Havanın neminden, insanların kıyafetleri bedenlerine yapışmış, lodos kimisinin migrenini tetiklemişti. Bulutlar, levrek avcısı oltacılar ile birlikte ortalıktan yok olmuş poyrazı bekliyor, yıldızlar takım takım gökyüzünde seçiliyordu. Ayağımın ucunda dalgalar, kafam sallanıyor, gözlerim kapalı uzaklarda bir yerlerde devam eden düğün sesi… Yanımda oturan ihtiyar, sigara üstüne sigara yakıyor, dumandan boğulmak üzereyim. Biz de içiyoruz ama insan gibi be kardeşim! Bir de mırıl mırıl bir şeyler anlatıyor “Söyleseydin ya evlât! Ah be söyleyecektin işte!”
İhtiyarın sesi bir uğultuya dönüyor. Bir el omzumda. Kafamı çevirdim baktım, Rüstem Abi. En az benim kadar içmiş, nefesi kokuyor. Düğünün başında konukları karşılarken jilet gibi olan üstü başı, dağılmış. Beyaz gömleğinin yakası böğrü açık.
“Uyuşuk uyuşuk ne oturursun be Salih? Kalk hadi halaya girelim.”
Uzaktan gelen düğünün sesi, kulağımın dibindeydi şimdi. Otelin bahçesinde… Yanımdaki ihtiyar ortalıkta yok. Helâya gitti belki de, cehennemin dibine gitse umrumda değil.
Küs gibi oturmak olmaz, önümdeki rakı bardağını kafama dikip, Rüstem Abi’nin peşine kalktım mecbur.
Gülten’in abisiydi Rüstem. Damat da onun fabrikadan arkadaşıydı. Felsefe öğretmeniymiş damat, atanamayınca yağ fabrikasında işe girmiş, öyle tanışmışlar. Okumuş efendi çocuk diye getirdi bir gün otele. Gülten’in saçları buğday sarısı, iri çekik gözleri çimen yeşili…
İncecik beli, uzun bacakları… Maşallah her gün de elbise giyer etekleri fırfırlı, pazenden. Bizimki aşık olmasın da ne yapsın? Otele geldi gitti, hediyeler getirdi, güzel söz söyledi kandırdı güya kızı. Kanmadı Gülten. Laftan sözden bıktı. Otuz yaşına gelmiş koca kız. Evlendi evlenemedi, turşusu kuruldu kurulamadı, yıldı da inceldiği yerden kopardı ipleri. “He.” deyiverdi herife. “Daha iyisini mi bulacağım be Salih?” dedi. Mayısın başıydı. İkindi vakti otelin verandasındaydık. “Evlen de evlen bezdim yeminle. Düzgün adam da öyle kolay denk gelmiyor ki… Tatilciler gelir, gönül eğlendirip gitmek ister… Tatil biter insanlar adadan çekilir, kısmetin başka mevsimlere kalır.”
“Nasip böyleymiş demek ki Gülten Abla.” dedim. Otelin bahçesindeki çay saati hazırlıklarına bakmayı bırakıp, bana döndü. Gülümsedi.
“Lan! Senin gözlerin yeşilmiş ya kerata!” dedi. “İş işten geçti ama Gülten!”diyemedim. “Aylardır bu gözler yalnız seni kaydediyor be Gülten!” de denmezdi, fazla arabesk… Mahçup gülümsedim.
“Aslında rengi ela ama, güneşte yeşile dönüyor işte.”
Sesi alaylı,“Aman otelde kızları ayartıp, müşterileri başımıza bela etme bak bozuşuruz. Abim koyar seni kapıya!” dedi ve gitti. Arkasından bakakaldım. Birlikte bir sigara daha içeriz diye düşünüyordum. Ona yakın olabildiğim tek anlar bu sigara molalarıydı. Genelde çakmağını lobide unuturdu, çakmağı yakıp, sigarasına uzatırdım. Sigarasını yakmak için, çakmağı tuttuğum elimi avuçlarının içine alır, teninin sıcaklığı ılık ılık içime akardı. Ciğerlerimizden üflediğimiz sigara dumanı bir bulut olup birbirine karıştığında, bundan garip bir haz duyardım.
