Size bu mektubu çok uzaklardan yazıyorum. Bir zamanlar -kısa süreliğine de olsa-üstünde yaşadığınız, fakat bir türlü alışıp ısınamadığınız dünya denen rengi atmış, mavisi solmuş gezegenden. Belki bir ara o derin bakışlarınızı yeryüzüne indirir ve yazdıklarımı okursunuz. Okumasanız da olur. Sizin için yazılanların bir önemi yok artık, ancak biz edebiyatseverler için sizi okumamış olmak öylesine büyük bir kayıp ki, bilemezsiniz. Siz ki yaşadığınız onca hayal kırıklığına, onca üzüntüye rağmen birbirinden değerli yedi öykü kitabı ve üç roman bıraktınız bizlere. Her bir yapıtınız için size sonsuz müteşekkiriz. İyi ki hemen pes etmediniz, iyi ki ısrarla yazdınız, iyi ki eserlerinizle bu toprakları onurlandırdınız. Evet, maalesef bu dünyadan kırgın ayrıldınız, daha doğrusu bu coğrafyanın insanlarına kırıldınız. Ve bu duygunuzda haklıydınız.
Çünkü yaşadığınız süre boyunca, aldığınız onca değerli ödüle rağmen, hak ettiğiniz ilgiyi bir türlü görmediniz. Köşe başlarını tutmuş edebiyat kanonları tarafından dikkate alınmadınız, bir iki gerçek eleştirmen dışında, eserleriniz hakkında etraflıca yorum yapan olmadı, bunun sonucu olarak da yeteri kadar tanınıp okunmadınız. Gerçi bunda sizin de payınız vardı. Zira diğer medyatik yazarlar gibi sürekli göz önünde olmak istemediniz. Birtakım kişisel ilişkilerle önce kendinizi, sonra kitaplarınızı tanıtmadınız. Halis ve hakiki bir yazar olarak, sadece ve sadece yazdıklarınızla değerlendirilmeyi beklediniz. Elbette olmadı, olamazdı. Sizin de bildiğiniz üzere, edebiyat dünyası yazılanlardan çok söylenenlere bakar ve sadece şişirilip övülenleri okur.
En azından yalnız değildiniz. Bu topraklarda yaşayıp birbirinden kıymetli eserler vermiş ama yaşarken değeri anlaşılamamış ya da bile isteye unutulmaya terk edilmiş, değersizleştirilmeye çalışılmış o kadar çok kadın yazar var ki! İlk aklıma gelenler: Fatma Aliye, Emine Semiye, Nezihe Muhiddin, Şükufe Nihal, Suat Derviş, Sevim Burak…
Ayrıca iyi haber şu ki; has edebiyatın, günün birinde kaçınılmaz olarak ortaya çıkmak gibi bir özelliği var. Son yıllarda, burada adını andığım, anamadığım onlarca yazar, birbiri ardına gün yüzüne çıkıyor. Ve onların eserleri, her geçen gün katlanarak okunuyor. Ne mutlu bizlere ki sizi de bu vesileyle tanıma, okuma ve hayranınız olma imkânı bulduk.
Söylemeden geçemeyeceğim, Yapı Kredi Yayınları, epeydir iyi işler yapıyor. Sizin gibi bir sürü değerli yazarın yapıtlarını, Bütün Öyküleri, Şiirleri veya Eserleri başlığı altında toplayıp yayımlıyor. 2008 yılında, sizin yedi öykü kitabınızı aldı ve Ceviz Ağacına Kar Yağdı -Bütün Öyküleri- adıyla yayımladı. Bu kitabın basılıp dağıtılarak geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmasının da etkisiyle, hakkınızda çıkan yazılar hem nicelik hem de nitelik olarak artış göstermeye başladı. Sizinle ilgili ilk kapsamlı araştırma, Ömer Solak’ın hazırladığı Selçuk Baran Öykücülüğü adlı çalışma oldu. (2009) Ondan sonra da birbiri ardına tezler yazıldı, çeşitli araştırmalar ve denemeler yayımlandı.
Tıpkı Sevim Burak, Leyla Erbil, Tomris Uyar, Nezihe Meriç gibi, okur okumaz hayran olduğum öykücülerden oldunuz. Paha biçilmez edebiyat cadılarımdan. Aslında üç roman yazdınız ama kendinizi hep öykücü olarak tanımladınız. Oysa romanlarınız da öyküleriniz kadar incelikli, özgün ve değerli. Diğer Edebiyat Cadıları gibi, içinizden taşan önlenemez bir güçle yazdınız hepsini. Diğer cadılardan farkınız, kimselerde olmayan mütevazılığınız. İlk hikâyelerinizi yirmili yaşlarda yazmaya başladınız, fakat yayımlama girişiminde bulunmadınız. Bunun nedenini, her zamanki alçakgönüllü tavrınızla şöyle açıkladınız: “Yirmi iki yaşımda yazdığım iki öyküde, hayatı ve insanları hiç tanımadığımı, düşünce ve duygu dünyamın hiçbir yere oturtulmayacağı kadar karmaşık ve belirsiz olduğunu gördüm. Yeterli bir yaşam deneyimi geçirmeden yazı yazmamaya karar verdim.” Ve bu düşünceyle kırk yaşında yazıya başlama kararı aldınız. Ancak içinizdeki yazma dürtüsü zamanla öyle bir hal aldı ki yazmadan yaşadığınızı fark edemez duruma geldiniz.
