Söyleşi: Mahmut Yıldırım
Mahmut Şenol’un Sia Kitap tarafından yayımlanan kitabı Bir Roman Yazılıyor “Nicky’yi Öldürmek” İstanbul Türkçesiyle yazan, çok katmanlı kurgusal yöntemi tercih eden bir romancının “roman içre roman” tekniğini kullanarak oluşturduğu bir eser. Yirmi senelik romancı Mahmut Şenol ile söyleştik.
Mehmet Rifat, “Yazmadan edememek, yazmak için yaşamak, yazma arzusunu gerçekleştirebilmek için ölüme direnmek,” der. “Bir Roman Yazılıyor&Nicky’yi Öldürmek” adlı eserinizden ve bu alıntıdan hareketle; böylesi bir eser yazmak, beraberinde sizden neleri getirip götürdü?
Dilbilimci M. Rifat’ın bu veciz kıymetteki sözüyle gelen soru beni bir büyük okyanusun kıyısına getirdi, hangi cevapları versem yine bazıları eksik kalmış, hatta unutulmuş olacak. Öteden beri, romanın tamamlanmış bir eser olmadığını düşünürüm. Hayatın ta kendisidir, yazmaya devam etseniz, diyelim ki ettiniz, tefrika gibi bitmez bir şeydir roman. Son romanımda cenaze sahnesiyle kitabın kapağını kapattık; bitti. Kapattık mı, emin değilim! Romandaki trajedinin tanığı psikolog Nesli’yi zaman zaman hâlen düşünüyorum, neler yapıyor şu anda diye. Nesli’nin nerede olduğunu romancı bilmekte, belki okur da kendince Nesli’ye bir ömür tasarlamakta. Diyeceğim, her roman bitmemiş bir şeydir aslında. Bitmediğinin farkında olan romancı, M. Rifat’ın söylediğince, yazmadan edemez, anlatmazsa sıkıntısından patlar. Peki ne yapar, gider, yeni bir romanı daha tezgâhına koyar. Yazma arzu ve eylemi tam olarak sonlanırsa, romancı için hayat bitmese bile tadı tuzu kalmamış olur. Romancıya hep sorarlar, ¨Yeni bir şey yazıyor musunuz?¨ diye. Ben sormam, çünkü bu ¨Nefes alıyor musunuz!¨ demeye benzer. Mimar Mümtaz Candaş ve tıp doktoruyken sosyetede eskortluk eden Beyza Ferah’ın garip aşk hikâyesi hem romana girmeden önce hem yazım sürecinde ve sonrasında beni büyük duygusal fırtınalar içinde bıraktı. Hakan Erdem’in Kitâb-ı Duvduvani romanından hatırlıyorum, ¨Nihayetinde bir roman yazıyordu, bu kadar helâk olmaya ne gerek vardı,¨ diyor. Ben son romanı yazarken epeyi hırpalandım, belki ¨helâk ü perişan¨ olmadım ama ramak kaldı. İki kişiyi öldürdüm romanda; bu kolay şey değil. Aslında ikisini de seviyordum. Nitekim okurlarımdan da şikâyetler geldi. ¨Biz Mümtaz’ı sevmiştik, eskort kızdı ama olsun sevgilisi Ferah’ı da öyle… Vah vah!¨ dediler. Burada durayım artık dediğim yerde, tatlı bir yorgunluğun huzuruyla kitabı değerli editör Mert Tanaydın’a teslim ederken, romanı tamamladığıma sevinemiyor gibiydim; ben de romanın okuru olup, buruk bir hüzün duyarak ayrıldım kitaptan.
¨Roman içre roman¨ tekniğiniz dikkate değer. İstanbul Türkçesiyle yazan, çok katmanlı kurgusal yöntemi tercih eden bir romancı olarak, dil hassasiyetinizden ve edebiyatın sınır tanımayan duruşundan söz edelim, isterseniz.
Benim ikinci romanım Bay Konsolos’tan bu yana, hemen tüm edebiyat metinleri ve yazılarımda kullandığım dilin İstanbul Türkçesi olarak nitelendirildiğini biliyorum; bundan da hoşnutluk duymaktayım. Dilin sabit bir şey olmadığı malum, İstanbul Türkçesi de bir harman aslında; Ermenice gibi ekalliyetin aksanı, sonra göçlerle gelen insanların taşıdığı yerel ağızlar, tümü karışıyor. Belki bu anlamıyla saf ve TDK tarzı bir Türkçeyi sadece TRT’de konuşuyorlar; şimdi o da bozuldu. Benim romanlarımdaki İstanbul Türkçesi, aslında eski bir şehrin kültürünü dile çevirmektir. Bunu tasarlamıyorum ki, benim zaten dilim böyle. Romanda İstanbullu Mümtaz da bu dili kullanıyordu; tesadüf. Çok katmanlı roman içre roman diye bahsettiğimiz ise, roman kahramanının yazmakta olduğu, daha doğrusu tamamlayamadığı bir roman var; taslak hâlinde, alt metin. Biz romanda ötekisinin yazılışına tanık oluyor, bir ikinci romanı da okuyoruz. Tabii bitmeyecek o roman! Bir bakıma okuru o tuhaf romanın gölge yazarı yapıyor Mümtaz… Gel benimle beraber sen de bunu yaz, diyor sanki. Bu anlamıyla edebiyatın, özel bir alan olarak romanın sınır tanımayan kimliği var; haşarı, afacan çocuklar gibi el atmadık alan bırakmazlar.
Üslubunuzu belirlerken nasıl bir okur profili hedeflediniz, ya da bunu dikkate aldınız mı?
Özellikle şu tarz okura hitap etsin diye baştan tasarladığım bir şey yok, sanırım hiçbir roman yazarı da bunu istemez. Aksine kitabın her tür okurun elinde olması istenir. Ben de öyleyim, ancak kurgu gereği, anlattığım hikâye nedeniyle galiba sıra dışı kişilerle karşılaşıyorum. Yirmi senelik romancı, diye tanınırım ama pek çokları için roman kahramanlarını bilmiş, malumatfuruş, hatta ukala adamlardan seçiyor, diye tanınmışlığım da vardır. Fakat roman kahramanı Mümtaz entelektüel kimliği dışında yaşayamazdı zaten, bunda benim bir kastım yok, onun hayat tercihi bu. Mümtaz deyişlere, ipuçlarına, referans verir gibi bazı göstergelere yatkın biri; kendisini böyle var ediyor. Onu öyle seveceğiz, mecburen; sevmeye de biliriz. Romancı Behçet Çelik’in bir sözünü aktarayım, ¨Bir roman kahramanını yaşadığımız dünyaya davet ettiğimizde ondan fazlasıyla rahatsız olabiliriz, ama onu yerleşiği olduğu dünyada, yani ait olduğu metinde değerlendirirken durum değişir,” diyordu. Ne güzel, benim de katıldığım bir görüş bu.
edebiyathaber.net (26 Ağustos 2021)