…Etrafı bir unutma hendeği veya uçurumu ile çevrilmiş, tek bir varoluş ânına hapsolmuş biri gibi… Geçmişi ve geleceği olmayan, sürekli değişen anlamsız ana sıkışmış bir adam.
Karısını Şapka Sanan Adam/Kayıp Denizci, Oliver Sacks, YKY, Çeviren Orhan Düz.
Dört numara, merdivenleri sakin ama kendinden emin adımlarla çıkmaya başladı. Ne yaptığını bilen biri gibi. Çıkarken, içinden daire numaralarını okuyordu: altı, sekiz, on, on iki… Kim bilir, belki de bu dünyada geçireceği süreyi uzatmak istiyordu kendince. Ya da belki de rakamlar, zaman üzerinde bir tür rahatlatıcı gerçeklik algısı yaratıyordu… Sonuçta bu rakamlar zamanı da göstermiyor muydu?
Merdivenleri tırmandıkça -terasın ortasındaki saydam aydınlatmadan olsa gerek- apartmanın içindeki aydınlık artıyordu. “Işığa doğru yürüyorum” diye geçirdi içinden. Duruma uygunluk, hoşuna gitti, gülümsedi.
“Işığa doğru” bile olsa yürüyüş, bir hareketi betimliyordu ve Dört Numara, o kadar uzun zamandır geçmek bilmeyen tekdüze bir anda hareketsizdi ki. Sanki zaman denilen nehir hızını almış gürleyerek akar, önüne ne var ne yok katıp sürüklerken, Dört Numara’nın yaşadığı apartman nehrin önüne set olmuş, zaman kısa bir kararsızlıktan sonra önüne dikilen bu küstahı görmezden gelmiş ve etrafından çağlayarak akmaya devam etmişti. Apartman sakinlerini de kendi anlarına hapsolmakla lanetlemişti.
Bu apartmanın dışında her yerde ve bu apartman sakinleri haricinde herkes için zaman; akıp giden, yetişilemeyen, her şeye ilaç olan olarak kalmıştı.
Dört Numara, on bir ve on iki numaralı dairelerin bulunduğu katta çatıya açılan kapıya uzanan merdivenlerin başında durdu biraz. Soluklanması gerekiyordu. Aydınlık, had safhaya ulaşmıştı artık ve biliyordu ki kapı, zamanın herkes tarafından eşit algılandığı başka bir dünyaya açılıyordu.
“Başka dünya” düşüncesi huzursuzluk yarattı, o kadar uzun zamandır bu apartmanda kendi anlarını yaşayanların arasındaydı ki, normal şartlarda şimdi kaç yaşında olacaktı, ya da “yarın” nasıl bir şeydi unutmuştu.
Şimdi gideceği bu başka dünyada, tüm bunlara yeniden alışması mı gerekecekti acaba? Hafifçe kıpırdandı durduğu yerde, avuç içleri terli, sağ eliyle sol elinin başparmağını ovdu bir süre, gerçekleştirmek üzere olduğu eylemden vaz geçecekti neredeyse. Kendini ikna etmeye çalıştı. “Işığa doğru yürüme” fikri iyiydi; huzur veriyordu. Böyle düşünmeye devam etmeliydi. Hem “ışık” sözcüğünün insan beyninde yarattığı etki de inanılmazdı. Işık derken, aynı zamanda -hiç söylemeseniz bile- umut da demiş oluyordunuz, Tanrı da demiş olabilirsiniz, bilgi de… Işığa doğru yürümek kutsal olana yürümek de demekti, aydınlanmaya da…
Işık sözcüğünü büyüttü kafasında, sonra beyaza boyadı, ahşap daha sıcak, daha samimi geldi malzeme olarak; ahşaptan bembeyaz kocaman bir ışığı oldu. Zaman tarafından lanetlenmenin en iyi yanı, istediğiniz sözcüğü cisimleştirip bir eşyaymışçasına kullanabiliyor olmanızdı.
Örneğin Dört Numara’nın salonunda sehpa niyetine kullandığı çelik iskeletli bir “aile” si vardı. Televizyon, “fedakâr” sözcüğünün ilk iki hecesinin üzerinde duruyordu; kalan “kâr” hecesinin üzerinde de bir Afrika menekşesi saksısı…
Derin bir nefes alarak bacaklarını hareket etmeye zorladı ve son on üç basamağı da tırmanmaya başladı.
Artık apartmanın terasına açılan kapının önündeydi. Anahtarı yerine sokarken elinin hiç titrememesine şaşırdı; hâlbuki merdivenlerin başında ne kadar da gergin hissediyordu.
