1984’de Poetika’yı çıkarmaya karar verdiğimizde yayıncılık önemli bir değişimin eşiğindeydi. Matbaacılığın icadından beri uygulanan Tipo baskı yönteminden ofset baskıya geçiliyordu. Gutenberg’den beri uygulanan bir baskı yöntemiydi tipo. Uzun ve zahmetli bir süreçti. Linotip denilen dev gibi makinelerde kurşun satırlar tek tek diziliyor, o satırlar bir araya getirilip sayfalar bağlanıyor, sayfalar da çelik kasalarda birleştirilip 8-16 sayfalık formalar halinde baskı makinesinde basılıyordu. Tek bir harf düzeltmesi için bile sayfayı bozup tashihin olduğu satırı yeniden dizmek ve sayfaya koyup bağlamak gerekiyordu.
Daha önce harflerin tek tek elle bir araya getirildiğini düşünürsek önemli bir gelişme linotip. Sanırım daktilonun baskı sistemlerine uygulanmasıyla ortaya çıkmış. Linotip makineleri dev birer daktilo gibiydi. Mürettipler de mesleklerinin ehli oldukça bilgili kişilerdi. Dizgi aşamasının süresinin kısalması için mümkün olduğunca az yanlışla dizmeye çalışırlardı. O nedenle Türkçe bilgileri çok iyiydi ve yazım kurallarını da bilirlerdi. Çoğu da çok rahat eski Türkçe metinleri okurdu.
Ofset baskıya ilk geçenler gazeteler olmuştu. Büyük gazeteler arasında en geç ofsete geçen de Cumhuriyet Gazetesi’ydi. Cumhuriyet’te çalışan çok sayıda mürettip emekli oluyordu. Emekli olanlardan bazıları ikramiyelerine karşılık olarak linotip makinelerini almış, kendi mürettiphanelerini kurmuşlardı.
Ofset baskı hızlıydı ama çok pahalıydı. Kapaklar ofsette basılıyor, dergi ya da kitapların iç sayfaları tipoda üretiliyordu. Bir dergi ya da kitap çıkartacaksanız önce bir mürettipe gidip onu dizdirmek, sonra tipo baskı yapan bir matbaada bastırmak ve nihayet mücellitte ciltletmekti. Çok uzun bir süreçti. Dergi gibi hız gerektiren bir yayında daha da yorucuydu.
Biz de Poetika’nın dizgi işleri için Nurel Matbaası’nı bulmuştuk. Adı matbaaydı ama sadece bir dizgi makinesinden oluşuyordu. Tek çalışanı da Erdoğan Abiydi. Erdoğan Abi, Cumhuriyet’te dizgicilik yaptıktan sonra ikramiye olarak linotip makinesini alanlardandı. İşini çok ciddi ve temiz yapan biriydi. Dil kurallarına hakimdi. Dizdiği sayfalarda neredeyse hiç düzeltme çıkmıyordu. Ama her gülün bir dikeni vardır. Erdoğan Abi de biraz inatçı ve dediğim dedikti.
Yayınladığımız şiir ve yazıların yanında okurların ilgisini çeksin diye Poetika’da çeşitli bölümler hazırlıyorduk. Özel bölüm adıyla her sayı bir şairle söyleşi yapıp, şiirlerini yayınlıyor, hakkında yazılar yazıyorduk. Tuğrul Tanyol “Genç Şaire Bab-ı Ali Reçetesi” diye bol esprili ve ironik bir bölüm yazıyordu. “Dergilerde Kitaplarda Şiir” başlığı altında imzasız değinmelerle yeni dergi ve kitapları eleştiriyorduk. Poetika’nın en çok ilgi çeken bölümlerinden biri de “İlk Adımlar” başlığı altında yayımladığımız usta şairlerin ilk şiirlerinin yayınlanış öykülerini anlattığı bölümdü. O bölümün ilk konuğu da Cemal Süreya olmuştu.
Cemal Abi kısa ve esprili yazısında şiire başlamasından, dergilere şiir yollamasından söz ettikten sonra 1953’de Mülkiye dergisinde ilk şiirinin nasıl yayınlandığını anlatıyordu. Şiirlerini nasıl yayımlatamadığının öyküsü de vardı.
