Hikâye anlatmak zamandan, mekândan, gelenekten koparak özgürleşmek, yeni bir evren yaratmak değil midir? Yüzyıllardır gelen bir iletişimin parçasıdır anlatı. Yaşanılan evreni anlamanın bir yolu… Ama herkes farklı anlatır hikâyeyi… Gördüğü hissettiği anladığı şekilde… Yüzyıllardır değişmeyen bir döngüyü tekrarlamak, farklı dokunuşlarla açıklanmamış, zaman içine sıkışmış anları gün yüzüne çıkarmak ister insan. İşte bu nedenle hiç bitmez hikâyeler. İçinde anlaşılmayanı anlamanın, bilinmezi kavramanın anahtarını barındırır. Herkes kendinden bir şey bulur. Çocukluğumuzda bize anlatılan masallardaki imgelerin belleğimizdeki izleri gibi… Pandoranın kutusu bir açılmaya görsün hikâyeler diğer hikâyeyi tetikler. Zincirleme bu anlatı topunun içine dalan insan, yaşamın bilinmeyen dehlizlerinde kaybolurken çıkışı aramak için yine hikâyelere başvurur nedense.
İnsanın aradığı nedir peki? Sadece düşünebilmenin yaratmanın ben olabilmenin bilgisi… Bilgiye sahip olmak, ona hükmetmek, yargıda bulunabilmek ve kalıcılık tanrısal değil midir? O zaman bunu yaparak kendini tanrısallaştırmaz mı insan? Yaşama bir anlam bulabilmek için bu tanrısallığa ihtiyacı vardır çünkü. Evrenin tüm gizlerini çözmek onun anahtarını eline almak için… Olympos Dağı’ndaki ateşi tanrılardan insanlara vermek üzere çalan Prometheus bu yüzden bilginin anahtarını vermemiş midir bize? (Zeus’un Prometheus’a büyük öfkesinin sebebi de bu değil midir?) Anlam veremediği bilgi karşısında arayışı bitmeyen insan bunun için masal, destan, hikâye gibi anlatıların içinden bakar dünyaya… Platon’un sürekli bir hatırlama durumunda olduğumuzu söylemesi de bundandır belki de. Öğrendiğimiz her yeni bilgiyle geçmiş ve gelecek arasındaki köprüyü inşa etmez miyiz? Sık sık ömrün geçmişte kalan anlarına takılan belleğimizin derinliklerinde küçük yansımalarla ilerleriz geleceğe… Gelecek inşa etsek de geçmişin izlerinden kurtulmamamızın nedeni bu hatırlamalar değil midir?
“Buradayız, oradayız, burada değiliz, orada değiliz, toz zerrecikleri gibi dönüyoruz, evrenin haklarına soyunarak. Önemli olarak bir hiç olarak, hiç istemeden, kendi yarattığımız hayatların içine kapana kısılmış olarak. Ansızın patlak vererek, tekrar deneyerek, geçmişin bizimle niye geldiğini merak ederek, geçmiş hakkında nasıl olup da konuşabileceğimizi merak ederek…”
“Hikâye anlatmanın yolu başlangıç, gelişme ve sondur. Ama benim bu yöntemle aram hoş değil.” diyen Jeanette Winterson da hikâyeleri, zamanı sorgulayan bir üslupla arka arkaya sıralar. Gelişigüzel sıçramalarla… Hikâyeler labirentinde bir karakterin hikâyesinden diğerinine atlarken kendi hikâyesini arar aslında. Emektar kör bir fener bekçisinin yanında yaşamak zorunda kalan karakteri Gümüş’le hayatın sorgulamasını yapar ‘Fener Bekçisi’nde. Sobanın etrafında oturmuş çocuklar gibi anlatının içinden çıkacak diğer hikâyeyi bekleriz biz de… “…Bizim işimiz ışıktı ama karanlıkta yaşıyorduk. Fener hep yanmalıydı ama gerisinin aydınlanmasına gerek yoktu. Karanlık her şeye hâkimdi. Karanlık bir varlıktı. Onun içinde görmeyi öğrendim, karanlığı görmeyi öğrendim ve kendi karanlığımı görmeyi.”
Babasını hiç tanımayan, annesinin ölümüyle sahipsiz kalan Gümüş’ün Cape Wrath Feneri’nin bekçisi yaşlı Pew’in yanına almasıyla değişen dünyasıdır anlatılan. Fener suya vuran ışığıyla geçmişi ve bugünü aydınlatırken, Pew hafızasında ki tüm hikâyeleri bir bir Gümüş’e anlatır. 19. yüzyılda inşa edilen Cape Wrath’in ve kurucusu Babil Dark’ın tuhaf hikâyesini… Din adamı Dark’ın, biri karanlık ve yalanlara gömülmüş diğeriyse tutkulu bir aşkın ışığına bürünmüş iki yaşamının hikâyesini… (Tıpkı Dr. Jeykyll ile Bay Hyde gibi…) Gümüş için kendi karanlığından onu aşka taşıyan yol haritası olur dinlediği bu hikâyeler.
