Gölü ve dağı bıraktığı gibi bulacağına emin olsa her insan geçmişine dönmek ister. Orada ağaçlara yaslanmak, yangından uzak düşler kurmak ve çocukluğuna dair anılara sığınmak ister. Orada saklı kalan bir şeyler vardır mutlaka, zamanın sağrısında terleyen uzun düşler, gitmekle kalmak arasında cebelleşip duran gençlik ateşi, rüyalar ve elbette suskunluklar. Kendine saklamak istedikleriyle yeniden konuşabilmek, onlarla yüz yüze gelmek için göl ve dağ gerekmez mi insana? Burdan bakınca hazine için kurutulan bir göl değil kastımız elbette. Yanmakta olan ve yangınla sınanan bir ormanın sırtını yasladığı dağ da değil kastımız. Daha saf olan çağrışımlarla göl ve dağ ve hatta ova.
Aziz Don Manuel bir Miguel de Unamuno romanı. Ayrıntı Yayınları’ndan yakın geçmişte çıkan romanı İspanyolca aslından Zeynep Öztekin Yıldırım Çevirmiş. Duru bir akış ve romanın şiirselliğine güç katan bir Türkçeyle kısa sürede kendini okutuyor bu klasik.
Miguel de Unamuno bir din adamının sesine katmış sesini ama dinin gerektirdiği onca emir, yasak, ritüel ve korku yerine ahlak üzerine kurmuş öyküsünü. Bir köyde olmaktan öteye gitmek istemeyen din görevlisi, düşündüğü ve inandığı şeylerin gereği olarak da uzaklara gitmenin düşlerini çoğaltmamış hiç. Orada, o köyde olmaktan başlayan hayatına orada o köyde son noktayı koymak ve bir arada yaşadığı insanlara hizmet etmek için var etmiş kendini.
Kol gücü gerektiren işlere de koşmuş üstelik. Evcil hayvanı kaybolan bir ailenin üyeleri yerine dağ bayır dolaşıp ipinden tuttuğu gibi evin avlusuna getirmiş sabahın soğuk bir vakti, kırsalda kayıp olan bir evcil hayvanın neyle ve nasıl ölçüleceğini elbet yaşayanların bileceği şey din adamının yaptığı. Harmanda çalıştığı, hasta birinin yerine işe koyulduğu, yoksulların odununu kestiği de sıradan işleri arasındaydı Don Manuel’in.
Don Manuel aziz kişi. Kimse ona yalan söylemeyi geçirmez aklından, günah çıkarma odasına girmeye gerek duymadan günah çıkarır insanlar. Yakın civarda işlenen suçtan dolayı onu çağırıp şüpheli kişiyle konuşmasını ve şüpheliye doğruyu söyletmesini istemiş hakim ondan. Don Manuel, beşeri hukuk ile ilgilenen bir insan değil nihayetinde, insan ile tanrı arasına girmek gibi bir niyeti olmamış asla. Kişiyi belki de ölüme götürecek itirafı yapmasını beklememiş kimseden ve ona önerilen bu teklifi reddetmiş elbette.
Akış bir çocuk gözünden anlatılıyor, sorular ve yanılgılar bir çocuğun nedenleriyle biçimleniyor ama zaten yazar kişi romana dair onca ayrıntıyı o kadar ustalıkla işlemiş, olasılıklar ve gerçekler arasındaki geçiş temasını o kadar ustalıkla buluşturmuş ki, çocuk ya da genç, olgun ya da yaşlı biri de aynı duyarlıkta aktarabilirdi olan biteni. Ama sorular için çocuğa duyduğumuz gereklilik ayrıca gerçek bu kitapta. Kendinden ve belki de kendi yalnızlığında kaçmak, kendine sakladıklarıyla baş edemediği için sürekli başka bir işle uğraşmak zorunda kalan bir Don Manuel portresi çizmek ne kadar doğru olur emin değilim.
Neden keşiş olup manastıra kapanmamıştır ki, diye soranlar çıkabilir elbette. İnzivaya çekilmek Don Manuel’e göre değil çünkü. Kalabalık arasında olmalı, köyde de olsa kalabalık arasında yaşamalı, ölecekse o kalabalığın içinde ölmelidir işin doğrusu. Bir manastıra çekilip çile doldururak inzivada yaşama zevkini vermemiş Tanrı ona. Aksine hayata gelmiş olmanın ağırlığını tek başına kaldıramayacağına emin. Kendi ruhunu kazanmak için köyünden vazgeçmek gelmiyor aklına.
Soruyor çocuk, Ahmet Erhan’dan ödünç bir dizeyle: “Çocuk bu sorar”. Hayatı ve ölümü soruyor çocuk, günahı ve nedenlerini. Kurgudan gerçeğe bir çıkmazda belki de, ama soruyor işte çocuk: “Bizim günahımız nedir Peder?”
“Ne mi? Ne olduğunu İspanyol Katolik Havarileri Kilisesi’nin bir üyesi olan alim söylemiş: ‘Hayat bir rüyadır’ ve ‘İnsanlığının en büyük günahı doğmuş olmaktır.’ (…) bizim günahımız doğmuş olmak.”
“Peki çaresi var mıdır, Peder?”
“Git ve tekrar dua et. (…) Evet, sonunda rüyalar tedavi edilir, yaşam da tedavi olur, doğmuş olmanın yükü de sonunda biter… Calderon’un da dediği gibi, işini iyi yapmak ve iyi aldatmak düşlerde bile boşa gitmez…”
Yeni Dünya’dan dönen abisiyle Peder arasında bir sır saklıyor çocuk romanda. Açık etmekten geri durmuyor zaten sayfalar arasında ürperti ve gerçeklikle akışı zorluyor. Ama burada ona değinmeyeceğim. Romanın kendisi bu sırrı saklamayı hak edecek kadar önem veriyor ahlaka çünkü.
Miguel de Unamuno karekterler arası konuşmaları önemli kılan ve gelenek görenektense, uzun ve yorucu tasfirlerdense konuşmalara yaslanan bir yazar. “Çok derin konuları ele almak için konu çok da gerekli değildir aslında. Çünkü gerçek romanların finali yoktur. Yazdığım tüm romanlar bir mutlak sonuçla bitmediği için mutsuz olan okur benim okurum olmaya layık değildir. Bitmiş olan mükemmeldir, ölümdür. Ama hayat son bulmaz.”
Türkçeye birçok kitabı çevirilen Miguel de Unamuno şiir, roman, öykü, deneme ve oyunlar yazdı. Üniversitelerde dersler verdi, rektörlük yaptı. 1864 yılında Bilbao’da dünyaya gelen İspanyol yazar, elbette her dönemin tek adam rejimini ürküttü ve diktatörlerle uzlaşmayı reddetti. 1924 yılında General Miguel Primo de Rivera onu sürgüne gönderdi. Miguel de Unamuno bir yolunu bulup sürgünden kaçtı ve Paris’e gitti. İspanya ile sınır olan Hendaya’ya yerleşerek ülkesinin dağlarını ve ovalarını görüp seyretti br zaman. 1930 yılında ülkesine döndüyse de Franko’nun zulmünde kaçamadı. Uzun yıllar ev hapsinde kalan yazar 1937 yılına bir gün kala Salamanca’da hayata veda ettiğinde diktatörler derin bir nefes aldı.
Yazdıklar ve yaşadığı insanlığın ortak mirasıdır.
Deniz Aksak – edebiyathaber.net (15 Eylül 2021)