıyor bu yüzden salon. Tavandan beyaz kristal gibi parlayan devasa kar taneleri sarkıyor. Doğum günü çocuğu ve arkadaşlarının az sonra çığlık çığlığa sallanacağı salıncak, uçuş uçuş mavi beyaz tüller, kurdelelerle kaplanıyor. Salata kâsesini servis masasındaki diğer ikramlıkların yanına bırakırken, parti sahibi anne ve kızı görünüyor kapıda. Mavi, etekleri kar desenli uzun bir tuvalet var üzerinde Melisa’nın. Sarı saçlarını maşalayıp örgü bir kuyruğun etrafında toplamışlar. Başının üzerinde pırıl pırıl kristal bir taç parlıyor. Elinden tuttuğu annesi de uzun mavi kabarık bir tül etek giymiş. Tütü deniyor bu eteklere. “Bu zenginler de bir alem valla” diye düşünüyor. “Çocukları kadın gibi, kadınları çocuk gibi giyiniyor.” Melisa’ya dikkatle bakınca, Elif’e ne kadar benzediğini fark ediyor. Aynı boydalar aşağı yukarı. Aynı çelimsiz beden, aynı soluk beniz. Ama prenses kostümünün içinde gururla salınan kızın aksine, annesinin bıraktığı fasülyeyi ısıtıp kardeşlerinin karnını doyuruyor olmalı şu an Elif külkedisi misali. Onların masalı da buraya kadar ancak. Gözleri etrafta neşeyle koşturan çocuklarda, aklıysa soğuk evlerinde kat kat giyinmiş annelerini bekleyen kendi yavrularında. O yutkunmakla geçmeyen yumru biraz daha büyüyor, soluğunu kesiyor bu kez. Bodrum katındaki tozlu ve rutubetli tekstil atölyesinde çalıştığı günlerde bu kadar kötü hissetmiyordu kendini. Oysa bu sıcacık, ışıl ışıl, neşeli dünyanın içinde vicdanı rahat durmuyor, keskin bir bıçak gibi yaralıyor ruhunu. Lime lime doğruyor. Ah bir kez yaa, bir kez. Ne olurdu o da çocuklarını böyle balonların arasında çığlık çığlığa koştururken görebilseydi? Gözlerine hücum eden yaşları durduramayınca pastayı getirmek için mutfağa koşuyor.
48KA. Boyut değiştirirken kullandığı, iki ayrı dünya arasında ışınlanmasını sağlayan otobüse ucu ucuna yetiştiğinde derin bir nefes alıyor. Kemerburgaz’ın ışıltılı caddelerinden, Arnavutköy’ün çamurlu sokaklarına kırk beş dakikası var kimliğini değiştirebilmek için. Hasan gelmiştir diye düşünüyor. İş bulamadıysa sinirlidir yine. Çocukların üzerine gitmese bari. Fabrikadaki işinden atıldığından beri daha da arttı öfkesi. Hıncını etrafından çıkarıyor. Ayşe’den, çocuklardan. Gözüne çarpmamak, yanlış bir şey yapmamak, söylememek için azami gayret göstermeyi öğrendiler. Ama hala, küfürlerle girdiği kapıdan itibaren kimi bulursa onun üzerine boşaltıyor kinini, hayata duyduğu öfkeyi.
Bir saat sonra fayansları kırık mutfağında patatesleri doğrarken boş gözlerle bakınıyor etrafına. Özenerek diktiği pembe dantelli perdeleri, vidaları gevşediği için yamulmuş formika dolap kapakları çok derme çatma görünüyor bu kez gözüne. Tencereye beş kaşık ay çiçek yağı koyup soğanları boca ediyor üzerine. Senin hayallerin ne kokuyordu Ayşe, hatırlıyor musun? Kar mı? Hayır, kar tek başına kokmaz buralarda. Kömürle karışır. Beyaz görünür dışarıdan ama kapkara zift olur öyle geçer burnundan ciğerlerine. Peki ne kokuyor o zaman hayallerin? Ne kadar düşünse de, ne kadar koklasa da kavrulmuş soğan kokusundan öte geçemiyor. En fazla otlu peynir.
“Eliif, toparlanın hadi annecim. Dersin bittiyse kaldır masadan kitaplarını da sofrayı hazırla. Baban gelir birazdan.”
