Babam yine sarhoş gelmiş. Her gece kapının önünde sızıp kalan kocasına alıştı artık annem; ne akşam yemeğine bekler, ne kızar, ne küser ne de üzülür. İnsanı delirten bir sabrı ve kabullenişi var babama karşı. “Bugün hava biraz serin” der gibi anlatır kocasının sarhoşluğunu. “Akşama taze fasulye yapayım, yanına da cacık güzel olur” demek “sabaha karşı su içmeye kalktığımda sesini duyup içeri aldım” demekle aynı onun için. Evdeki kedi iki saat gözden kaybolsa ortalığı ayağa kaldıracak kadın, babam yedi gün eve uğramasa kaşını kaldırıp merak etmez. Ben öfkelendikçe, “birlikte büyüdük be çocuğum, nasıl kızayım ben bu garibe” der. Garip dediği de ayyaş babam. “Daha şuncacık çocuktu dedenin yanına çırak geldiğinde.” ‘Şuncacık’ derken oturduğu kanepenin hizasına iner elleri. Babamdan bahsederken sanki omuzundan tutup içeri taşıdığı, leş gibi kokan koca adamı değil de, birlikte büyüdüğü o küçük çocuğu anlatır gibi yumuşatır sesini.
Beş altı yaşlarındaymış o zamanlar babam. Adanın tepesindeki Rum yetimhanesine bırakmışlar. Bir kaç ay orada kaldıktan sonra büyük bir yangın çıkmış. Yangında kurtarılan çocuklardan biri de babammış. Dedem de o zamanlar adanın yerlilerinden, hali vakti yerinde esnaflarından biri olunca yetimhane müdürü Madam Marika, bir tek ona güvenmiş. “Mehmet usta, ben yeni bir yer bulana kadar sana emanet bu yavru” demiş. Babam üç ay hiç konuşmamış. Yabancı olduğu dilden, küçük yaşında önce anne babasını kaybedip sonra sürgüne gönderildiğinden, en sonunda da çıkan yangından nasibini almış çocuk kalbi. Dedem yavaş yavaş hem dil, hem ayakkabıcılık sanatı, hem de yabancı bir vatanı yurt bilmeyi öğretmiş sonra da yetimhaneye göndermeye gönlü razı olmamış. Olmayan oğlu yerine koyup evini, sofrasını açmış, biricik kızından ayırmadan büyütmüş. Bir tek annemle birbirlerine âşık olduklarını söylediklerinde pişman olmuş yanına aldığı o güne. Ne dediyse ne yaptıysa engel olamamış. İkisine de küsmüş, evden göndermiş. Annemle babam bir süre Manastır’da Papaz Hristo’nun yanında kalmışlar. Sonra ufak tefek bir ev kurup kıt kanaat geçinmişler. Balığa çıkarmış babam, “hem ada hem deniz kucaklar beni” dermiş ağı balıkla doldukça. “O zamanlar böyle değildi baban. Gözümün içine bakardı. Balığa çıkarken ayakları geri döner, benden ayrı geçirdiği saatleri sayardı.” diye anlatır annem o günleri. Ben doğduktan sonra ikisini de affetmiş dedem, yeniden yanına almış. Yine kırgın ama ben varım diye mutluymuş. Zaten bütün işi gücü babama bırakıp kalan ömrünü de benimle geçirmiş. “Çok şükür gözü açık gitmedi.” der annem dedemden bahsederken. Dedem öldüğünde şuncacıktım ben, babamın dedemin yanına geldiği yaştaydım. İnsan babası ölünce nasıl bir acı hissederse, ben onu dedem öldüğü zaman hissettim. Babam da aynı acıyı hissetmiş olacak ki o günden sonra geceyi gündüzü bilmeyen, evin yolunu unutan serserinin teki olup çıkmış. “Ağlamak çare olmadı babanın kimsesizliğine çocuğum, kızma babana.” der annem sonra da “insan ağlamayı bırakınca unutmayı aramaya koyulurmuş.” diye tamamlar cümlesini.