Anahtarı dün kapıcıdan antene bakma bahanesi ile almış, bilerek geri vermemişti. Söylediği yalan için, kapıcıdan af diledi içinden. Aslında çatıya kapıcıya söylemek istemediği başka bir iş için çıkmış olsa, özür dilemek aklına bile gelmezdi ama içinde bulunduğu durum, kontrol edilemez bir affedilme dürtüsü uyandırmıştı içinde.
Kapı açılır açılmaz bahar serinliği çarptı yüzüne. Işık, asıl buradaydı; çıplak, serin, mavi… Bir saksağan şakıdı derinden, nehrin gümbürtüsüne karıştı sesi. Bir bulut yavaşça süzüldü diğerine doğru, bir badem çiçek açtı, bir böcek vızıldayarak uçtu başının arkasından…
Kendisini buraya getiren nedenleri düşünmedi Dört Numara; hatırına bile getirmedi geride kalacak olanları. Tek adımla çıktı terasın yükseltilmiş kenarlığına; rüzgârın içine dolarak gömleğini şişirmesine bir an için izin verdi, sonra aşağı bıraktı kendini.
Boşluğa adımını attığında, henüz düşmeye başlamadığı, havanın kendisini kaldırabildiği o kısacık lahzada mucizevi bir şey oldu: Zaman, tıpkı motoru aniden duran bir fan gibi aldığı hızla bir iki tur daha attı, sonra giderek yavaşladı.
Dört numara düşmeye başladığında artık hayat, ağır çekimde izlenen bir film gibiydi.
On iki numaranın önünden geçmeye başladı. Nurcihan Hanım yine mutfakta, saçları ya da selülitleri için bir krem yahut ödem atmak için bir çay hazırlıyordu. Dört numara tam mutfağa açılan balkonun önündeydi ki, göz göze geldiler ve bir başka mucize daha oldu: Dört Numara ve Nurcihan Hanım akıldan “konuştular.” Dört numaranın aklının içinde “hayır” diyen sesi yankılandı Nurcihan Hanım’ın. “Hayır bu çay zayıflamak için değil. Kocam için.”
Bu sabah Nurcihan, (ki bu aslında Nurcihan Hanım’ın sıkıştığı anıydı; bir başka deyişle Nurcihan Hanım için zaman, hep bu sabahtı) sürekli alışveriş ettiği siteden, ev yapımı tırnak bakımı kremi için gerekli kuru ot ve baharatları sipariş ederken, zaten düşük kotalı olan interneti bitiverdi. Nurcihan Hanım öfkeyle elindeki telefonu oturduğu kanepeye çarptı, söylenerek mutfağa gitti. Şevketibostan ve aloe vera ile hazırladığı kremi kontrol etti; kıvama gelmişti, içine biraz Hint yağı damlattı ve karışımı tekrar dinlenmeye bıraktı.
Sonra banyoya giderek– yine Hint yağı ile hazırladığı bir başka karışıma buladığı – saçlarına baktı. Daha şimdiden parlamaya başlamışlardı bile! Nurcihan Hanım söz konusu parlaklığın kullandığı vıcık vıcık Hint yağından olabileceğini düşünemedi; düşündüyse de umursamadı, kocasının horultusunun duyulduğu loş; neredeyse karanlık yatak odasına gitti. Yüzükoyun, hayvan postu gibi serilmişti adam yatağa. Post gibiydi evet, çünkü karanlıkta göremese bile, adamın tüm sırtını kaplayan kara, kıvırcık kıllarının yerli yerinde olduğunu biliyordu. Yine de aldırmayarak – yapılacak bir şey yoktu çünkü; görmezden gelmek ve mecbur kalmadıkça dokunmamak en iyisiydi- yatağın yanında duran şifonyere uzandı ve adamın cep telefonunu aldı.
