Bir adamı ya da kadını hayatınıza aldığınızda, bir ordu insan da alanınızı işgal etmeye başlıyor. Bu işgal meselesi kafamı fena bozuyor.
Akşama önemli misafirlerimiz var, ‘çok özel’ arkadaşlarımız! Kocamın çocukluk arkadaşları, birkaç güne “Oooo, biz kaç yıldır arkadaşız, sen biliyor musun?” diyerek, yılların kendilerine sağladığını düşündükleri imtiyaz ile dış kapıdan zor sığarak girecekler eve, benim evime! Dinlemekten bıktığım anılarının –içinde ben olmadığım için bile çok özel onlar için- verdiği dokunulmazlığa bürünüp, sarsılmaz olduğuna inandıkları tahtlarıyla kuruluverecekler salonun orta yerine. Ben de artık bir sandalye tepesine sığışırım. Ne de olsa sonradan gelenim! Benim yer almadığım uzuuuun bir geçmişin ortağı onlar. Erken yaşlarda evlenmiş olsaydık, bir yerinden içine sızmama göz yumulacak olan bir hikâyenin, çok fazla dışındayım. Daha da kötüsü, çemberlerine girme konusunda aşırı hevessiz görünmem. Onlara benzemeyişimin verdiği tekinsiz varlığıma, bir de tenezzül etmez gibi biraz dışarıdan durmam ekleniyor. Ben kim oluyorum ki çok özel dostlar kulübüne girmeyi reddediyorum! Mademki reddediyorum, biricik tarihleri ile her seferinde ezip geçerler beni.
Kötü niyet ve haset olmakla suçlayabilirsiniz beni, insanları sevmemekle itham edebilirsiniz. Fakat beni tanımadığınız için, bu kabahatinizi -sizin bütün insanları seven, iyi bir kalbe sahip olduğunuzu düşünerek- görmezden geliyorum. Yaşadıklarımı bilseydiniz eğer, beni anlardınız. Tek tek örnek vermemi beklemeyin, somut bir kanıtım yok size sunacak. Hiçbir zaman doğrudan şahsıma yöneltilmiş kötü bir söz ya da hareketle aşağılanmadım, ne de yüzüme sevgisiz ve hor gören bir ifade ile bakıldı. Tersine, “canım”lar, “cicim”ler, “ne zaman ihtiyacın olsa bizi de ara lütfen”lerden nefes aldırmazlar insana; ama aptal değilim ben! Kocamla ilk sevgililik günlerimizden itibaren, her görüşmenin ardından sağa sola bıraktıkları sinsi işaretleri yakaladım. Sinsilik kanıtlanabilir mi?
Böyle bir sinsiliğe karşılık vermeyecek kadar çok seviyorum kocamı. Bu yüzden, onları tanıdığım ilk günden bu yana, beni çekmek istedikleri hiçbir oyunun tuzağına düşmedim. İlk defa bu akşam yemeği söz konusu olduğunda, artık tutamadığım bir isyan belirdi içimde, bir hareket yapma isteği! Bira-cips-çerez üçlüsü ile yetindiğimiz akşam buluşmalarımız olurdu sevgiliyken ama nedense nikâhla birlikte alkollü üçlemeye evlilik dışı muamelesi yapıp, üzerine basa basa yemeğe gelmek istediklerini söylediler; evliliğimizi kutlayacakmışız! Her yeri yapış yapış mutluluk kaplayacak Allah’ım! Panik içindeyim.
Günler öncesinden evin orta yerine akşam yemeği için nasıl bir mönü oluşturulacağı sorusu düştü. Öyle kritik bir noktada ki soruya verilecek cevap, onunla yatıyor onunla kalkıyorum. Hatta kocamla arama da koydum soruyu, -o da acıma ortak oldu- çaylarımızı yudumlarken sessiz ve çaresizce soruya bakıyoruz.
“Canım, karar veremiyorum.”
“Sen bilirsin sevgilim, yemeği yapacak sensin nihayetinde. Ama neden bu konuya bu kadar kafa yorduğunu anlamadım! Yabancı değil ki gelecek olanlar, kaç yıllık arkadaşlarımız.”
İşte bayıldığım o iki ifade: “Kaç yıllık!” ve “arkadaşlarIMIZ!” Bana, gözüme soka soka yalan söylediği ilk an! “Benim değil senin arkadaşların” diyemiyorum, “Bunu hiç konuşmamış olsak da bunu sen de hep biliyordun” diyemiyorum. Susuyor ve gülümsüyorum. “Ne bileyim canım ya, kendime iş arıyorum galiba. Haklısın aslında. Ne de olsa ben yapacağım yemekleri, mönüyü de kendim seçeyim.”
Mutfak dışında her yerde erkekler dünyasına karşı sınırları zorlarım ama mutfak söz konusu olduğunda asla! Mercimeği ekerek tarımın ve tarımla birlikte medeniyetin ortaya çıkmasını sağlayan ilk kadınla arama hiçbir erkeğin girmesine izin veremem. Ünlü restoran mutfaklarını, michelin yıldızlarını, gurmelik mesleğini kapmış olabilirler ama ben mutfağımı hiçbir erkeğe kaptırmama konusunda kararlıyım.