Deniz feneri, çağa ayak uydurup bilgisayarla otomatiğe bağlandığında her zaman olduğu gibi dört saniyede bir yanıp söner ışığı. Ama ona bakacak kimse olmaz artık. Tabii anlatacak hikâye de… Hikâye anlatma sırası kahramanımızdadır şimdi. “…Hayatım bir enkazlar ve seferler yığını. Varılacak, gidilecek bir yer yok; yalnızca kumsallar ve enkazlar var; sonra bir başka gemi ve bir başka medcezir. Kendi kendime büyümek zorunda kalacağım. Ve öyle yapıyorum. Sana anlatmak istediğim hikâyeler hayatımın bir kısmına ışık tutacak, gerisini ise karanlıkta bırakacak. Her şeyi bilmene gerek yok. Her şey diye bir şey yok. Hikâyelerin kendisi anlamı yaratır. Varlığın sürekli anlatısı bir yalan. Sürekli bir anlatı yok, aydınlanmış anlar var, gerisi karanlık.”
“Benim için dil bir özgürlüktür. Bir şeyi ifade edecek kelimeleri bulduğun anda, artık tutarsız değilsindir, artık kendi duygularının, kendi deneyimlerinin tuzağına düşmezsin; onları tarif edebilirsin, onlara anlatabilirsin, onları kendi içinden çıkarıp başkasına verebilirsin.” der Winterson. Yüzeyden insan kalbinin toprağına kök salmak ve orada kilitli, duyulmamış, konuşulmamış, belki de dikkate alınmadan yatacak olan unsurları çekip çıkarmak… İşte dil bunu yapar. Yazar da kullandığı bu dil becerisiyle bize farklı evrenin kapılarını açar. “Hayat çok kısa. Gelgit yaptığımız her şeyi örtmeden önce denizin ve kumun bu uzanışı, sahildeki bu yürüyüş…” Hiç farkında olmadan yaşayıp gittiğimiz kaybolduğumuz evrenin içerisinde önceliklerimizin gün yüzüne çıkmasını sağlar. Tıpkı Gümüş’ün söylediği gibi… “Seni seviyorum. Dünyadaki en müşkül iki kelime…” Sevgi ve aşk… Tüm o iç içe geçmiş anlatıların ulaşmak istediği tek şeydir bu. Hayatın anlam kazanmasındaki tek anahtar… İnsanoğlunun bulmak için çalıştığı tek gizem… Winterson’a göre, bunun tek yolu anlatmaktır. “Dünyada yaşayanları devamlı yara aldıkları bir hayatı sürdürmeye çalışırken, öyküyü devam ettirmek… İyiye dair umudu devam ettirmek, “öteki sesleri” duyurmak…” Birilerinin bizi duyacağını umut ederek anlatmak…
“…Her sabah yerküreyle ilgili haberler alıyoruz ama dikkate değer hikâyelerimiz yok artık.” der Walter Benjamin. Jeanette Winterson, Fener Bekçisi’nde hikâye anlatmanın ve sevginin dönüştürücü gücü hakkında modern bir masalla, dikkate değer bir hikâyeyle seslenir bize bu yüzden. Çocukluğumuzun anlatı sandığından çıkmışçasına göz kırparak… İskoçya’nın bir kasabasına, Robert Louıs Stevenson’a ilham olan Dark’ın hikâyesine, Pew’in ve onunla yolu kesişen Gümüş’ün hikâyesine doğru uzanan iç içe geçen hikâyeler ağında yolculuk yaptırır. Karanlığın içindeki küçük ışığın aydınlattığı o dünyadan seslenirken anlatılan aslında onun senin benim hikâyemdir.
Hayat zamanın içinde bir duraksamadır. Belki ‘bir kelimelik boşluk’ onun deyimiyle… Ve zamanın ötesinden sürekli göz kırpar bize. Onu görmek için küçük bir ışık yeter sadece. Küçücük bir ışık… Işık yaşamdır; bitkiler hayvanlar ve dönen dünya için. Fenerin yanıp sönen ışığı insan yaşamında birbirini izleyen sevinç ve acıların insan ilişkilerindeki aydınlık ve karanlık anların simgesidir. Denizin ortasında karanlıkları aydınlatmak için insanlarca gösterilen çabanın… Fırtınalar arasında hiç sarsılmadan duran kaybolanlara yol gösteren karanlıkları aydınlatan sevginin simgesi… “…Bu fenerler tüm dünyayı birbirine bağlar.”
İşte orada suyun ötesindeki ışık… Senin hikâyen. Benimki. Onunki. İnanmak için görülmesi ve duyulması gerek sadece… Anlatının sonsuz uğultusunda, gündelik gürültüye rağmen, tüm hikâyeler duyulmayı bekler. Aç kulaklarını…Dinle… Haydi, şimdi anlat sen de kendi hikâyeni! Kim bilir biri duyar. O da başkasına anlatır…
Rüzgâr martıların izini,
Yağmur insanın ayak izini,
Güneş zamanın izini siler.
Öykü anlatıcıları ise;
Yitik hatıranın, aşkın ve acının görülmeyen ve
hiç silinmeyen izini arar.
Eduardo Galeano
Kaynaklar:
Jeanette Winterson, Fener Bekçisi, Sel Yayınları
https://www.stlmag.com/culture/Literature/a-conversation-with-jeanette-winterson/
https://www.brainpickings.org/2014/07/21/jeanette-winterson-elinor-wachtel-interview/
Havanur Taflan – edebiyathaber.net (29 Temmuz 2021)