Zaten on beş yaşından beri, sadece kendinizin okuduğu günlükler yazıyordunuz. Tam on bir defter tutan günlüklerinizin, ulaşılabilen en eski tarihlisi 9 Aralık 1958, en sonuncusu ise 6 Mart 1989’u göstermektedir. 1933 yılında geldiğiniz bu dünyayı, 1999 yılında, 66 yaşındayken terk edip cadılar âlemine göç ettikten tam sekiz yıl sonra günlüklerinizin bir kısmı, yakın arkadaşınız Ülkü Uluırmak tarafından yayımlandı. (Haziran’dan Kasım’a Selçuk Baran’dan Kalanlar: Günlükler Mektuplar Yayımlanmamış Yazılar, EOS Yayınları, Ekim 2007) Biz okuyucular, bu günlükler sayesinde, gözlerden ırak yaşantınızı, inceliklerle örülü dünyanızı, eşsiz duyarlılığınızı, naif kırılganlığınızı, müzik tutkunuzu, başarılı eğitim hayatınızı, eşiniz opera sanatçısı Ayhan Baran’ı, ona olan aşkınızı, onun tarafından aldatılmanızı, çocuklarınızı, eşiniz ve çocuklarınız dolayısıyla sık sık ara verdiğiniz işinizi, kırgınlıklarınızı, pişmanlıklarınızı, yazma serüveninizi, edebiyata bakışınızı, yayımlanmamış öykülerinizi, şiirlerinizi…, okuma olağı bulduk.
“Zaman ne korkunç bir hızla geçiyor. Akşamları ancak 9’dan sonrası benim. Onu bile elimden aldıkları oluyor. Evimle, çocuklarımla uğraşmayı seviyorum. Ama yazamadığım zaman yaşadığımı pek fark edemiyorum.” (12 Ocak 1966)
“Yazmam gerek. Dergiler için ya da kitap olarak basılsın, başkaları okusun diye değil. Yaşamın bana haklı ya da haksız öyle gelen saçmalığından, giderek başkalarının yaşamında bulduğum ve bunalımını duyduğum anlamsızlıktan kurtulmam için yazmam gerek.” (3 Temmuz 1966)
1968 yılına gelindiğinde, yazmak artık sizin için ontolojik bir zorunluluk haline geldiğinde, bunu şu sözlerle ifade ettiniz: “Ancak yazdığım zamanlar rahat ediyorum, yazmak bir ersatz (ikame) oluyor benim için. Yaşamanın değil, ölümün yerine geçen bir ersatz.” Aynı yıl, Çocuğun Biri, adını taşıyan ilk öykünüz, Yeditepe dergisinde yayımlandı. 1972 yılında ise, o zamana kadar yazdığınız öykülerden seçtiklerinizi Haziran adıyla ve kendi çabanızla bastırdınız. 21 hikâyeden oluşan bu kitabınızla, 1973 yılında Türk Dil Kurumu Öykü ödülünü aldınız. İlk öykü kitabınızla birlikte, hayranı olduğunuz Sait Faik’in “küçük insanının” dünyasına usulca giriverdiniz ve bu nitelikli girişinizle birlikte, bakışları bir anda kendinize çevirdiniz. Haziran’la; küçük özlemleri, küçük sevinçleri, küçük umutları, küçük düşleri, küçük pişmanlıkları, küçük yıkımları olan insanları anlattınız. Bir de, yaşamı kendisine; kendisi, yaşayanlara yük olmaya başlamış hastaları, ölümcülleri… Kendi deyiminizle, yazmaya önce çatlaklardan başladınız, ancak uçurumlara sıra gelmedi. Siz hayattayken 2. baskısını gördüğünüz tek kitabınız Haziran oldu!
Yetmişli yıllar, öykülerinizin yanı sıra romanlarınızın da basıldığı zamanlar. Bir Solgun Adam adlı ilk romanınız, Milliyet Yayınları 1974 Roman Yarışması’nda mansiyon ödülüne layık görüldü ve 1 yıl sonra aynı yayınevi tarafından basıldı. Büyük şair ve yazar Behçet Necatigil, Haziran ve Bir Solgun Adam hakkında yazan ilk eleştirmen oldu. Haziran için “Yazar, birer olay anlatmıyor hikâyelerde. Keskin, belirgin çizgilerden kaçınarak, dikkat isteyen, belirsiz yaşantı parçalarını birleştiriyor; çağrışım ve yorumlara açılma gücü için okuyucudan katkılar bekleyen bir ‘iç hayat’ görünümleri çiziyor.”