48KA, sabah akşam iki farklı dünya arasında taşımaya devam ediyor onu. Kemerburgaz’ın ışıltısından Arnavutköy’ün çamuruna. Arnavutköy’ün umutsuzluğundan Kemerburgaz’ın kahkahalarına gidip geliyor. Hava soğuyor… Hasan’ın öfkesi daha da artıyor, çocukların yüzü daha da soluyor, Ayşe’nin omuzları gün geçtikçe çöküyor. Hava soğuyor… Şöminenin yanına kocaman bir çam ağacı yerleştiriyor Melis. Evler, ağaçlar, sokaklar ışıltılı süslerle donatılıyor. Hava soğuyor… Melis’in müşterileri, müşterilerin kahkahaları daha da artıyor. Baby showerlar, diş buğdayları, adım partileri, doğum günleri.
Yarın Elif’inin doğum günü. Böyle karlı bir günde doğurmuştu onu, hatırlıyor. Hasan bu kadar öfkeli değildi o zamanlar. Hayata bu kadar kin duymuyordu henüz. Hiç kutlamadılar daha önce. Hayalleri ne kokuyor acaba kızının? Bilmiyor. Kendi hayallerini unutalı, unutamadığı hayaller kırılalı yıllar oldu. Ama Elif’inkiler yaşamalı. Kırılmamalı. Melis’in yerine koyuyor kendini. O olsa ne sorardı Elif’e? Şömineyi yakıp masanın üzerindeki servis tabaklarını dolduruyor taze kurabiyelerle. 18. yüzyıl balo kıyafeti giymiş kadın erkek figürlü porselen fincana fitre kahve koyuyor. Sütsüz, şekersiz. Ucunda beyaz, yumuşak, yazdıkça dalgalanan bir tüyü olan kalemi eline alıp ajandayı açıyor. Yarının sayfasına ELİF yazıyor kocaman. 7. Doğum Günü Partisi.
“Hayallerin nasıl kokar Elif’çim?”
Kar gibi mi? Bütün çocuklar kar sever nihayetinde. Ama saf beyaz, kömür kokusuyla karışmamış olandan.
“En sevdiğin meyve?”
Ah, bunu biliyor işte. Çilek. İki yıldır yemediler hiç, hele ki bu mevsimde.
“En sevdiğin renk?”
Bunu da biliyor bak, mavi. Diğer kız çocukları gibi pembeyi hiç bir zaman sevmedi Elif. Hep daha olgun, hep daha durgundu. Yaşından önce büyüyen yüzüne çok yakışıyor mavi hem. Kalemi bırakıyor. Ajandanın o sayfasını koparıyor, katlayıp cebine koyuyor. Fincanı alıp mutfağa yürüyor.
“Bugünkü temamız ne Sevgi abla?”
“Arı Maya” diyor Sevgi, iki pandispanyanın arasına krema sürerken.
“Geç kalmışsın, dur yardım edeyim sana”
“Şuradan şeker hamurunu verir misin? Sarı olanı”
“Nasıl yapıyorsun şeker hamurunu?”
Akşam herkesten geç çıkıyor Ayşe. Üç partinin bulaşıkları yıkanıp yerlerine kaldırıldıktan sonra, son bir kez gözden geçiriyor salonu kirli tabak, bardak kalmış mı diye. Yarın izinli.
48KA’ya nefes nefese binerken, büyük çantası daha ağır bu akşam. Yüzü kızarmış, dalga dalga. Kulaklarında sağır eden bir uğultu. Ama içi kıpır kıpır. Yılbaşı için süslenen ağaçlardaki ışıklar gibi göz kırpıyor yüreği. Pıt… pıt… Elif’in doğum günü yarın. Tıpkı böyle karlı bir günde doğurmuştu onu. Hasan bu kadar öfkeli değildi o zamanlar. Karla kurum bu kadar karışmamıştı daha. Elif’in hayalleri kar kokmalı diyor. Yarın onun doğum günü. Yarın izinli Ayşe. Maaşının içinden azıcık alsa Hasan’a vermeden, anlar mı ki?
Kızları okula, Hasan’ı kahveye gönderip sokağa atıyor kendini. Çilek alacak. Köşedeki bakkalda yok, iki sokak öteye markete gitmesi gerekli. Sımsıkı giydirip yüzünü gözünü örttüğü Umut’un elinden tutmuş, küçük çocuğun yetiştiği ölçüde hızlı adımlarla yürüyor. Çilek, pudra şekeri, margarin, un, yumurta alıyor. Dönerken kırtasiye çarpıyor gözüne. İçeri girip kalemlerin olduğu raflara yöneliyor. Tepesinde yumuşak beyaz bir tüy olan kalemde takılıyor gözü. Parasını çıkarıp sayıyor. Yettiğini görünce yüzü aydınlanıyor.
“Paketleyebilir misiniz rica etsem”
“Tabi ki diyor” kasadaki genç kız. “Kızınız için galiba. Pembe mi olsun kağıdı?”
