Soyadından arınmış, masallarla yunmuş, kendi ifadesiyle “iki Amazon kadınının” ruhuna üflediği mücadele azmiyle yaşamış ve yazmış velut bir yazar: Tarık Dursun K. Altı yıl evvel bugün, ardından biz de ona hoşça kal, dedik. Soyadı yerine kullandığı K’yı Yazko Edebiyat’taki bir yazısında atıp Tarık Dursun olarak bahseden Atilla Birkiye, kısa bir süre sonra kendisinden özür diler. Bu olay karşısında gösterdiği tepkiyi Birkiye, şöyle anlatıyor:
“Sonra duyduğuma göre, tepkisi, yine espriliydi. Anımsadığım kadarıyla Özyalçıner’e “K.’yı görmeyince kendimi donsuz hissettim” gibisinden takılmış. Hiç kızmamıştı.”
Hakkı Zariç ile yaptıkları söyleşide doksan dokuz işe girip çıktığını, bunlar içinde en çok otobüs biletçiliğini sevdiğini ifade eden yazar, eserlerindeki sahici kişileri bizzat hayatın içinden çekip çıkarmıştır. Kişilerden biri de kendisidir. Hoşça Kal Küçük kitabında sık sık yazarın silueti belirir.
“Bu gördüğünüz bir ev resmidir. Küçük bir çocuk çizdi. Yaşı belki sizin kadar, belki sizinkinden aşağı. Neyi değiştirir? Aslında hiçbir şeyi. Çünkü çocuklar, çocuk dünyalarına ne, nasıl yansımışsa resmini de öyle çiziyor.” (s.7)
Bu cümlelerle başlayan bir kitaba kayıtsız kalmak mümkün değil. Kitabın ilk paragrafını çocuk edebiyatının en etkili başlangıçlarından biri sayabiliriz. Ev resminden üst kurmacaya bu denli yalın bir geçiş ile hem anlatıcı hususu halledilmiş hem de geriye dönüş tekniğinin temelleri sağlam bir şekilde atılmış. Tarık Dursun K.’nın senaryo yazarlığının yansıması olarak görebileceğimiz pek çok nitelik kitapta kendini gösteriyor. Kitabın karakterlerinden Baba, senaryo yazarlığı yapmak üzere Ankara’dan İstanbul’a gidiyor. Kitabın otobiyografik özellikler taşıdığını söylemek mümkün. Ninesinin anlattığı Sıçan Süleyman masalı, İzmir’de geçen yaşamı, bir süre İstanbul’da yaşayıp sonradan tekrar İzmir’e dönmesi gibi, pek çok benzerlik var kitapla yazarın gerçek yaşamı arasında.
Blogger anneler henüz sosyal medyada arzıendam etmemişken; Anne, Bebek ile ilgili her şeyi not ettiği bir defter tutuyor. Belli ki bu defteri okuyan, defterin arasında saklanan resme bakan çocuk kendi yaşamını defterdeki incelikli kayıtlar aracılığıyla anlatıyor. Bu haliyle vakanüvis sayılabilecek Anne sayesinde kurgu, akılcı bir çerçeveye yerleştiriliyor hem de ailelere, kayıt tutmanın bireylerin hayatında ne denli mühim bir yeri olduğu zarif bir şekilde işaret ediliyor.
Aile fertlerinin isimlerine yer verilmeden sadece akrabalık bildiren ifadeler aracılığıyla yer alıyor karakterler. Komşuların adları yer almış kitapta: Ayşe Teyze, Kolacı Kamer Ağabey. Anlatıcının çocuk olduğunu düşünürsek sadece komşuların isimlerinin verilmiş olmasının ne derece isabetli olduğu görülür. Akrabalık ifadelerinde iyelik ekinin tercih edilmemiş olması metnin türü ve zamanı hakkında okurun kafasının karışmamasını sağlamış.
“Gücün gücüne, tık soluk, savan, umur görmek, gülünçlü, şen şatır, sallangaç, kaptıkaçtı” gibi günümüzde çok kullanılmayan belki zamanla unutulacak kelimeleri görünce pek çok ebeveyn, yıllardır görmediği eski bir dostuna rastlamışçasına duygulanabilir. Nesiller arasında hem dil hem de kültür aktarımı açısından bu nitelikleri taşıyan eserlerin birlikte okunmasının aile içi paylaşımlarda renkli bir pencere açacağını düşünüyorum.
Çocuğun güvenle emanet edilebildiği, konu komşu doğum günü kutlamalarında doğaçlama buluşmaların yapılabildiği, mahallenin henüz yaşamımızdan elini eteğini çekmediği günlerin anlatıldığı kitapta dönemin gazeteleri ve İzmir’i hakkında da fikrimiz oluyor.
“Anadolu var, Yeni Asır var, İzmir var! Anadolu niçin satılmıyor? Niçin hepsinden önce Yeni Asır bitiyor?
Niçin İzmir’i efendiden, çoğu gözlüklü adamlar alıyorlar? Yedi yaşındaki çocuk satıcı bunları çok sonra öğrenecek; eğriyi doğrudan, doğru eğriden çok sonra ayırabilecek. “(s.30)
Canan Barış’ın çizimlerinin, yazarın kalemi ile okurun zihni arasındaki görünmez ağlar dokuduğunu düşündüğümüzde romanın döneminin çocuk zihninde konumlandırılmasında resimlemenin etkisi öne çıkıyor.
“O kadar zaman oldu ki birileriyle konuşmayalı… Sürekli kendime konuştum. İçimden. Kendi sesimi duymadan.” Onun sesini artık sadece bıraktığı eserlerinde duyuyoruz. Hakkı Zariç ile aralarında şöyle bir diyalog geçiyor:
-Siz Orhan Kemal ve Cahit Külebi’den aldığınız geleneği sürdürdünüz. Sizin yarattığınız geleneği ya da bıraktığınız değerleri alıp devam ettiren, geliştiren bir edebiyatçı çıkmadı mı?
-Ben size soruyorum geri, röveşatayla. Çıktı mı?
Tarık Dursun K.’nın sorusuna bir okur olarak cevap verirsem, çıktı. Bugün onun yaşama veda ettiği şehirde yaşayan ve onun gibi İzmir’i ve bu toprağın insanlarını eserlerinde anlatan Ahmet Büke, öyküleriyle ve çocuk edebiyatına kazandırdığı eserleriyle okurlarına benzer duygular yaşatıyor.
Ölümünün altıncı yılında Hoşça Kal Küçük kitabındaki Bebek’in diliyle, ona olan özlemimizi dile getirelim:
“Atım,” dedi içinden.” Babam gitti. Çok üzülüyorum. Annem ne zaman gelecek bilmiyor. Ben de bilmiyorum. Babam giderken bana hiçbir şey demedi. Sana da demedi, değil mi? Ah, sen bir sahici at olsan, beni sırtına alsan, dere tepe aşıp Babamın olduğu kente bir gitsek…”
Ayşe Yazar – edebiyathaber.net (11 Ağustos 2021)