Ekseriyetle o anlatırdı. Ayyaş babasının evi terk edip gidişini, Zehra Teyze ve Rüstem Abi’yle birlikte bu eski Rum evini, sıfırdan tırnaklarıyla kazıya kazıya restore edip butik otele çevirdiklerini, otelin duvarlarını saran mor begonvilin hikayesini, İstanbul’daki üniversite yıllarını, tiyatro oyunlarını, ilk aşkı Orhan’ı, Angelopoulos filmlerini anlatırdı. Benim anlatacak bir şeyim yoktu. Babam bir baltaya sap olamayacağımı anlayınca; kafası basmıyorsa, gitsin bir yerde çalışsın eli para tutsun diye beni bir tanıdık vasıtasıyla otele getirdi. Tanıdık biri olmam, Rüstem Abi’nin de işine geldi. Aile oteli sonuçta. Hırlısı var hırsızı var. Bin bir türlü insanla uğraşması var. Tipim düzgün, okul okumuşuz, diksiyonda idare eder. Resepsiyonda işe başladım. Böylece Gülten’i sık sık görür oldum. O, topuklu ayakkabılarıyla otelin lobisinde dolanırken; ben, elbisesinin altından görünen pamuk beyazı bacaklarını süzerdim. Cam kenarındaki koltuklardan birine oturduğunda günün aydınlığı yüzüne vurduğu an, pek güzel görünürdü Gülten. Türk kahvesini yudumlarken, yanağında gamzesi belirirdi. Önünde duran sehpanın üzerindeki kitaplardan birini eline alır karıştırır, gözünün önüne düşen saçlarını eliyle kulağının arkasına götürürken, narin parmaklarından, incecik bileğinden öpmek isterdim. Benim yaşlarımdaki her genç adam, güzel bir kadın karşısında pekâlâ böyle yeni yetme hislere kapılabilirdi. Kendimi ayıplamazdım. Fakat gün geçtikçe içimdeki şehvete başka şeyler karıştı. Tanımlayamadım. Koskoca kadına aşık olacak halim yoktu ya… Ben ne bilirdim hem bu yaşta aşkı meşki… Yaşıyordum bir şeyler… Aşk diyorlarsa kimseyi kıracak halimiz yok, adı aşk olsun.
Gülten’in annesi Zehra Teyze, oturup duran nazlı akrabaları halaya katılmaları için ikna etmeye çalışıyordu. Zavallı kadın bir ellilik boyu ile bir de yüksek topuklu ayakkabı giymiş, yürümekte zorluk çekiyordu. Halay senin neyine be Zehra Teyze? Beni gördü, “Salih, sen Rüstem Abi’nin koluna gir çocuğum.” dedi. Gelin anası işte, yerli yersiz her şeyi organize etme derdinde. Dediğini yaptım. Az önceki ihtiyar gelip diğer koluma girdi. Kulağıma eğilip “Söyleyecektin evlât!” dedi. “Hay Allah çattık!” Diye geçirdim içimden. “Neyi söyleyecektim amca Allah’ını seversen?” dedim. Kafamı çevirdim baktım yok. Kolumda yabancı bir adam… Davulcu davula vurdu. O vurdukça karnıma yumruk atıyorlardı sanki. Zurna başladı sonra. Herkesi neşelendiren bilindik bir hava…
Halayın salınımından dolayı her şey bulanık görünüyordu. Gülten ve damat, üzerinde kuru pasta ve sarı kola olan masada sus pus oturuyorlardı. Halay, dans pistinde daire çizerken, benim gözlerim Gülten’e sabitlenmiş, kafam halayın tersine dönüyordu. Kafam yoruldu, içim bulandı. Halaydan çıkmak istedim. Fakat, ritmi giderek hızlanıyordu. Davulcu davula daha hızlı vuruyor, zurnacı daha tizden çalıyordu. Ayak ritmine uyamadan, koşturmaya başladım. Işıklar uzadı gitti gözümde, insanların suretleri yok oldu, herkesi bir karaltı olarak görüyordum. Terledim, gömleğim sırtıma yapıştı, nabzım yükseldi. Ne kadar döndük bilmiyorum. Nihayet takı töreni için anons yapıldı. Takı kuyruğuna girdim. Gelin ve damadın akrabalarından bir türlü sıra ilerlemiyordu. Susadım, kafam ağrımaya başladı. Kuyruğun başına doğru kafamı uzattım, insanlar takısını takmak için toplu iğneyi bir türlü tutturamıyor, nihayet takıyı takınca damada ve geline üç kere beş kere sarılıyor, hayırlı olsun, bir yastıkta kocayın muhabbetleri bitmiyor, bu olmamıştır bir poz daha çekelim diye poz poz fotoğraf çekiliyorlardı. İki takı arasında; akraba kadınlardan bazıları gelinin duvağını, saçını düzeltiyor, insanlar basıp kirletmesin diye gelinliğin eteğini toparlıyorlardı.