Nurcihan Hanım internet imgesine dokunur dokunmaz onları gördü. Küçücük elleri, cılız bacaklarından sarkan külotlarıyla. Göğüsleri, göğüs kafeslerine dikilmiş düğmeler gibi… Çoğu okul çağında bile değil…
Hint yağının kokusu geldi burnuna…Keskin, kekremsi. Ağzında bir acılık bıraktı koku. Öylece kaldı bir süre. Hint yağı, içini kaplarken Nurcihan, kaygan ve saydamdı artık. Dolaştı durdu odadan odaya, ikide bir saatini kollayarak. Gecenin sinsi bir zift gibi üzerine sıvanmasını ve içeride uyuyan canavarı üzerine salmasını istemiyordu- alışkanlık işte hâlbuki gece hiç gelmeyecek; ama zamanda sıkışmak hafızayı silmiyor maalesef, insan gayri-ihtiyari, alıştığı o tanıdık dünyada olduğunu düşünüyor-
Giderek büyüyordu ev, giderek daha keskinleşiyordu Hint yağının kokusu. Sesler uzaklaşıyordu… Nurcihan, halen apartmanın bulunduğu sokakta olduğunu, isterse dışarı çıkıp markete gidebileceğini sanıyor, tanıdık sesleri çağırıyor kulakları; işte sokaktan geçen araba lastiğinin asfaltta çıkarttığı; varla yok arası hışırtılar, işte annesinin elinden tutmuş, eve doğru yürürlerken okuldaki “macerasını” pek çok “ondan sonracıma”larla bezeyerek anlatan küçük kız. Ağzında her zaman şeker varmış gibi çıkan şapırtılı çocuk konuşması…hayır duymuyor, görmüyor da… Nurcihan, sadece varsayıyor.
Bir aynanın önünde durdu kendini bilmeden. Uzun süre dikildi, baktığını görmeden. Utanıyordu görüntüsünden önceleri… Küçücük, aciz, istenmemiş ve yenik olması yetmezmiş gibi bir de şu ucube görüntüsü. Ancak bugün anlamıştı kocasının kendisine olan ilgisizliğinin sebebini. Her geçen gün artan selülitleri değildi sebep, nem dengesini kaybederek matlaşan saçları da değil. Bel bölgesi yağlanmasının konu ile hiç ilgisi yoktu, o kadar sinameki çayı boşa içilmişti. Annesini aramak istedi Nurcihan, “yardım et” demek istedi, annesi, “sakin ol, geçecek, yalnız değilsin, senin bir evin, gidecek bir yerin var” desin istedi.
Nurcihan, rakibinin minik elleri, süt beyazı taze teni ya da saçlarındaki çocuk bukleleri ile başa çıkamazdı belki ama, onu en azından bu canavarlardan birinden kurtarabilirdi. Hint yağının zehirli etkilerini ve sıçanotu ile karışırsa bir insanı öldürebileceğini biliyordu. Sıçanotu, uygun dozda alınırsa metabolizmayı da hızlandırıyordu; bunun için evde bolca vardı.
Cep telefonunu aldığı yere doğru kaydırdı avucundan ve kocasına bir “çay” yapmak üzere mutfağa gitti.
Dört Numara ile göz göze geldiğinde, Hint yağı ile karıştırdığı sıçanotunun kokusunu bastırsın diye ayrı bir fincanda adaçayı demliyordu.
Dört Numara, Nurcihan’ı “çayı” ile baş başa bırakarak düşüşünü sürdürdü.
Sekiz Numara Cemal, mutfak masasında bir gazete kâğıdı üzerine Kırıkkale marka avcı tüfeğini parçalara ayırmış, temizliyordu. Dört Numara, manzara karşısında şaşırmadı, Cemal’in sıkışması daha geniş bir zamana yayılmıştı, tek bir an değildi onunki, laneti diğerlerinden çok daha ağırdı ve Dört Numara kendi dairesinden bile bu lanetin odalarda gezinen ayak seslerini çok net duyabiliyordu.
Cemal’in son iki yılda yaşadıkları sürahiden boşalır gibi akıverdi Dört Numara’nın aklına.
İki hafta önce bir çarşamba, Cemal aracının dolan muayenesini yeniletmek üzere muayene istasyonuna gittiğinde görmüştü onu -Sakince sigarasını içerek sırasını bekliyordu. Ütülü lacivert pantolonuna taktığı siyah rugan kemeri, pantolonun rengine uygun kareli gömleği – kollarını da kıvırmış, hava sıcak malum- ve kemeriyle bir örnek sivri burunlu siyah rugan ayakkabılarıyla sade vatandaş… Her yerde görebileceğiniz türden. Arada bir elini cebine sokuyor, sıkılarak başını sıvazlıyor, sigarayı iki parmağının ucuna sıkıştırıp fırlatmadan önce, son nefesi hırsla çekiyor içine.
Normal…
İlk düşüncesi bu oldu Cemal’in onu görür görmez. Hareketleri sıradan, giyimi kuşamı sıradan, bu ince, uzun, buğday tenli adama bakınca ilk söyleyebileceğiniz bu olur; normal…Cemal’in evinde yarattığı anormalliğe rağmen.