“Hayır, mavi. Beyaz kurdeleyle bağlayabilirseniz sevinirim.”
Sevgi Abla’dan aldığı tarifi masanın üzerine koyup yumurtaları kırıyor tek tek. Kek pişerken Hatice’yi arıyor. Sonra Meliha’yı, Huriye’yi, Nuran’ı.
“Evet, izinliyim bugün. Saat ikide bekliyorum ha, gecikmeyin sakın. Elif’in doğum günü. Çocuklar okuldan gelince al getir.”
Kremayı yapıyor, şeker hamurunu yoğururken azıcık mavi boya damlatıyor Sevgi’den öğrendiği gibi. Bir kat krema, bir sıra çilek, sonra bir kat daha krema. Umut neşeyle el çırpıyor etrafında.
“Ben de süperman olabilir miyim doğum günümde anne?”
“Olursun tabi paşam.”
Pastayla işi bittiğinde şeker hamurundan yapılmış Elsa’yı, kar tanesi figürlerini ve mumları yerleştiriyor üzerine. Yedi tane. Elif, gözlerini kapatıp dilek dileyecek onları üflerken. Hayalleri olacak kızının. Kömür kokusu bulaşmamış, soğan kokularında boğulmayan…
Saatine bakıyor. Acele etmeliler. Balonların bir kısmını Umut’a veriyor.
“Patlatma sakın olur mu paşam.”
“Patlatmam anne.”
Gözleri ışıl ışıl çocuğun. Kemerburgaz’ın sokakları gibi. Son kar tanesini yerleştirip son fiyongu bağladığında kızlar dönüyor okuldan.
“Sürpriiiizzz!”
“Anne benim için mi bunların hepsi?”
“Evet. Hadi hazırlanalım, acele et. Arkadaşların gelecek birazdan.”
Elsa kostümünü çıkarıyor kızın şaşkın bakışları arasında. Gümüş çizmeler tam oturuyor ayağına. Sandıkta arayıp bulduğu eski demir maşayla saçlarını kıvırıyor. Uzun örgü kuyruğu dalgalandırdığı saçların arasına takıp başına kristal tacı yerleştirdiğinde prensese dönüşüyor Elif. Melisa’dan bile güzel. Dışarıda kar yağıyor. Elif’in gözleri kar taneleri gibi parlıyor. Neşeyle arkadaşlarının verdiği paketleri açarken solgun yanaklarında gamzeler beliriyor aylar sonra ilk kez.
“Dur söndürme hemen! Dilek tuttun mu Elif’çim?”
Gözlerini kapatıyor kız. Gamzelerini şişiren soluğunu mumların üzerine bırakıyor bir nefeste. Alkışlar duyuyor sonra. Sonra kapının kilidinde bir anahtar sesi. Gündüz vakti gelmez ki babası…
“Laannn orospu karı, nerde bu paranın yarısı?”
Kapının yanında sallanan, gözleri kan çanağına dönmüş adamı görünce çocuklarını önlerine katıp kaçışıyor komşular.
“Baba bak ben Elsa oldum!”
“Sıçtırtma şimdi Elsa’na!”
Elbisenin yırtıldığını duyuyor Ayşe. Kızının az önce okşaya okşaya maşaladığı saçlarından kristal tacı koparıp atıyor yere Hasan. Yetmiyor, üstünde tepiniyor. Çocuklar korkuyla yatak odasına sığınırken saçlarından yakalıyor Ayşe’yi.
“Bunun için mi çaldın parayı? Orospu mu yapıcan benim kızımı da kendin gibi? Sen orospuluk mu yapıyorsun her gün o partilerde?”
Avaz avaz bağırırken saçından tutmuş sürüklüyor Ayşe’yi. Hızını alamıyor, pastaya yapıştırıyor yüzünü… Hızını alamıyor, duvara çarpıyor başını… Hayattan alamadıklarının öfkesi parmaklarında toplanmış, bir daha vuruyor karısının başını duvara… Bir daha… Bir daha… Bir daha… Hırsı azalır gibi olduğunda gevşiyor elleri. Dizleri çözülüyor Ayşe’nin, karanlığa gömülüyor. Bembeyaz bir karanlığa… Dışarıda kar yağıyor… Şakağından sızan kan yüzündeki kremaya karışıyor. Dışarıda kar yağıyor. Tertemiz, bembeyaz… Ayşe’nin hayalleri kar kokuyor artık! Ne kurum, ne de kan kokusu bulaşabiliyor…
edebiyathaber.net (22 Temmuz 2021)