Nihayet sıra bana geldiğinde dilim damağım öyle kurumuştu ki, konuşamam diye endişelendim. “Hayırlı olsun Gülten Abla.” diyecektim sadece. Gülten’in yanına yaklaştım. Görmedi beni. “Hayırlı olsun.” dedim, duymadı. Damadın kulağına bir şeyler söyledi. Gülüştüler. Sesimi yükseltip, “ Hayırlı olsun Gülten Abla!” diye bağırdım. Hayret! Yine duymadı. Gelen var mı diye sıraya doğru baktı. Beni görmüyordu. “Sırada ben varım!” diye bağırdım. İşe yaramadı. Cebimden ince altın bilekliği çıkardım. Üzerinde okyanus mavisi renginden taşlar diziliydi. Maviyi severdi Gülten. Koluna uzanıp takmak istedim. Beni fark etmedi. Kolunu oynatıp duruyordu, takamadım. En sonunda pes ettim. Bağırmaya başladım. “Gülten Abla görmüyor musun beni?” “Gülten!” yok. Arkamdaki teyze önüme geçip takısını takmaya başladı. Gülten, teyzeyi görünce gülümsedi, sarıldı. Bir tek beni görmezden geliyordu anlaşılan. Sinirlendim. Sıramı kapan teyzenin omzuna dokundum, “Teyze hop! Sıra bendeydi!” teyze dönüp baktı kimseyi görememiş gibi işine devam etti. Takısını taktı, fotoğrafını çekildi yerine gitti. Onun arkasındaki adam, ayağıma basıp önüme geçti. Ya ben epey sarhoştum, ya da bu insanlar hakikaten beni görmüyorlardı.
Bilekliği cebime atıp çıktım sıradan. Rüstem Abi’nin yanına gittim. Masalardan birine oturmuş biriyle konuşuyordu. “Rüstem Abi ben gidiyorum!” dedim. Duymadı. Kulağının dibinde bağırdım. Yok… Beni görmemiş gibi sohbete devam etti. “Rüstem Abi!” diye bağırdım. Kadının biri bana çarpıp önümdeki sandalyeye oturdu. Zehra Teyze’ye bakındım. Bir yandan damatın annesiyle ayaküstü sohbet ediyor, bir yandan da elindeki tabaktan pasta yiyordu. Yanına gittim. Nemli omzuna dokundum. “Zehra Teyze ben gidiyorum.” dedim. Beni duymadı. Dünürüne döndüm “Duymuyor musunuz?” diye söylendim. Sinirlerim bozuldu. Avazım çıktığı kadar bağırmaya başladım. “Ne oluyor ulan! Duymuyor musunuz beni?” Kimse dönüp bakmadı.
Çok sarhoştum, sadece sarhoş da değildim. Sarhoş ve aşıktım. Çok aşıktım. Söylemedim Gülten’e. Benim burada ne işim vardı zaten! Yok oldum. Yoktum ben.