Cemal’in karısı son iki yıldır bir hayaletle konuşuyor. Yediriyor, içiriyor, uğurluyor her sabah. Her öğleden sonra kapıda karşılıyor hayaleti. Hayalet yokken, öylece oturuyor bordo kanepenin üzerinde, karşıda Kâbe’nin resmi bulunan duvara bakıp, oturduğu yerde ileri geri sallanarak.
Kız kardeşi, Cemal’in baldız bakıyor ona, ağzını açıp zorla çorba akıtıyor. Cemal’in her gün evi silen süpüren, ama elleri hep güllü vazelin kokan, uzun saçlarının örgüsünden hep o gün giydiği kıyafetine uygun tokası sallanan, asla – bir yıkamada ağzı yüzü bir tarafa giden- penye bluzlara tamah etmeyen, uzun çiçekli etekliğinin üzerine hep jilet gibi ütülü gömlekler giyen, narin, güleç karısı ne zamandır üzerinde çorba lekeleriyle dolu bir tişörtle dolaşıyor ve gül kokmuyor artık. Hayalet geldiğinden beri saydam o da… Kız kardeşi haftada bir yıkamasa saçları ter ve yağdan yapış yapış, ağzının kenarı hep yemek bulaşığı…
Ağır depresyon dedi doktor, alengirli laflar etmeyi severler; düpedüz kafayı yedi işte!
Bakma, ‘bir eve bir deli yeter’ diye susuyor ama; Cemal de görüyor o hayaleti. Her gün hem de… Bazen, onu görmemek için eve gitmiyor Cemal, parkta oturuyor, güvercinlere yem atarak…
Cumartesi sabahları yatağında, hayaletin küçük ayakları ile evde koşturuşunu duyuyor, sonra hop! yatağa atlayıveriyor hayalet, zıplıyor yatakta. Cemal koltukaltlarından tutup kaldırsın, sonra birlikte yuvarlansınlar yatakta; Cemal onu gıdıklasın istiyor. Cemal, hareketsiz tavana bakıyor, yutkunamayarak. Hayaletin kıkırdaması yankılanıyor duvarlarda sonra acı bir fren sesi patlıyor odada, kıpkırmızı oluyor tavan, Cemal yatamıyor daha fazla; nefes alabilmek için doğruluyor yattığı yerden.
Annesi bindirmiş servisine o sabah. Okuluna gitmiş. Kim bilir o gün beslenmesinde ne yedi. Teneffüste koşuştururken çok terledi mi acaba? Artık ne önemi var, üşütmesinden endişe edecek değiliz ya. Servisten karşı kaldırımda inmiş, annesi bakıyormuş balkondan, üzerinde yine jilet gibi ütülenmiş bir gömlek. Karşıdan karşıya geçerken… Evin önü… Apartmana birkaç adım kala…
Aracını muayene getirmiş… salıverileli epey olmuş demek… Daha ne oldu ki? Sadece iki yıl…
Bir hayaletle ve her gün yeniden ölen bir kadınla geçen iki yıl. Son iki yılda sıkıştı kaldılar karısı ve Cemal. Son iki yıl hiç yaşanmadı, hiç gömlek ütülenmedi bu evde, hiç temizlik yapılmadı, iki yıldır hiç sabırsızlanmadı Cemal burnunda tarhana kokusu akşamları evine dönmek için…
Muayene istasyonundan çıkmasını bekledi. Takip etti onu. Evini öğrendi sonra ertesi sabah yine gitti bekledi evinin önünde, ondan sonraki sabah da bir sonrakinde de… İyice öğrendi her gün kaçta çıkar evden, nerede çalışır, akşam kaçta döner. Yolda bir yere uğrar mı, kiminle görüşür.
Tüfeği temizlemeyi bitirip, parçalarını tekrar birleştirmeye koyuldu. Yarın bitirecek bu işi Cemal. Zamanın kapılarını açacak; salıverecek hayaleti. Önce kendi geçecek kapıdan, sonra da elleri güllü vazelin kokan karısını tutup çıkaracak sıkıştığı yerden… Yarın bitirecek bu işi Cemal.
Altı Numara Kevser Teyze balkondaydı Dört Numara düşerken. İçerde bunalmış. Ağlamaktan şişmiş kataraktlı gözlerini zor açıyor. Neden ağladığını bilmiyor Kevser Teyze. Aslında çoğu günler adını bile bilmiyor.