Babam da unutmanın yolunu meyhanelerde, hem midesine hem yüreğine akıttığı şişelerde buldu. Acısıyla debelenip dururken kendini de bizi de unutup dedemin yarım asırlık ayakkabı dükkânını batırdı. Dükkânı açmadığı her gün esnaf lanetler okudu babama. “Bunca emeğin hakkı bu muydu? Yazık Mehmet ustaya, vah gidene!” dediler. Dedemin yetiştirdiği çıraklar usta olup kendi dükkânlarını açtılar. Babam, bir gün meyhanede harcayacağı parası kalmayınca hatırladı bir işi olduğunu. Gidip düşen tabelayı astı, dükkânın önünü fırçayla şöyle bir süpürdü. Dedemin elinden çıkan kahverengi, siyah makosenleri silip vitrine bir güzel yerleştirdi. Kapının önüne taburesini atıp kendine bir kahve söyledi ve beklemeye başladı. Ne gelen var ne giden. Bir gün, iki gün derken yediği haltı anladı tabii ama iş işten geçmişti. Eski müşteriler dükkâna doğru başlarını çevirmeden geçip gider olmuştu. Baktı yapacak bir şey yok önce el emeği, hakiki deri, usta işi ayakkabıları yok pahasına satıp dükkânı boşalttı. Sonra da annemin ana baba yadigârı nesi var nesi yoksa satıp İstanbul’da bitpazarından ıvır zıvır alıp getirdi. Yazın tatilciler gelir, hediyelik eşya alırlar diye düşünmüş. Tatilciler dediği de zaten İstanbul’dan gelen iki gün kalıp dönen insanlar, ne yapsınlar senin Çin malı hediyelik incik boncuğunu. Böylece hem dedemin kemikleri sızladı, dükkânı görenler “mezarında ters dönmüştür rahmetli” dediler; hem de annemin üç beş değerli mücevheri ziyan oldu. Dükkân ikinci kez boşaltıldı, kapısına kilit vuruldu. “Sen üzülme, bir çaresi bulunur” dedi annem, yine kızmadı. Annem kızmadıkça, küsmedikçe babam yoldan çıktı. Annem ona iyilik ettiğini sandıkça babam kötülüğe bulandı. Annem alıştıkça babam beni daha çok şaşırttı. Bir gün eve geldi, dükkânın anahtarını sehpanın üzerine bıraktı. O zamanlar ortaokuldaydım, “dükkânı kiraya vereceğim, yeter bu kadar çalıştığım, şuncacıktan beri çalışıyorum” dedi. ‘Şuncacık’ derken eli diz kapaklarının hizası indi. Babam diz kapaklarına baktı. Annem babama baktı. Ben anneme baktım.
Dükkân kiraya verildi. Babam çalışmayı bıraktı. Gündüz uyudu, gece meyhanelerde sabahladı. Bir annemi aldatmadığı kaldı, o da bu sefil haliyle koynuna alacağı kadın bulamadığı için oldu. Keşke aldatsaydı, belki annem o zaman kızardı. Her gece kapının önünden omuzuna yükleyip yatağına koca diye aldığı bu adamı, belki kendisi kapının önüne koyardı. “Annesiz, babasız, vatansız adam baban, bir ben varım ona kalan bir de sen çocuğum. Başka kimsesi yok.” deyip durmazdı. Dedem öldüğünde babasız, anneme kızdıkça annesiz, dede yadigârı dükkânın internet kafe olduğunu gördükçe vatansız kaldığımı unutarak hep aynı şeyi söylemezdi. “Kızma çocuğum, kızma.”
Annem her gün Türk kahvesinin yanında içtiği tek sigaranın dumanını yuvarlarken, o yuvarlak duman kaybolana kadar susar sonra bir nefes daha çekip anlatmaya devam eder ezbere bildiğim bu hikâyeyi. Sonra yatak odasından gelen horlama sesleri kesilir, babam şişmiş gözleriyle yüzünü bile yıkamadan kapıda belirir. Ben okula gidip dönmüşüm, insanlar işten çıkıp evlerinin yolunu tutmuşken babam utanmadan “günaydın” der. Annem gülümser. “Günaydın canım, acıkmışsındır. Ne yemek istersin?”
Anneme kızdıkça, babamdan nefret ederim. Boğum boğum parmakları, çatallaşmış sesi, kızarmış suratı bana hep yabancı, karikatürlerden fırlamış bir karakter gibi. Yüzüne her baktığımda, “keşke dedem seni yanına hiç almasaydı. Annem seni hiç sevmeseydi. Babam olmasaydın, ben de senden bu kadar nefret etmeseydim.” diye geçer içimden. Ama o bunu bilmez, bilse; tuvaletten bağırıp “Zerrin, dolaptan rakı da çıkar. Pilakiyle iyi gider.” demez.
edebiyathaber.net (7 Ekim 2021)