Zehra Teyze’nin eline vurup pasta tabağını düşürdüm. Şaşırdı, tabağa baktı, sorgulamadan tabağı yerden aldı. İyice delirdim. Masaların beyaz örtülerini çekip tabakları, bardakları, süs şamdanlarını devirdim. Plastik sandalyeleri alıp, havaya fırlattım. Masaların üzerine uzatılan renkli süs led lambalarını çekip kopardım. Kadınlar çığlık atmaya başladı. Erkekler ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar fakat, beni göremediklerinden müdahele edemiyorlardı. Damat tarafından olduğunu tahmin ettiğim adamların ayaklarına çelmeler takıp, yerlerde yuvarlanlamalarına güldüm. Müzik durdu, bir uğultu başladı. Görünmezliğimden bir kaos yaratmıştım. Gülten’e baktım kafasını ellerinin arasına almış, şaşkınlıkla olan biteni izliyordu. Yanına gittim, yanağına minik bir öpücük kondurdum, irkildi. “Hoşçakal “dedim. Duymadı. Damadın suratına sıkı bir yumruk indirdim. Ne olduğunu anlayamadı. O hâli öyle komikti ki, iki büklüm olup kahkaha attım. Kahkaham duyulmadı. Son bir kez daha Gülten’e baktım. Sinirleri bozulmuştu iyice, ağlamaklıydı. Onu öyle görünce içime bir öküz oturdu. Gitmek istedim. Koşmaya başladım, ayağım çimlere uzatılmış hortuma takıldı yalpaladım, ama düşmedim. Koşarak çıktım otelden. Rum evlerinin arasından geçerken, burnuma manolyaların kokusu geldi. Kilisenin çanları çalıyordu. Saatin kaç olduğunun ne önemi vardı? Adanın meydanına vardım, balık kokusu, çay bahçelerindeki taş şıngırtıları, yeni sulanmış arnavut taşları, Ayvalık tostundan masaların muşambalarına akan soslar, çöplerde eşelenen kediler, mehtap turu yapan vapurların rengarenk ışıkları, minik bebelerin eriyip de külahlarının üzerinde yol yol olan sakızlı dondurmaları… Hepsinden koşarak uzaklaştım. Adanın diğer tarafındaki plaja vardım. Delirmiş gibiydim. Ayaklarıma kum doldu. Kamp çadırlarını geçtim. Ne zaman duracağımı bilmeden koştum. Nihayet yorulunca denizin dibine oturdum. Kumaş pantolonumun paçalarını sıyırdım, ayakkabımı ve terden ıslanmış çorabımı çıkartıp ayaklarımı suya soktum. Deniz çarşaf gibiydi. Sırtım terden ıpıslak olsa da üşütecek rüzgâr yoktu. Ensemde bir nefes hissettim. İrice, kapkara bir köpek. Köpeklerden korkardım. Ama o an kaçmadım. Nasılsa ben görünmezdim artık. Köpek etrafımda bir kaç tur attıktan sonra boynuma uzanıp kokladı. Bir cesaret kafasını iki elimin arasına alıp sevdim. Ellerimi yaladı. Görüyordu beni! Tabii ya, hayvanlar dostumuz…Refleksle elimi çektim. Yanıma devrilip yattı. Zararsız hayvan.
“Gülten evlendi Zebercet. Hani Gülten hayatta evlenemezdi?” dedim ve ekledim “Senin adın Zebercet olsun bundan böyle.” Hayvan, yattığı kumun içinden kafasını kaldırıp anlamsız gözlerle bana baktı, sonra istifini bozmadan yatmaya devam etti.
“Düğün bitip de herkes evine dağıldı mı acaba?” Diye düşündüm. Damadın tombul dudakları belki henüz Gülten’in dudaklarına değmemiştir. Buğday sarısı saçlarının arasına girmemiştir elleri…“Yorgunum.” demiştir Gülten, yeşil gözlerini süzmüştür. Tüm bunları düşünmek istemedim. Başım çatlıyordu. Çok fazla koştuğum için, nefes aldıkça ciğerlerim batıyordu. Kumların üzerine uzandım. Ağladım, ne kadar ağladığımı bilmiyorum.
Serin bir rüzgâra karışmış sigara dumanı uyandırdı beni. Gözlerim kapalı, dumanı derin derin içime çektim. Nasıl da canım çekti! Gözümü açıp doğruldum. Güneş henüz doğmamış, gökyüzü eflatun. Deniz dalgalı. Yaşlı bir adam iki metre ötemde kumlara oturmuş, olta başında balık bekliyor. Zebercet? Zebercet yok… Gitmiş. Kan beynime sıçradı. Niyeyse çok çabuk ısınmıştım hayvana. Beni bir tek o görüyordu. “Zebercet! Zebercet!” diye bağırdım. Sağa sola baktım yok, arkamdaymış meğer it oğlu. Yaşlı adam seslendi sonra.
“Tembeldir o hayvan, kendine hayrı yok miskinin!”
Düğündeki ihtiyar bu… Beni görüyor demek… Yanına gidip oturdum. “Düğünde nereye kayboldun?”
“Ben hepten kayıbım be evlât!” dedi ve sigarasından öyle içli bir nefes çekti ki, canım çekti.
“Bir sigara da bana versene be abi? Hiçbir şey yok üstümde.” dedim. Bir dal sigara uzattı.
“Ah be Abi? Bundan içen mi kaldı? Öldürür seni bu.” dedim. Yaşlılıktan ve sigara içmekten yıllar içinde ciğerine oturmuş bir hırıltı ile kahkaha attı. Kirli sakalının altındaki derisi kırış kırış oldu.