Yazılarda kullanılan dil, yazım kuralları her zaman sorun olmuştur. Dergide iki sayfa tutacak yazıyı dizdirdiğimde Cemal Süreya’nın yazımına uyulmadığını görmüştüm. Erdoğan abi yazıyı diğer yazılara yaptığı gibi kafasına göre düzeltmişti. Yazı böyle basılırsa Cemal Abi bize kırılıp gücenebilirdi. “Aman Erdoğan Abi, bu yazı Cemal Süreya’nın yazsı böyle kafana göre düzeltemezsin!” diye itiraz edip düzelttirmek istedim. Ama ne mümkün. Erdoğan Abi’nin zaten çekik olan gözleri iyice kısıldı, dökük saçlarından açık alnı iyice kızardı. “Ben Nadir Nadi’nini yazısını düzeltmiş adamım Cemal mi itiraz edecek! Cemal’e selam söyle, yazını Erdoğan dizdi, de. O anlar!”
Tam anlamıyla ortada kalmıştım. Yazıyı bu haliyle bastırsam Cemal Abi kızabilir, bastırmasam olmaz. Üstelik hoş bir yazı ve Cemal Süreya imzası dergide olsun istiyoruz.
Dizgiyi bir gün geciktirip Cemal Süreya’ya danışmaya karar vermiştik. Tuğrul Tanyol ve Mehmet Müfit’le birlikte akşamüstü Kadıköy’de Merkez Kıraathanesi’nde Cemal Abi’yi bulduk. Durumu anlattık, “Dizgici senin yazdığın gibi dizmeyi kabul etmiyor” dedik. Cemal Abi bizi hafiften gülerek dinliyordu. Uzun yıllar dergicilik yapmıştı ve Papirüs’ü çıkarırken böyle olaylarla karşılaşmıştı mutlaka.
“Kim bu dizgici?” dedi.
“Nurel Matbaası, Erdoğan Abi” dedim.
“Nasıl biri bu Erdoğan?”
“Cumhuriyet’ten emekli. Orta boylu, biraz kilolu, dökük saçlı, biraz çekik gözlü…” diye anlatırken Cemal Abi’nin yüzüne büyük bir gülücük yerleşmişti. “Haa, bizim Erdoğan bu. Maocu Erdoğan. Onu ikna etmek mümkün değildir, doğru bildiğinden şaşmaz, hiçbir dizdiğini düzelttiremezsiniz,” olmuştu ilk sözleri.
Erdoğan Abi’ye siyasi görüşleri nedeniyle değil çekik gözleri ve yüzünün ve bedeninin yapısı nedeniyle Mao’ya benzetildiği için Maocu Erdoğan deniyormuş.
“Bir şiirimde hayın sözcüğü kullanmıştım. Şiiri dizgiye yolladım. Hain diye yazılmış. Düzeltip tekrar dizgiciye yolladım yine hain olarak geldi. Bu gidip gelmeler birkaç kez tekrar edince kim bu dizgici diye gittim matbaaya bir baktım; bizim Maocu Erdoğan. Tabii ki şiir onun dizdiği şekilde hain sözcüğüyle çıktı. Bunlara laf anlatamazsın ve yanlış dizdiremezsin. Doğrudur başyazarın yazısını bile düzeltir, köşeye sığmıyorsa kısaltırlar bile” diye gülerek Erdoğan Abi’yle ve diğer dizgicilerle yaşadıklarını anlatmıştı.
Bilgisayarların gelişmesi, masaüstü yayıncılık derken dizgiye de dizgiciye de gerek kalmadı. Şimdi çoğu gazetenin, derginin düzeltme bölümü bile yok. Çoğu yazı yazarından ya da editörden geldiği gibi hiç okunmadan basılıyor. Bunun bir sonraki aşaması ise şimdilerde geçmekte olduğumuz dijital yayıncılık. Belki artık matbaa ustasına da gerek kalmayacak, kitapları kendimiz yazıp, kendimiz düzenleyip, fotokopi makinelerine benzeyen dijital matbaalarda bir tuşa dokunup basabileceğiz.
Metin Celâl – edebiyathaber.net (1 Eylül 2021)