Bu kararlılıkla, iki mönüyü koyuyorum karşıma:
Mönü 1
Narlı portakallı börülce salatası. Hem de portakalın hem suyunu hem de kabuğunu kullanırım bu tarifte! Nasıl da kurum kurum kuruluyorum.
Karamalize soğanlı, balkabaklı kiş. Bunlar pizza bilir, kişten ne anlarlar! Roma’da yedikleri pizzayı ballandıra ballandıra anlatırlar her seferinde.
Kuru meyvelerden yaptığım şerbet. Meyvelerini kendim kuruttum. “Ay nasıl da evcimensin!” Hazır almak çok “cooool” çünkü!
Yeşil salata. Sarımsak, kuru fesleğen, kuru reyhan, kırmızı şarap sirkesi, sumak ve nar ekşili hazırladığım sos ile.
Anjelika erikten dolma. Türkiye’ye ödül kazandırmış yemek. Ödüllü tarif yakışır masama!
Avakadolu kabak tarator. Üzerine de ceviz. Süzme yoğurtsuz olmaz tarator. Süzme yoğurdum kalmış mıydı? Mönüde yoğurtlu meze hiç yok, bu kesin yer almalı.
San Sebastian. Aslında ben çok sevmiyorum ama İspanyol tatlısı ya, önyargıları kesinlikle bu tatlıyı sevdirir onlara.
Mönü 2
Mütebbel. Tahinlisüzme yoğurtlu patlıcan ezmesi. E, böyle söyleyemem, mütebbel onun adı!
Narlı tabbule. Ne mi bu? Arap coğrafyasında yapılan bir salata. Tehlikenin farkında mıyım? Yok, bir şey fark etmedim. Kanser yapmaz bence; bulgur, maydonoz, nar. Fransız profiterollerini, İspanyol San Sebastianlarını yerken tehlike görmüyordunuz.
Dış harcı tahinli içli köfte. Yok, bizim Antep yöresinde yapılan değil bu, aslında aynı şey ama Lübnan usulü. Gördüm yüzlerindeki ifadeyi. Dünyayı cetvelle böl ikiye, yüzünü dön Batı kısmına. (Batı da nereyse, çözemedim hâlâ!) Doğu’nda kalan her yeri tü kaka.
Humus. Bunu yiye yiye kendilerinin bellemişler, bak hiç itiraz gelmedi.
Gavur dağı salata. Yok, ecnebi değil, bizim memleketin kalmamış gâvurlarının anısına bir dağ işte. Salataya o dağın adını vermişler.
Kuru dolma. Gitmeseler de gelmeseler de onların olan şehirlerden bir yemek. Biri Kahraman, diğeri Gazi neticede. Nasıl da severler tanımadıkları ülkelerini!
Fırında çıtır ayva tatlısı. Çıtır olmayanı sevmem, o ne ezik ezik eziliyor ağızda bulamaç gibi.
Anladığınız üzere, çorba(başlangıç) ve etli pilavlı(ana yemek) klişesinden çok uzağım, meyhane sofrası gibi dursun, ne yapayım! Zaten yanında içki içilecek kesin. Oldu oldu…
İlkinde mutfaktaki yeni “trend”leri bildiğimi ve hepsini bir çırpıda yapacak kadar pratiğim olduğunu; ikinci mönüde, sıradanmış gibi görünse de hâlâ yapmanın çok büyük bir maharet gerektirdiği, o maharetin de bende mevcut olduğunun ilanını, yemek masasının orta yerine bırakacağım.
Dışarıdan hava sızdırmayan pencereleri, pahalı mobilyalarla döşeli evleri, o evlerin duvarlarında hep gülümsemeli fotoğrafları olan kusursuz hayatlarını evlerinde bırakmayıp cüretkârca gözüme sokmakta beis görmüyorlarsa; ben de birbiriyle alakasız bu iki mönüden en zor olanları seçip, “Ne biliyorsa yapıp göstermek istemiş zavallıcık” pozisyonuna düşmeyi göze alıyorum. Teşhire teşhirle cevap! Ne de olsa başka hiçbir kabiliyetimin geçerliliği yok onların dünyasında. Pembe tütü etekler giydirebileceğim bir kız çocuğu ya da papyon takıp minik adam yapacağım erkek çocuğu doğuramam bu yaştan sonra. Bir konsolun durması gereken yerde, salondaki her şeyin üzerine kusacak gibi duran, hâkimiyetini ilan etmiş kitaplığım aramızdaki mesafeyi artırıyor, üstelik üzerine konuşacakları best-seller kitaplara oturum izni çıkarmamışken! ‘Evde kalmış’ olmaktan beni son anda kurtardı ‘arkadaşları’. Onların arkadaşı, sonra benim kocam! Herkes yerini bilecek.
Siz hangi mönüyü seçerdiniz?
Maalesef, siz bunu okuyana kadar ben çoktan seçim yapmış ve misafirlerimi ağırlamış olacağım. Yoksa, fikirleriniz elbette önemli.
Evet, sevgili okurlarım, iki mönüyü karıştırmaya karar veriyorum. Oylarınız boşa gitmedi, bir gün bir şekilde kesişirse yollarımız, size istediğiniz mönüden akşam yemeği hazırlamaya söz veriyorum. Elbette o akşam masada yaşananları da anlatacağım.
edebiyathaber.net (19 Eylül 2021)