“Bir şeycik olmaz. Buralarda oksijen çok. Oksijeni dengeliyorum ben!” keyifle sigarasından bir nefes daha çekti.
“Söyle bakalım evlat, neden sevdana sahip çıkmadın?”
“Heh bir ermişimiz eksikti!” dedim içimden.”Allah’ım yarabbim, ama biraz fazla olmuyor mu bu kadar dalga geçmek? Önce beni yok ediyorsun, sonra da ermiş yolluyorsun!”
Adam aval aval baktığımı görünce devam etti. “Beni görebiliyorsan, sen de benim gibi eşeklik edip sahip çıkmamışsın sevdiğine, kaptırmışsın belli.”
“Ben anlamadım, çok sarhoşum sanıyordum. Akşam düğünü vardı, Mavi Cunda Oteli’nde. Görmedi beni. Dağıttım ben de ne varsa, sonra kaçtım buraya geldim.” dedim.
Sigarasından derin bir nefes daha çekti. Üflerken boğulur gibi hırıltılı hırıltılı öksürdü. Bir süre konuşmadık.
“Ben hanımıma çok aşıktım. Aileleri de zor ikna ettik, evlendik. Evlendik de ben itliği serseriliği bırakabilir miyim? Bırakmadım. Her gün kahvede kumar masasında… Yağ fabrikasından üç kuruş yevmiyem var, rakım var, cigaram var. Eve gelirim, sarhoşluktan gözüm hanımı görmez. Sorsan aşığım, ama bir gün bile “Ben sana aşığım” demişliğim yok. Heh bak Hüseyin ile İsmail de geliyor.”
Kafamı çevirip arkama baktım. Altmışlı yaşlarındaki iki adam, oltalarıyla birlikte bize doğru yürüyordu.
“İsmail konfeksiyoncu, bir gün dükkana gelen bir kadına aşık olmuş, ilk görüşte aşk.. Fakat kadın dükkana bir daha gelmemiş ki anlatsın, “Ben sana ilk görüşte vuruldum”, desin. Sormuş soruşturmuş kadını bilen duyan yok. Hüseyin ise evli bir kadına aşık olmuş, diyememiş aşkını. Garibim en kötüsü de o.”
“Sen anlatıyordun abi? Ne oldu sonra?”
“Bir gece sabaha doğru eve geldim ama nasıl sarhoşum. Hanım sabah namazına kalkmış, abdest alıyor. Başım çatlıyor, midem dönüyor, kustum kusucağım. Helânın kapısına vuruyorum çıksın diye, duymuyor. Bağırıyorum yok. Kapının önüne bir kusmuşum ayıptır söylemesi. Eee… Yaramıyorsa içmeyecen…” dedi bir nefes çekti sigarasından. Üflerken devam etti. “Çıktı bu helâdan.. Ben iki büklüm mahçup, umursamadı hâlimi, geldi geçti yanımdan. Yattım devrildim, kalktım, yine görmüyor beni. Neyse uzatmayayım evlât, o günden sonra aynı senin gibi görünmez oldum işte. Aynı evde yaşadık yıllarca. Onu terk edip gittiğimi sandı. Akşamları göz yaşı döktü, kendini el işine vurdu, yaptıklarını sattı üç beş kuruş para da kazandı. En kötüsü de hasta oldu sonra. Elden ayaktan düştü, bakanı olmadı. Sonra öldü. Gözlerimin önünde hem de.” Alnını dizlerinin üzerine dayadı bir süre. Göz yaşlarını baş parmağıyla sildi sonra. Burnunu çekti. Sigaranın izmaritini kumlara batırıp söndürdü. Bir şey diyemedim. Diğer iki adam gelip başlarıyla bizi selamladıktan sonra, sessizce yanımıza oturdular.
“Bir kaç arkadaş daha var, akşamları buluşuruz bu plajda. Balık tutar, demleniriz. Kimi doktor, kimi bakkal. Anlaşır gideriz. Sen de gelirsin artık bundan sonra.”
İnanmak istemedim, bir rüyanın içindeydim! Yaş ortalaması altmış olan bir grup ayyaş ihtiyarla, üstelik görünmez bir hâlde nasıl yaşardım?
“Ben biraz yürüyeyim” dedim. Zebercet’i de yanıma aldım. Arkamdan seslendi.
“Aşıksan gidip söyleyecektin evlât. O seni görmüyorsa, herkes görse ne yazar? Zaten yoksun. Eee… Bu işler böyle…”
edebiyathaber.net (17 Ağustos 2021)