Dört Numara, onun da aklını gördü düşerken, bomboş duvarları yeni badana olmuş bir oda gibiydi Kevser’in aklı… Duvarda asılı bir saat görür gibi oldu Dört Numara ama saatin görüntüsü silindi çabucak; sonra bir albüm, bir fotoğraf albümü. Sert bir rüzgâr uçuruverdi tüm fotoğrafları, toz olup dağıldılar odanın içinde, Dört Numara hiçbirinin yüzünü seçemeden.
29 Ekim 1950… Kevser’in sıkıştığı an. Kevser’in unutmadığı yegâne an… Aynı günün sabahı annesi odasına giriyor, perdeleri açmak için. Kevser o günü düşününce, odaya dolan gün ışığını hatırlıyor ilkin. Saçlarını bezden şeritlere dolayıp bağlamıştı ablası gece yatmadan, saçları kıvırcık olsun, balo için yapacakları topuz güzel dursun diye.
Terziden dün alınmış, dolabın kapağında asılı duran elbisesine baktı. Pembe saten, kayık yaka. Yakası iki sıra, küçük incilerle işli.
Heyecanını hatırlıyor sonra, yalnız o mu; annesi, ablaları, hatta küçük kardeşi Ali bile. Henüz beş yaşında bile değil ama anlıyor, bu geceye has bir hazırlık olduğunu. O gitmeyecek ama baloya, Neslihan ile evde kalacak.
Annesinin sesi çınlıyor iki katlı ahşap evin koridorlarında;
“Neslihan! Ütüyü bitirdiysen amcanın ayakkabılarını da fırçalayıver kızım!”
“Kevser! Sen kalkmadın mı daha! Öğlen oldu canım! Vallahi seni bırakır giderim.”
Ablalarının yükselen sesleri sonra; bir tacı paylaşamıyorlar, sen taktın ben taktım kavgası…
Penceresinden bahçeye bakıyor Kevser, babası çardakta sakin sakin kahvesini içiyor gazetesini okurken, sanki bugün sıradan bir pazarmış gibi. Hâlbuki en büyük gün bugün; yalnızca Cumhuriyet kutlandığı için değil, Kevser bu seneki belediye balosuna ilk defa katılacağı için. İçerledi babasına, somurtarak odaya doğru dönünce güneş vurdu, inciler parladılar gözlerinin içinde. İçine doğuyordu, bu gece mutlaka çok güzel bir şey olacaktı. Hayatı boyunca taşıyacağı bir şey.
Öyle de oldu. Kemal, teğmen üniforması içinde önce babasına selam verip iznini aldıktan sonra dansa davet etti onu. Tek bir şarkı boyunca dans ettiler ama Kevser, tıpkı elbisesinin yakasına dikilen inciler gibi hep boynunda taşıdı o şarkıyı:
Mazi kalbimde yaradır
Bahtım saçlarımdan karadır
Beni zaman zaman ağlatan
İşte bu hazin hatıradır….
Birkaç gün sonra görücü gelmek istediklerinde Kevser’in babası “sırada ablaları var, olmaz öyle şey” dedi demesine de annesi Kemal’in “hayırlı bir kısmet” olduğuna ikna olmuştu bir kere, babası ne derse desin.
Nişanda da giymek istedi pembe, incili elbiseyi. Ne çare annesi Paris’ten gelen bir moda dergisinden başka bir model beğenip terziye ısmarlamıştı bile.
Şimdi hatırlamaya çalışıyor Kevser nasıldı modeli nişanlık elbisesinin, ne renkti… Halıyı yerinden kaldıracak denli yüksek devirli bir elektrik süpürgesi gibi Alzheimer, onu da içine çekmiş, kendi karanlığına alıp götürmüştü… Kimler, neler kapıldı gitti çekişine süpürgenin… Evi, çocukluğu… Şimdi ablalarının adını bile hatırlamıyor Kevser… Babasının cenazesinde mezarın üzerine kapanıp ağlayan kardeşi Ali’nin bir sokakta; “ Kahrolsun Faşizm” yazan bir duvarın önünde vurulduğunu da anımsamıyor artık, bir tek Kemal’in nişandan bir iki ay sonra gittiği Kore’den neden dönmediğini biliyor, uçağı düşerken bahtının saçlarından kara olduğunu düşünmüş müydü acaba…
Dört Numara, Kevser Teyze’nin balkonunun önünden geçip de apartmanın park yerine önce başını, hemen sonra da göğüs kafesini çarptığı anda, Kevser de kendi balkonunda son nefesini veriyordu.
Dört Numara aldığı son soluğu verirken, Kevser’in avucundan bir inci tanesi yuvarlandı, yerde zıpladı… zıpladı…
edebiyathaber.net (27 Temmuz 2021)