Günümüzün genellikle başladığı gibi biten aşklarına karşı ne yazık ki artık kolay kolay rastlanmayan cinsten güçlü bir platonik aşkın romanı ‘’Fotoğraftaki Kadın’’.
Hakan Yaman’ın 2009 Yunus Nadi Roman Ödüllü eseri geçtiğimiz yıldan itibaren Sia Kitap etiketiyle yayımlanmaya başlandı. Platonik aşkların birer nostaljiye dönüştüğü günümüzde romanın nostaljik ögelerle dolu anlatımı, edebî yönü ağır basan bir kitaba olan özlemi gideriyor. Bu özelliğiyle hızla tüketilen ilişkilerin ve hemen her gün değişen gündemin esiri olarak hırpalanan günümüz insanının ruhuna iyi gelecek niteliklere sahip bir anlatı, diyebiliriz.
Konu olarak günümüzün çoğu birbirine benzeyen kurgu kitapları göz önüne alındığında ‘’Fotoğraftaki Kadın’’ ı farklı bir yerde görüyoruz. Roman ödülü almış bir eser için söz üstüne söz söylemek bize düşmese de kitabın olumsuz olarak göze çarpan bir yönü zaten yok.
Kahramanın çocukluğunun Niğdesi’nde geçen anılarla başlayan kitap, ben kişisi üzerinden ilerliyor: ‘’… Alaattin Tepesi’nde geçti kıraç çocukluğum. Biraz eksik, biraz renksiz, biraz kuru ve dudaklarımda incir yaralarıyla geçti belki, ama güzeldi.’’ Çocukluğundan itibaren kendisinden kaçan melankolik başkahramanın hayatın altı çizili kurallarını ifade ettiği satırlar, pek çok okurun kendisiyle özdeşleşmesini sağlayacaktır: ‘’Ne kadar bir taraflarımız eksik, ne kadar yarımsa o kadar çok oluyoruz belki de. Belki de zenginleştik sanırken fakirleşiyoruz, kazandıkça kaybediyoruz. Ve bildikçe yalnızlaşıyoruz.’’
Ve pek çok insanın çocukluk yıllarından başlayarak kendisinden kaçışını dile getiriyor Hakan Yaman. Aslında başkalarından kaçmadığımızı, karanlığa alışan gözlerimizin her şeyi aydınlık sandığı yanılsamasına düştüğü görüşünü vurgularken içinde bulunduğumuz günlerde çok da haksız olmadığını düşündürtüyor.
Yazarın romana nostaljik özellikleri serpiştirmesi, kahramanın bir demiryolcu olan babasının işi nedeniyle taşrada geçen çocukluğunu özümseyerek okumanızı sağlıyor. Anlatımın psikolojik yönü ağır basıyor. Karanlık odayı bir sığınak, bir çilehane olarak gören ve fotoğrafını çektiği bir ‘’fotoğraf sevgili’’ ye âşık olan bir fotoğrafçıyı düşündüğümüzde ‘’Fotoğraftaki Kadın’’ı bir psikolojik roman olarak değerlendirmek mümkün. Yaşamın hızla aktığı günümüzde psikolojik roman türü başta sabırsız okuyuculara hitap etmeyecek gibi görünse de yazarın ustalığı romanın akıcılığı konusunda kendini gösteriyor ve kendinizi olan biteni merak ederken bulmanızı sağlıyor.
Geçmişe ait pek çok ayrıntısıyla ‘’Geçmiş zaman olur ki hayal-i cihan değer,’’ sözünü hatırlatan bir anlatıyla karşı karşıyayız. Duygu yüklü bir kalem, gündelik telaşlarla çoğu rutin olarak geçen yaşamlarımızda farklı bir renk katmanı oluşturacak ve bir süreliğine de olsa içe dönerek inceliklerle hemhal olmamızı sağlayacak bir eser sunuyor edebiyatseverlere: ‘’Onu karanlık odamdaki banyo küveti yerine kitreli suyla dolu bir ebru teknesinde lale gibi, sümbül gibi görüyordum. Lahor mavisi noktalar konduruyordu yüzünü göremediğim bir sanatçının eli suya… Sonra ince fırçasıyla dağıtıyordu bunları. Kıvrım kıvrım sümbüllerin, lalelerin arasından onun yüzü çıkıyordu.’’
Romanın umulmadık bir yerinde umulmadık bir sürprizle karşılaşmak, anlatının kurgudaki başarısının bir ispatı. Böylece tıpkı pandoranın kutusu gibi melankolik unsurların kutusu da açılıyor ve tüm gerçekler ortaya saçılıyor. Fotoğrafçılık yapan başkahramanımız Suphi’yi geceye açılan siyah, yağmur kokulu saçlarıyla kendisine âşık eden esrarengiz kadının kimliğini öğrenmek romandaki yolculuğunuzun en ilgi çekici yanını oluşturacaktır.
Suphi’nin fotoğraf sevgilisinin varlığı ile bir halden başka bir hale evrilen hayatı ve onu aramayı neredeyse bir takıntı haline getirmesi eşi bulunmaz romantiklikteki eski aşkları hatırlatıyor: ‘’Öpülesi bir fotoğrafın peşinden buselik makamında şarkılar eşliğinde ağır aksak akıp giderken… Ben de hayalet çemberlerin ardından bakan siyah beyaz bir fotoroman kahramanı olmuştum.’’
Haşim İşcan Geçidi’nin serin karanlığını, Tarabya sahilinin sintinesi çatlak guletlerini, Sultanhamam’ın işporta satılan sokaklarını,… aylar boyu arşınlatacak kadar güçlü bir aşk bu. Dolayısıyla bu aşk Suphi’yi, yaşadığı şehir olan İstanbul’un da tutkunu haline getiriyor: ‘’Evet, artık her halini biliyordum, ama en çok da kırlangıç saatlerini seviyordum bu şehrin. Kırlangıç saatlerinde onun fotoğrafını çekişimi seviyordum. Fotoğrafına her baktığımda ona biraz daha âşık oluyor, biraz daha bağlanıyordum. Her bakışta biraz daha güzelleşiyordu sanki. Şehrin kararmış sularında gördüğüm karıncalı hayallerimin erguvani prensesi,…’’
Yalnız bir erkeğin duygu durumunun samimi bir dille aktarıldığı satırlar, onu bu aşkın peşine düşüren nedenleri de sezdiriyor okura. Böylece insan ruhunun giriftliklerinin yanı sıra gerek ruhsal gerekse bedensel açlıkların bir zamanlar kimseye zarar vermeksizin giderilmeye çalışıldığı örneklerden biri sunuluyor ‘’Fotoğraftaki Kadın’’da. Roman sona erdiğinde ise insanın zaman içinde gösterdiği gelişimin her daim olumlu yönde olmadığı, saflığın ve masumiyetin ne yazık ki büyük oranda yitirildiği düşüncesi bir kez daha gerçeklik kazanıyor.
edebiyathaber.net (23 Ağustos 2021)