1977 yılına geldiğindeyse basıma hazır iki eseriniz birden vardı. Biri öykü kitabınız, Anaların Hakkı; diğeri roman, Bozkır Çiçekleri. Dokuz hikâyeden oluşan Anaların Hakkı, Eylül 1977’de basıldı ve 1978 Sait Faik Hikâye Armağanı’nı Adnan Özyalçıner’in Gözleri Bağlı Adam adlı yapıtıyla paylaştı. Bu eserinizle ilgili, “Hikâyede ustalığınızı belgelediğiniz” değerlendirmesi yapıldı. Bozkır Çiçekleri adlı romanınızla, 1979 yılı Milliyet Roman Yarışması’na katıldınız ve çok tartışmalı geçen değerlendirme sonucunda mansiyon ödülüne layık görüldünüz. Ancak eser beklediğiniz ilgiyi görmedi ve yazıldıktan 10 yıl sonra yayımlanabildi. Yarışmanın jürisinde olan yazar Selim İleri, uğradığınız bu haksızlığı dile getiren ilk kişi oldu ve sizin “soluksuz bırakılan” yazarlardan olduğunuzu, okur tarafından “görmezden gelindiğinizi” söyledi. Bu durumu, “İnceliklere, yalınlıklara kapalı eleştirmenlerin, yazarların ve okurların bilinçsiz suikastı” olarak değerlendirdi.
1980’ler, edebiyat kanonları tarafından açıkça görmezden gelindiğiniz ve adeta unutulmaya terk edildiğiniz yıllar oldu. Buna rağmen yılmayıp 1984’te Kış Yolculuğu ve Tortu adlı iki tane öykü kitabı daha yayımladınız. 1989 yılındaysa yalnızlık ve umutsuzluk dolu öykülerinizin yer aldığı düşsel, imgesel, şiiirsel Yelkovan Yokuşu’nu. “Hep, ama hep bir güzelliğe dönüşen neler yok ki! Oysa güzel acıtıyor. Çünkü bir sakatlık var içimde. Ve derken bir şey beni bırakıyor. Her şey beni bırakmış gibi oluyor o zaman.” s: 12
Birbiri ardına yayımladığınız müthiş üç öykü kitabınız -söz konusu nedenler yüzünden- ilk kitaplarınız kadar ilgi uyandırmadı ve birkaç küçük değerlendirme dışında, edebiyat çevrelerince resmen geçiştirildi. Sizse bu üretken ve verimli yıllarınızda günlüklerinize şunları yazdınız: “Hikâye, sokaktan gelen sestir. Bu bir çocuğun şarkısı olabilir, bir çığlık olabilir, bir kahkaha olabilir. Ama bilincimize ya da bilinçaltımıza yayılır dalgalar halinde. Biz bu dalgaların peşine düşer, o anın gerçeğini bulmaya çalışırız.”
1990’lı yıllarda, Arjantin Tangoları (1992) ve Porselen Bebek (1996) adlı öykü kitaplarınız dışında, radyo oyunları da yazmaya başladınız. Bu oyunların bir kısmı TRT İstanbul Radyosunda oynandı. Ancak bu yıllar, malum nedenler yüzünden, edebiyattan iyice soğuduğunuz dönemlerdi. Son yazdığınız Güz Gelmeden isimli romanınızın basılmayıp geri çevrilmesi bardağı taşıran son damla oldu ve maalesef, yazmayı tamamen bıraktınız. (Güz Gelmeden siz bu dünyayı terk ettikten bir buçuk yıl sonra Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlandı.) “Ancak yazarken yaşadığımı anlıyorum,” demenize rağmen bir daha elinize kalem almadınız. Elbette bu kararınız sizi derin bir umutsuzluğa ve dipsiz bir yalnızlığa sürükledi. Bunun üzerine ailevi sorunlarınız da eklenince kendinizi içkiyle avutmaya ve yaşadıklarını unutmaya çalıştınız. Alkol yüzünden geçirdiğiniz son mide kanamasını kimseye söylemediniz ve o gece adeta ölüme yattınız. 4 Kasım 1999 sabahı istediğiniz oldu ve hayata gözlerinizi yumdunuz.
Siz bu dünyayı terk etmeden dört yıl önce, 1995 yılında Cumhuriyet gazetesinde yayımlanan, Gölgeyi Seçen Kadınlar, yazı dizisinde son kez vardınız ama her zamanki gibi eksik ve yanlış bilgilerle vardınız. Siz de diziyi hazırlayan ve yayımlayan sevgili Berat Günçıkan’a bir mektup göndererek üzüntülerinizi bildirdiniz. “Lütfen siz de beni biraz daha gölgeye itmeyin,” dediniz ona. “Ben iki kitap yazmadım, sekiz kitap yazdım. (…) Yazı yazmayı son iki yıldır bıraktım. Nedeni de, Türk okuyucusuna bir türlü ulaşamamam, bu yüzden de okunamamam. (…) Demek ki ben okuruma yakın olmayı beceremedim, bu yüzden çekilmeye yöneldim.”
Mektubuma burada son verirken, sizi geç de olsa tanımış olmaktan duyduğum onuru, yazdıklarınızı okumuş olmaktan aldığım hazzı bir kez daha iletiyor ve sizin nezdinizde cadılar âlemine göçmüş tüm yazarlara sevgilerimi, saygılarımı sunuyorum.